Written by 19:26 Röportaj

Savash Porgham’la İran gündemi üzerine

Üç genç aktivist için verilen idam kararları, kritik kentlerde art arda yaşanan şüpheli patlamalar, dış politika arayışları ve iktidar mücadeleleri… İran siyasi gündemini yakından takip eden Gazeteci ve Akademisyen Savash Porgham’a sorduk.

İran’da ölüm cezası özellikle siyasi suçlarda çok sık başvurulan bir infaz yöntemi. Son olarak Türkiye tarafından İran’a iade edilen iki genç aktivist idam cezası aldı. Bu gelişme Türkiye gibi ülkelerde özellikle sosyal medyada çok büyük bir tepkiye yol açınca kararın yeniden değerlendirileceği açıklandı. Bize biraz süreçten ve insanların tepkilerinden söz edebilir misiniz? İran’ın uluslararası kamuoyunun nabzına göre hareket ettiği başka örnekler var mı?

İdam cezaları maalesef İran’ın bir gerçeği ve pek çok suçtan dolayı kısa ve göstermelik yargılamalarla idam kararları alınabiliyor. Bunun tam tersi de geçerli mesela; işlediği suçun cezasının karşılığı idam olan pek çok “güçlü” kişi para veya siyasi nüfuzla idamdan kurtulabiliyor. Özetle söylemek gerekirse, İran yargısı çok karanlık ve kirli bir sisteme sahiptir ve özellikle siyasi tutsak ve mahkûmlara karşı acımasızdır.

Bildiğiniz üzere 2019 yılında benzin fiyatlarının Yasama, Yürütme ve Yargı erkleri başkanlarının tek bir kararıyla misliyle artmasıyla birlikte, İran’da geniş protestolar başladı ve birkaç gün içinde rejim karşıtı bir damar da oluşarak pek çok bölgeye yayıldı. Bu süreçte Muhammed Recebi (28), Sait Temcidi (26) ve Amir Hüseyin Moradi (26) isimli gençler protesto gösterilerine katıldılar. İran makamları bu üç genci kamu malına zarar vermekle suçluyor ve durum rejim karşıtlığına da dönüştüğünden idam cezaları aldılar.

Türkiye uluslararası taahhütlerine uymak yerine iki gencin ölüme gönderilmesi tercihinde bulundu.

Bu gençlerden Sait Temcidi ve Muhammet Recebi, İran’dan kaçıp Türkiye’ye sığındılar ancak Türkiye makamları bu iki genci idam cezası alabileceklerini bildiği halde İran’a iade etti. Ülkeler arasındaki suçlu iade prosedürleri kanunlardan çok, ülkeler arasındaki siyasi münasebetler ve elde tutulan kişilerin ne denli “değerli” olduğuyla ilgilidir. Siyasi bağlamda Türkiye için herhangi bir değeri olmayan bu iki genç de kolayca İran’a iade edildi. Türkiye 2002 ve 2004 yılları itibariyle idam cezasını tamamen kaldırdı. Bu noktada uluslararası taahhütler gereği kendi ülkelerinde haklarında siyasi tahkikat olan ve canları tehlikede olan sığınmacıların iade edilmemesi gerekiyor. Ancak Türkiye uluslararası taahhütlerine uymak yerine iki gencin ölüme gönderilmesi tercihinde bulundu ve bunun tek sebebi iki ülke arasındaki üst düzey ortak politikaların devam etmesidir.

Türkiye’de ilk kez Farsça bir cümle ( اعدام۔نكيد idam etmeyin) Twitter’da birinci gündem maddesi oldu ve bu daha önce görülmüş bir şey değil.

