Sosyalist solun genellikle toplumsal iktidar ve sınıf ilişkilerinden soyutlanmış “insan”ın ya da “yurttaş”ın haklarına karşı ilgisiz kaldığından, hatta bunları hor gördüğünden yakınılır. Bu ilgi eksikliğinin, Isiah Berlin’in ifadesiyle “negatif” haklar büyük ölçüde görmezden gelinirken “pozitif”[1] haklara fazlaca ağırlık verilmesiyle, sosyalizm etiketini taşıyan ülkelerdeki hak ihlallerinden sorumlu olduğu öne sürülür[2]. Şüphesiz ki söz konusu haklardan biri de çeşitli uzantıları (örn. basın hürriyeti) ile birlikte ifade özgürlüğüdür. Bu yazıda bu iddianın haklı veya haksız yönlerini irdelemek niyetinde değilim; ancak sosyalistlerin burjuva toplumun kazanımları sayılabilecek haklarla, özellikle de ifade hürriyeti ile alakadar olmadıklarının tam olarak doğru olmadığını savunuyorum. Bir defa Marx’ın kendisi, kavramsal doğası gereği ifade özgürlüğünün bir uzantısı olarak ele alınması gereken basın hürriyeti için canla başla mücadele etmiş, bu mücadelesini de entelektüel düzlemde gerekçelendirmeye çalışmış bir gazeteci idi[3]. İkincisi, sosyalist hareket ve işçi hareketi, liberal sivil toplum olarak kavranan alanda tanınan demokrasinin sınırlarını genişletmek için çeşitli açılardan oldukça başarılı bir mücadele vermiş; bu alandaki ırk, cinsiyet, sınıf temelli birtakım kısıtlamaların en azından hukuki düzeyde alt edilebilmesinin ardındaki itici güçlerden biri olmuştur[4]. Üçüncüsü, sosyalist hareketin tarihindeki yeri tartışılmaz olan Lenin ve Bolşevikler, çarlık otokrasisi ile yüzleşirken burjuva demokratik anlamda dahi olsa özgürlük meselesini oldukça ciddiye almış; siyasi hakların kazanılmasını önemli bir politik görev olarak görmüşlerdir[5]. Son olarak, Ettiene Balibar’dan Hal Draper’a kadar pek çok çağdaş sosyalistin özgürlük meselesini, daha da spesifik olarak ifade özgürlüğü meselesini ciddiye aldığını ve bu konuda hatırı sayılır bir literatürün biriktiğini söylemek mümkündür[6].
Sonuç olarak sosyalistler için ifade özgürlüğü belli bir önem taşımıştır, kanaatimce taşımalıdır da. Ernst Fraenkel’in “İkili Devlet” metninde tasvir edilen yapıyı[7] günden güne daha çok andıran ülkemizde ise ifade özgürlüğü açısından durumun içler acısı olduğunu söylemekte bir beis yoktur sanırım. Ernst Fraenkel’in metninde ikili devlet yapısının, yani bir yanıyla siyasi saik ve müdahalelerle norm devleti, diğer yanıyla bürokratik titizlikle uygulanan kurallar çerçevesinde işleyen önlem devleti olmak üzere iki veçheye sahip bir hukuki yapının, bir geçiş süreci olarak mı yoksa Nazi rejiminin kalıcı doğası olarak mı tasavvur edildiği pek net değildir. Türkiye’de ise yargı sisteminin her kademede günden güne çürüdüğü, halkın güvenini kaybettiği ve siyasileşme dozunun hızlanan bir şekilde arttığı göz önüne alındığında bir tür geçiş rejiminin söz konusu olduğu söylenebilir. Bu yozlaşma ve gitgide ceberut bir nitelik kazanma durumundan payını alan son kurbanlardan biri de İyi Parti Gençlik Kolları üyesi Alp Emeç oldu. Sedef Kabaş’ın bir süre önce Twitter üzerinden paylaştığı ve tutuklanmasına sebep olan (ki bu da haklı olarak büyük tepki çekmişti) bir atasözünü paylaşan ve yaklaşık 15 dakika sonra da silen Alp Emeç, çok geçmeden ifadeye çağrıldı ve kendi rızasıyla ifade vermek için gittiği karakolda tutuklanarak Silivri Cezaevi’ne gönderildi.*
Bir hukukçu adayı olarak, kısıtlı da olsa mevcut olan hukuk bilgimle buna dair birtakım itirazlar sıralama cüretini göstermem hoş görülecektir umarım. Öncelikle, Cumhurbaşkanı’na Hakaret suçuna (TCK 299) ve genel olarak da lèse-majesté yasalarına karşı olduğumu, bunların en iyi ihtimalle modern hukuk sistemlerinde yeri olmayan arkaik kalıntılar ve en kötü ihtimalle kötü niyetle masum insanların hayatını karartmak için araçsallaştırılan yasal kızılcık sopaları olduğu kanaatini taşıdığımı belirtmeliyim. Türkiye, uzun bir zamandır türünün diğer örnekleri arasında göze çarpmakta olsa da İspanya ve Polonya gibi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf ve dolayısıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne tabii olan diğer ülkelerde de benzer sorunların yaşandığını söylemek mümkün[8]. Ancak mevcut mevzuatı ve onun dayandığı anayasa ve ceza hukuku anlayışlarını esas alarak dahi, kararın hukuka aykırı olduğunu iddia etmek mümkün görünüyor.
