İstanbul Sözleşmesi’nin ne olduğuna ve neden istenmediğine ilişkin bir yazıyı geçen kış yine Gergedan Dergi’de kaleme almıştım. Bu kez biraz daha farklı olarak İstanbul Sözleşmesi uygulansa yok olmayacak hayatlardan bahsetmek vardı aklımda, ancak yapamadım. O kadar çok kadın katledildi ki birkaçının öyküsünü seçip onlara ses olamadım. Öte yandan onlarca kadının mücadelesiyle ve maalesef kanıyla hayatımıza giren Sözleşme, bugün hâlâ bilinmiyor. Sözleşmenin ne olduğunu bilmek, hem yalan yanlış ithamlara yanıt verebilmek hem de erkek şiddetini doğuran erkek egemen düzenin ifşasını yapabilmek için elzem. Bu nedenle en başından tane tane Sözleşme nedir ve neden istenmiyor, bıkmadan usanmadan yeniden bir göz atalım.
İstanbul Sözleşmesi Nedir?
İstanbul Sözleşmesi’nin Türkçeye çevrilmiş tam ismi, Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’dir. Ancak bu çeviri eleştiriliyor. Çünkü Sözleşmenin asıl metninde yer alan domestic violence, aslında “aile içi şiddet” değil, “ev içi şiddet” olarak Türkçeye çevrilmeliydi.
Sözleşme, 2011 yılının Mayıs ayında İstanbul’da düzenlenen Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu’nda imzaya açıldığı için imzaya açıldığı kentin ismiyle, “İstanbul Sözleşmesi” olarak anılıyor. Bildiğimiz üzere Türkiye, Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerinden. Bu da demek oluyor ki İstanbul Sözleşmesi’nin hazırlık aşamasında Türkiye’nin de katkısı ve emeği var, yani başka devletlerce hazırlanıp Türkiye’ye dayatılan bir sözleşme söz konusu değil. Bunun yanı sıra Sözleşmenin imzaya açıldığı toplantıya ev sahipliği yapan Türkiye, aynı zamanda Sözleşmeyi imzalayan ilk ülke.
İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’de Ağustos 2014’te yürürlüğe kondu. Sözleşmenin imzalanmasından itibaren farklı kadın çevreleriyle birlikte dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı da Sözleşmenin uygulanması için harekete geçti. Bir başka deyişle bugün iktidar tarafından kaldırılması düşünülen Sözleşme, aynı iktidar döneminde imzalandı, onaylandı ve yürürlüğe kondu.
İstanbul Sözleşmesi’nin iki temel dinamiği bulunuyor. Sözleşme hem kadına yönelik şiddeti hem de ev içi şiddeti önlemeyi hedefliyor. Bu doğrultuda Sözleşmenin ana odağı kadınlar olmakla birlikte, aslına bakılırsa her yaştan, dili, dini, ırkı ve cinsel yönelimi ne olursa olsun ev içi şiddet mağduru herkesin Sözleşme kapsamında korunması öngörülüyor.
İstanbul Sözleşmesi yalnızca evli çiftleri kapsamıyor. Sözleşmede belirtildiği haliyle, evli olsun olmasın tüm çiftler Sözleşmenin öznesi olarak kabul ediliyor. Sözleşmenin Türkçe çevirisinde bu durumla ilgili bazı hatalar olsa da konuyla ilgili çalışmaları bulunan Prof. Dr. Kadriye Bakırcı, Sözleşmenin asıl metninin bağlayıcı olduğunu ve metinde eş/ebeveyn ifadelerinin yerine partner nitelemesinin geçtiğini belirtiyor.
İstanbul Sözleşmesi’nin bir diğer özelliği, Sözleşmenin vatandaşlık aranmaksızın uygulanacak şekilde öngörülmesi. Bir başka deyişle Sözleşmeyi imzalayan herhangi bir ülkedeyseniz ve o ülkenin vatandaşı olmasanız dahi imzacı devlet, Sözleşmenin suç saydığı eylemlere karşı sizi korumakla yükümlü. Yani imzacı devletlerin topraklarındaki herkes, Sözleşmenin koruması altında. Bu açıdan Sözleşme, sığınmacı ve göçmenleri de şiddetten koruyor.
İstanbul Sözleşmesi Ne İçin İmzalandı?
İstanbul Sözleşmesi’nin temel amaçları; şiddetin her türünü önlemek, şiddet durumunda mağduru korumak ve şiddetin önlenmesi için bütüncül politikalar geliştirmek. Sözleşme, yalnızca fiziksel ve cinsel şiddeti değil ancak psikolojik ve ekonomik şiddeti de birer insan hakkı ihlali olarak görüyor. Örneğin Sözleşme kapsamında “ısrarlı takip” de suç olarak niteleniyor. Sözleşmenin suç olarak kabul ettiği ve cezalandırılmasını öngördüğü diğer eylemler ise zorla evlendirme, zorla kürtaj, zorla kısırlaştırma ve kadın sünneti. Sözleşme, kasten yapılmış tüm bu eylemlerin suç sayılmasını öngörürken bu suçları işleyen ya da işlenmesine yardım ve yataklık eden kimselerin yargılanması ve ceza alması gerektiğini belirtiyor.