Bu üç genç için sosyal medya mecralarında idam edilmemeleri için bir kampanya başlatıldı ve beklentilerin çok üzerinde milyonlarca ileti paylaşıldı. Mesela Türkiye’de ilk kez Farsça bir cümle ( اعدام۔نكيد idam etmeyin) Twitter’da birinci gündem maddesi oldu ve bu daha önce görülmüş bir şey değil. Elbette tüm dünyada yapılan bu kampanyaların etkisi oldu ve üç gencin avukatları İran Ceza Kanunu’nun 477. Maddesi kapsamında son bir itirazda bulundular. Bu maddeye göre itiraz İran Yargı Erki Başkanı’nın bizzat kendisine yapılıyor ve eğer başkan kesinleşmiş bu hükümlerin şeriata aykırı olduğuna karar verirse hükümleri bozarak İran Yargıtay’ında kendisinin belirlediği bir özel şubeye dosyaları temyiz için tekrar gönderebilir. Şu an bu aşama devam ediyor ve beklemek gerekiyor. Ben genellikle İran’ın itirazlar karşısında idamları erteleyip daha sonra ise infaz etmesine şahit oldum. Umarım bu durumda üç genç idam edilmekten kurtulurlar.

Salgın henüz tam anlamıyla durulmadığı halde İran sürekli yeni gelişmelere sahne oluyor. Ülkede bir gündem maddesi de Haziran sonundan beri peş peşe görülen patlamalar: Önce Tahran’da bir Tıp merkezinde, sonra Huzistan’da bir elektrik santralindeki patlamalar ve Natanz Nükleer Tesisi’ndeki -resmi ifadeyle- kaza… Bu gelişmeler ülkede nasıl tartışılıyor? Kasım Süleymani sonrası İran’ı iyice sıkıştırmaya yönelik sistemli saldırılar olması mümkün mü?

İran’ın hassas askeri ve nükleer tesislerine sabotaj ve siber saldırılar yapılmış olabileceği hem İran’ın diaspora basını hem de dünya basınında tartışılıyor.

Başta Natanz nükleer tesisleri olmak üzere, İran içindeki bazı patlamaların sistematik bir takım saldırılarla yapıldığını düşünüyorum. Özellikle Natanz bölgesindeki patlamadan sonra İran devletinin güvenlik açısından bu aşamada açıklama yapmayacaklarını belirtmesi ve sonrasındaki çelişkili beyanlar elbette kafaları daha da karıştırdı. İran’ın hassas askeri ve nükleer tesislerine sabotaj ve siber saldırılar yapılmış olabileceği ciddi bir şekilde hem İran’ın diaspora basını hem de dünya basınında tartışılıyor. İran’ın içinde bulunduğu siyasi çalkantılar, yeni Meclis’le Ruhani yönetiminin gerginliği, yargının Ruhani ekibine yaptığı baskı, Ukrayna yolcu uçağının düşürülmesinden sonra Ruhani yönetiminin Devrim Muhafızları Ordusu ile gerginliğinin artması ve en önemlisi Dini Rehber Ayetullah Hameneyi’nin “genç ve Hizbullahi olan bir hükümet istiyorum” diyerek Ruhani yönetimini hedef alması ve İran’daki farklı devlet cenahlarının savaşının şiddetlenmesi İran içerisinde her türlü ihtimali dikkate değer kılıyor.

Geçtiğimiz günlerde New York Times’ta yayımlanan bir haberde Çin ve İran’ın 18 sayfalık bir işbirliği antlaşması üzerinde çalıştığını belirtiyordu. Habere göre söz konusu antlaşma finans, ticaret, altyapı yatırımları ve savunma sanayii alanlarında derin bir işbirliği öngörüyor. Bu gelişmeyi İran’ın ekonomik problemleri ve bölgedeki güç mücadeleleri ekseninde nasıl değerlendirirsiniz?

Aslında böyle bir anlaşmanın varlığını İran’ın eski Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad deşifre etti. Kendisi Gilan bölgesinde yaptığı bir konuşmada “Devlet bir yabancı ülkeyle 25 yıllık bir anlaşma imzalamanın peşinde ve kimse bu anlaşmanın maddelerinden haberdar değil. Millete sorulmadan böyle bir şey yapılamaz, kimse ülkenin sahibi değildir” dedi. Ahmedinejad’ın bu açıklaması pek çok tartışmayı da beraberinde getirdi.