Argümanımın öncülleri, anayasa hukukunun genel ilkeleri kabul edilen birtakım prensiplere dayanıyor[9]. Kısaca ifade etmek gerekirse anayasa hukukunda kabul gören temel ilkelerden biri; özgürlüğün esas, kısıtlamaların istisna olduğu yönündeki ilkedir. İstisnalar ise dar yorumlanır. Dolayısıyla ifade özgürlüğüne getirilen kısıtlamaların dar yorumlanması gerekir. Cumhurbaşkanına hakaret suçu, ifade özgürlüğüne getirilen bir sınır olduğuna göre, dar yorumlanması icap eder. Bu bakımdan Sedef Kabaş ve Alp Emeç’in söyledikleri, en kötü ihtimalle ağır eleştiri kabul edilip ifade özgürlüğü kapsamında sayılmalıydı.[10]
Ek olarak, burada söz konusu olanın bir ceza davası ve bir ceza normu olduğu göz önüne alındığında, ceza hukukunun birtakım temel ilkeleri resmin bir parçası haline gelecektir. Dolayısıyla da masumiyet karinesi ve onun bir veçhesi olarak nitelenebilecek “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi gereğince hakaret kastının, yani suçun manevi unsurunun mevcut olduğunun muğlak olduğu bir durumda var olan şüphenin sanığın lehine yorumlanması gerekirken Alp Emeç olayında bunun tam tersinin yapıldığını görüyoruz[11]. Ek olarak kendi rızasıyla, hiçbir zorluk çıkarmadan ifade vermeye gitmiş ve hiçbir kaçma şüphesi bulunmayan 20 yaşında bir gencin tutuklanıp Silivri’ye gönderilmesinin arkasında art niyet aramamak epey zor. Ancak bu yazının muhatabını yargı sisteminin siyasi suiistimalinin realitesine ikna etmeye gerek olduğunu düşünmüyorum. Yargı bağımsızlığının komik olma özelliğini çoktan yitirmiş bir şaka olduğu, yargının bir tür kızılcık sopası olarak alenen kullanıldığı gerçeğinin idraki için gerekenler asgari bir akıl yürütme becerisi ve memleketin hal ve şeraitine dair asgari bir farkındalıktan fazlası değil. Ancak bu yazının bazı muhataplarını, aşırı sağ olarak nitelendirmekten çekinmeyeceğim bir partiden kopmuş, evcilleştirilmiş de olsa o geleneğin mirasını taşıyan, o partiyle belli bir kadro devamlılığına sahip olan, NATO’cu ve statükocu bir sermaye partisinin bir mensubunun akıbetinin bizi ilgilendirmesi gerektiğine ikna etmek zorunda kalabilirim. Okuyucu ne denli ikna edici bulur bilmem lakin benim naçizane şahsi gerekçelerim şu şekilde:
- Kendisiyle hemen hemen aynı yaşta bir genç olarak, genç bir insanın ağzından çıkan bir çift söz yüzünden bir insanın kodese tıkılmasının “zulüm” kelimesinden başka neyle tanımlanacağını bilemiyorum. Böyle bir zulme alenen veya zımnen onay vermeyi de bir sosyalist olarak ne aklım ne de vicdanım kaldırıyor. Ayrıca sosyalist toplumda yeşermesi gereken ifade özgürlüğünün gerici olarak nitelendireceğimiz görüşleri de kapsaması gerektiği kanaatindeyim. Rosa Luxemburg’un da dediği gibi, özgürlük daima farklı düşünebilme özgürlüğüdür.