İstanbul Sözleşmesi’nin bir diğer önemli maddesi, bu saydığımız suçların soruşturulması ve kovuşturulmasına ilişkin. Sözleşmeye göre tüm bu suçlardan herhangi birinin imzacı bir devletin topraklarında işlenmesi halinde, suçun soruşturulması ve kovuşturulmasının devam etmesi; mağdurun şikâyetine bağlı olmayacak. Yani şikâyete ya da ifadeye bağlı olmadan hatta mağdur şikâyetini geri çekse bile söz konusu devlet, suçun soruşturulmasına ve kovuşturulmasına devam edebilecek.
Bu paragrafa kadar Sözleşmeye dair edindiğimiz tüm bilgiler, bize Sözleşmenin şiddetin her türüne karşı hazırlanmış ve imzalanmış bir metin olduğunu gösteriyor, değil mi? Peki, İstanbul Sözleşmesi’ni istemeyenlerin hazmedemedikleri şey ne?
Yaşam Hakkını Savunan İstanbul Sözleşmesi Neden Tartışılıyor?
İstanbul Sözleşmesi, yaptığı tanımlar açısından tarihi bir belge. Sözleşmede açıkça “toplumsal cinsiyet” tanımı yapılıyor. Bu noktada İstanbul Sözleşmesi, bu tanımı yapan ilk uluslararası belge!
Peki, toplumsal cinsiyet nedir? Toplumsal cinsiyet kavramı, toplumun kadına ve erkeğe farklı özellikler, sorumluluklar, roller ve davranışlar biçtiğini kabul eder ve “kadın kadındır, erkek erkektir” gibi ayrımcı söylemleri toplumun ürettiğini belirtir. Yani bu tanım ile birlikte, kadına has ya da erkeğe özgü diye nitelenen davranış, tutum ve rollerin toplumca oluşturulduğu kabul edilir. İstanbul Sözleşmesi için insan insandır ve toplumsal cinsiyet rollerine dayandırarak ayrımcılık yapmak ise bir insan hakları ihlalidir. Sözleşmeye baktığımızda da toplumsal cinsiyet kavramı için benzer bir tanım yapıldığını görürüz:
“toplumsal cinsiyet”; herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır. (Madde 3/c)
Bu açıklamanın ardından İstanbul Sözleşmesi ile birlikte bir başka önemli tanıma imza atarız: “toplumsal cinsiyete dayalı şiddet.” Bu kavramla birlikte Sözleşme bize şunu söylemek istiyor: Şiddeti yaratan, kadın-erkek eşitliğini esas almayan bu düzenin ta kendisi. Yani Sözleşme, kadına yönelik şiddetin toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklandığını kabul ediyor. Bizler kadına ve erkeğe farklı roller biçtiğimiz, farklı sorumluluklar yüklediğimiz için bugün kadınlar şiddete maruz kalıyor ve bu şiddetin önlenmesi bir yana, şiddeti uygulayanlar cezasız kalıyor.
“kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet”; bir kadına karşı, kadın olduğu için yöneltilen veya kadınları orantısız bir biçimde etkileyen şiddet olarak anlaşılacaktır. (Madde 3/d)
Gelin bu tanımları anlamak için daha somut düşünelim. Bir kadın şiddet gördükten sonra bunu dile getirip şikâyet ettiğinde ve yardım talep ettiğinde, aldığı tepki ne oluyor? Evliyse devletin polisi dâhil pek çok kişiden “yuvanı yıkma” cevabını alabiliyor örneğin. Oysa açık değil mi ki yuvayı yıkan; kadının şiddete boyun eğmeyişi değil, şiddetin ta kendisi?
Ya da sokakta, otobüste, metroda bir kadın taciz edildiğinde veyahut saldırıya uğradığında neden suça ve suçluya değil de kadının ne giydiğine bakılıyor veya olayın günün hangi vakti ve nerede geçtiği üzerinde duruluyor? Bir kadının ne giydiği, ne zaman/nerede olduğu, nasıl davrandığı ile şiddet görmesi arasında nasıl bir ilişki mevcut? Ben söyleyeyim: hiçbir ilişki yok. Bu ülkede şiddet gören ya da katledilen kadınların ortaklaştıkları tek bir şey var, o da kadın olmaları. Kadınlar, kadın oldukları için öldürülüyor. Bu gerçeği görmezden gelmeye çalışanlar; reddettiği erkek tarafından öldürülen Pınar Gültekin’in, oğlu tarafından öldürülen Seher Fak’ın ve evli olduğu erkek tarafından öldürülen Fatma Altınmakas’ın aralarındaki ortaklığı göz göre göre reddeden kişiler. Ancak bu kadar berrak bir gerçeğin, sırf birilerinin işine gelmiyor diye üstünün örtülmesi mümkün değil.