Aslında 5 yıl önce İran Dini Rehberi Ayetullah Hameneyi, Çin lideri Xi Jinping’le yaptığı görüşmede iki ülke arasında olabilecek 25 yıllık bir stratejik anlaşmadan bahsetmişti. Nihayetinde 23 Haziran 2020 tarihinde Cumhurbaşkanı Ruhani ve Bakanlar Kurulu’nun tarafından İran ve Çin arasında 25 yıllık geniş bir işbirliği anlaşmasının taslağının incelenip onaylandığı duyuruldu ve bu anlaşmanın detaylandırılması ve gelişim süreci için İran Dışişleri Bakanı Cevat Zarif yetkilendirildi. Ortada bir taslak olsa da yayınlanmış resmi bir belge ve imzalanmış bir anlaşma yok ancak kulis bilgilerine göre bu anlaşmalar bölgesel ve küresel konular, kültürel ve insani konular, adli, askeri ve savunma konuları, yapısal ve ekonomi konularını kapsıyor. Henüz İran Meclisi gündemine gelen bir anlaşma yok ancak İran Anayasası’nın 77 ve 125. Maddelerine göre böylesi uluslararası anlaşmaların geçerli olabilmesi için mutlaka meclisin onayından geçmesi gerekiyor. Şu an İran Meclisi tamamen Dini Rehber Ayetullah Hameneyi’nin kontrolünde olduğundan bu anlaşma Meclis’e geldiğinde onaylanacaktır. Bu anlaşma elbette ABD ambargoları altında ezilmiş bir ekonomiye sahip olan İran için bir nefes borusu ve by-pass alanı olacaktır. Şüphesiz ABD’nin İran’a yönelik maksimum baskı politikası da düşünüldüğünde, olası bir anlaşma ABD-Çin-İran ilişkilerini bir hayli değiştirme potansiyeline sahip. Daha sağlıklı yorum ancak anlaşma resmileşip ve madde içerikleri belirlenince yapılabilir.

Yine geçtiğimiz günlerde Ayetullah Nouri-Hamedani ve Ayetullah Makarem Shirazi gibi Kum kentinden bazı önemli mollaların kötü ekonomik yönetimden dem vurarak hükümeti eleştirdikleri öne sürüldü. Bu olağan bir durum mudur? Mollaların ABD yaptırımları yerine ekonomi yönetiminin hedef almaya başlamalarını nasıl anlamak gerekiyor?

Böylesi seslerin yükselmesinin en önemli sebebi İran’da ayyuka çıkmış olan farklı cenahlar arasındaki iktidar savaşlarıdır. ABD ambargolarının ekonomiyi çökertmesi, bastırılamayan halk protestoları, rant pastasının küçülmesi, Ruhani yönetiminin son bir yılının kalmış olması, İran Dini Rehberi Ayetullah Hameneyi’nin hastalığı ve halefinin kim olacağı, İran’ın yeni 11. Dönem Meclisi’nin yapısı ve profili, Devrim Muhafızları ve İran Ordusu’nun pozisyonları gibi pek çok etkenden söz edebiliriz. Mevcut ekonomik krizde Ruhani’nin ekonomi yönetiminin suçu yok mu, elbette var ama konu bundan biraz daha girift bir halde önümüzde duruyor.

İran İslam Devriminin üzerinden 41 yıl geçti ancak halk tarafından seçilmiş Cumhurbaşkanı ile ömür boyu atanmış Dini Rehberin arasındaki yetki ve güç paylaşımı sorunu hiçbir zaman çözülmedi.