- Kuvvetle muhtemeldir ki Alp Emeç olayı, münferit bir olaydan ziyade büyük bir dinamizme sahip olan ve içinde çok ciddi bir muhalif kitle barındıran gençliğin içine korku salmak, onları depolitize ve pasifize etmek, onları susturmak için yürütülen genel bir politikanın parçası. Bu noktada sosyalist gençlerin “milliyetçi, NATO’cu, statükocu bir ana akım muhalefet partisine bunları yapan bize neler yapmaz” diye düşünmesi yerinde olacak gibi görünüyor.
- Burjuva diktatörlüklerinin çeşitli biçimlerinin arasında hiçbir fark olmadığı iddiasını makul bulmuyorum. Alp Emeç ve Cumhurbaşkanına Hakaret suçlamasıyla karşı karşıya kalan binlerce insanın başına gelenler Türkiye’deki rejimin otoriter konsolidasyon sürecinin ilerleme aşamalarına tekabül ettiğine göre, sermayedarlara “ben OHAL’i sizler için kullandım” diyen bir iktidarın OHAL’i normalleştirmesi veya normali OHAL’leştirmesi işçi sınıfı mücadelesinin hayrına olmayacaktır. Bugüne kadar “AKP’li değilim ama…”larla iktidarın despotik ve hukuksuz icraatlarını meşrulaştıran ve destekleyen milliyetçiler bile bugün kendini namlunun ucunda bulduysa, bugün bunlara ses çıkarılmazsa halihazırda zaten sırtımızda olan sopanın şiddetinin yarın katlanarak artacağını öngörmek pek zor değil.
* Yazının kaleme alındığı tarihte cezaevinde olan Alp Emeç, 28 Nisan 2022 tarihinde tahliye edildi. Tahliyesinin yazıda öne sürülen fikirlerin kuvvetini azaltmadığını, bilakis o tarihten bugüne kadarki süreçte verilen Gezi davası kararlarıyla yazıda ifade edilen kaygıların doğrulandığını düşünüyorum.
[1] Bkz. Isaiah Berlin, Two Concepts of Liberty, Clarendon Press, Oxford 1958.
[2] Rona Aybay&Demirhan Burhan Çelik, İnsan Hakları Hukuku, DER Yayınları, İstanbul 2022
[3] Tolga Şirin, Türkiye’de Düşüncenin Tutsaklığı: İfade Özgürlüğünün Grisi -1, Tekin Yayınevi 2021
[4] Geoff Eley, Forging Democracy: The History of the Left in Europe. Oxford, UK: Oxford University Press 2002
[5] http://www.abstraktdergi.net/leninizm-ve-demokrasi-mucadelesi/
[6] Anayasa hukukçusu Tolga Şirin’in yukarıda atıf verilen yapıtı, ifade özgürlüğünün teorik temellerine dair sosyalist bir bakış açısıyla ilgili literatüre faydalı bir bakış sunduğu gibi, konuya kendisine ait son derece değerli bir katkıda bulunuyor. Şirin’in Marksist-sosyalist özgürlük anlayışının liberal olmasa da cumhuriyetçi gelenekle aynı damarı taşıdığı iddiasına sempatiyle yaklaşıyorum. Cumhuriyetçi bir siyasi teorinin nasıl Marx’ın en önemli yapıtı olan Kapital’de işlendiğine dair yine oldukça ilginç bir kaynak olarak bkz. William Clare Roberts, Marx’s Inferno: The Political Theory of Capital, Princeton University Press 2017
[7] Ernst Fraenkel, İkili Devlet: Diktatörlük Teorisine Bir Katkı, İletişim Yayınları 2020, çeviren: Tanıl Bora
[8] https://verfassungsblog.de/a-ghost-that-haunts-european-democracies/
[9] Bu hususta kaynak olarak hemen her hukuk öğrencisinin derslerinde kaynak kitap olarak kullandığı Kemal Gözler, Anayasa Hukukunun Genel Esasları eserini esas alıyorum.
[10] Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde ifade özgürlüğünün nasıl düzenlendiğine baktığımızda ortaya çıkan manzaranın da bu yorumu destekler nitelikte olduğu kanaatindeyi. Bkz: Özcan Özbey, AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ IŞIĞINDA İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ KISITLAMALARI, Türkiye Barolar Birliği Dergisi (2013) http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2013-106-1269