Siz hiç düşündünüz mü kadınların ne giydiğine, ne içtiğine, nasıl yaşadığına ve hatta bekâretine varana kadar kişisel hayatlarını incik cıncık edenler kimler ve bunu neden yapıyorlar? Neden şiddet değil de tüm bu detaylar ulu orta konuşuluyor? Bu kadar ‘ahlaklı ve ahlakçı’ bir toplum, bir kadın öldürüldükten hemen sonra neden kadının hayatını deşmekle meşgul oluyor? Cevap oldukça acı ve basit: Kadının katledilmesine kılıf aranıyor hem de katil-toplum el ele, ağız birliğiyle! İstanbul Sözleşmesi işte tam burada “DURUN!” diyor. “Durun, bunu yapamazsınız! Şiddeti böylece aklayamazsınız!”
Sözleşmeye göre kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddet, ne sözde namus söylemleriyle ne de gelenek görenekle aklanabilir. Şiddeti normalleştirmek ve aklamak için öne sürülen bu söylemlerin hiçbiri, şiddetin bahanesi olamaz.
İstanbul Sözleşmesi Kadınları Özgürleştirirken Erkekleri Baskılar mı?
İstanbul Sözleşmesi, yaptığı tüm tanımlarla ve kabullerle birlikte kadınların hayatının kadın olmaları gerekçesiyle baskı, şiddet, tehdit ve zorlama ile kısıtlanamayacağını söylüyor. Bu anlamda başta yaşam hakkının garantörü olması ve ardından da şiddetin hiçbir türünün hiçbir bahaneyle aklanamayacağını kabul etmesi nedeniyle evet, İstanbul Sözleşmesi kadınları özgürleştirir. Sözleşme kadınlara, şiddete mahkûm olmadıklarını söylüyor. İnsanca yaşamak senin en temel hakkın, bu hakkı korumak ve sağlamak da devletin en temel görevidir, diyor. Bu hakkın ihlal edilmesi bir suçtur ve bu suç, ne aileye atfedilen önemle ne toplumsal değerlerle ne de sözde namus söylemleriyle normalleştirilebilir, sıradanlaştırılabilir ve mazur görülebilir, diyor. Sözleşme, kadına reva görülen zulmün sona erebileceğini ve bu düzenin değişebileceğini müjdeliyor. Kimse, hiçbir bahaneyle seni yok etmeye cüret edemez, diyor. Tam da bu yüzden kadın mücadelesinin sloganlaşan sözü #İstanbulSözleşmesiYaşatır, kelimenin tam manasıyla Sözleşmenin hayatımızdaki önemini yansıtıyor. İstanbul Sözleşmesi kadınlar yok edilmesin diye imzalandı ve bu nedenle uygulanması için bunca insan bu mücadeleyi veriyor.
Tüm bu çabayı erkeklerin baskılanması olarak görenlerin ise haklı olduğu bir nokta var. Bu Sözleşme ile birlikte ve genel olarak kadınlar hep birlikte aynı şeyi söylüyorlar: Erkek egemen düzenin ekmeğini yiyen erkeklerin, erkeklikten kaynaklı ayrıcalıklarının son kullanma tarihi geldi de geçiyor. Yani, hayatta kalmak için mücadele veren kadınların özgür, adil ve eşit bir dünya talepleri de bu mücadelenin doğası gereği kendiliğinden beraberinde geliyor. Erkek şiddetini ‘hak’ bilenlerin, Sözleşmeyi erkeklerin baskılanması olarak görmesi ise bu nedenle hiç şaşırtıcı değil.
Son Söz
Seneler önce yine kadına yönelik şiddete dair kaleme aldığım bir yazıya koyduğum başlıkla sözlerimi tamamlamak istiyorum. O gün ne yazdıysam ne yazık ki bugün de geçerliliğini koruyor. Kadınlar ölmesin diyen herkesin yüreğinde eksikliğini hissettiği tüm kayıplar için:
“Ne kadınlar sevdik zaten yoktular”
İrem Doğanışık
1996’da Bursa’da doğdu. Bursa Anadolu Lisesi’nin ardından Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. Türkiye’nin ilk doğruluk kontrolü projesi Doğruluk Payı’nda bir yıl kadar fact-checker olarak çalıştı.
Galatasaray Üniversitesi Stratejik İletişim Yönetimi programında yüksek lisans yapmaktadır. İlgilendiği konular arasında toplumsal cinsiyet çalışmaları, medya-siyaset ilişkisi, post-truth ve kent hakkı bulunmaktadır.