İran’da yıllardır çok ciddi bir iktidar savaşı var. İran İslam Devriminin üzerinden 41 yıl geçti ancak halk tarafından seçilmiş Cumhurbaşkanı ile ömür boyu atanmış Dini Rehberin arasındaki yetki ve güç paylaşımı sorunu hiçbir zaman çözülmedi. Cenahlar arasındaki iktidar mücadelesinin en önemli sebeplerinden biri de bu anayasal paradokstur. Örneğin; zaman zaman Ruhani’nin bir muhalefet partisi genel başkanı gibi şikâyetlerde bulunduğuna şahit oluruz, oysaki kendisi Cumhurbaşkanı olarak icranın başındaki kişidir ve dilediğini yapabilmelidir. Ancak Yasama, Yürütme ve Yargı erkelerinin başında olan ve nihai karaları veren kişi Başkomutan Dini Rehber Ayetullah Hameneyi’dir. Bu yetki karmaşası çok önemli sorunlar silsilesini beraberinde getiriyor. Ayetullah Hameneyi’nin “artık genç ve Hizbullahi bir hükümet istiyorum” demesi de Ruhani yönetimi aleyhine yürütülen iktidar savaşının bariz bir göstergesidir.

Ruhani yönetiminin şu an en önemli paradokslarından biri de yeni Meclis’le olan ilişkileridir. İran’ın Şubat ayında seçilen 11. Dönem Meclisi şu an başlı başına bir problem çünkü 41 yıllık devrim tarihinde en düşük katılımın sağlandığı ve sadece yüzde 42 ile seçilmiş bir Meclis var. Yani çok ciddi bir meşruiyet krizi İran Meclisi’ni esir almış durumda ve bu noktada meşruiyet desteği sağlayabilmek için de Meclis’te Dini Rehber Ayetullah Hameneyi’ye tam bağlı bir radikaller topluluğu var. En önemlisi de Meclis’in yeni başkanı olan Muhammed Bakır Galibaf, Tahran Belediye Başkanlığı yapmış, İran’ın en güçlü ve en kirli eski askerlerinden biri ve kendisi Dini Rehber Ayetullah Hameneyi’ye tam bağlı. Bu noktada da Cumhurbaşkanı Ruhani ve kabinesi üzerindeki Meclis baskısı gün geçtikçe daha da artıyor ve günah keçisi haline getiriliyor.

Temel amaç yolsuzlukla mücadele değil, diğer gruplara karşı tasfiye yoluyla üstünlük sağlamak.

Öte taraftan, iktidar savaşının en çetin geçtiği bir diğer alan ise Yargı Erki üzerinden verilen savaş. Yine Dini Rehber Ayetullah Hameneyi’ye tam bağlı olan Yargı Erki Başkanı İbrahim Reisi, İran devletinin farklı cenahlarına “yolsuzlukla mücadele” adı altında temizlik operasyonu yapıyor. Ancak burada temel amaç yolsuzlukla mücadele değil, diğer gruplara karşı tasfiye yoluyla üstünlük sağlamak. Daha da önemli bir konu, Dini Rehber Ayetullah Hameneyi kendisinden sonra yeni rehber olarak Yargı Erki Başkanı İbrahim Reisi’yi görmek istiyor ancak Reisi’nin geçmişi fazlasıyla karanlık ve kanlı. Yargı Erki Başkanlığı’na getirilmesi ve yolsuzluk operasyonları yapmasının asıl sebebi aslında bu karanlık imajını düzeltme çabasıdır. Özetle İran’da çıkan farklı seslerin sebebini cenahlar arası mücadeleyi görmezden gelerek açıklayabilmek mümkün değil.


Savash Porgham

1985 yılında İran’ın Urumiye şehrinde doğdu. Türk, Kürt ve Arap kökleri olan bir ailenin mensubu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktora eğitimini İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalında tamamlamıştır.

“Şövalyelik Mesleği Gazeteciliğin Keskin Kılıcı: Haber” kitabının yazarlarından. “Şövalyelik Mesleği Gazeteciliğin Uzmanlık Alanları” kitabının bölüm yazarı. 2012 yılı Aydın Doğan Vakfı Genç İletişimciler Araştırma/İnceleme Haberciliği ödülü sahibi. Ulusal ve Uluslararası basın mecralarında yayınlanmış haber, röportaj, makale ve çeviri çalışmaları bulunuyor.

(Visited 499 times, 1 visits today)
Close