Bu başlık eminim ki birçok kişiye şaşırtıcı gelmiştir. Bazıları dikkate alınmayacak bir makale olduğunu düşünüp esgeçmiştir. Covid-19 krizi ülkemizde patlak verdiğinde bu krizin ne denli yıkıcı olduğunu anlayan bir grup iktisatçı olarak bir çağrı metni yayınladık. Bu metin, kaleme alındığı tarih itibarıyla ülkemizde “Hazine’nin doğrudan Merkez Bankası’na borçlanmasını” öneren; yani bilindik tabirle “para basılmasını” öneren ilk metindi[1]. Takip eden günlerde birçok iktisatçı bu minvalde çözüm önerisi getirdi. Bu iktisatçıların çoğu, enflasyonun bu süreçte üçüncül/dördüncül öneme sahip olduğu kanaatiyle temelde para basma ile enflasyon arasında doğrudan bir ilişki olmadığını öne sürmüyorlardı. Lakin süreç içerisinde enflasyon ile para basmak arasında doğrudan ilişki olduğunu açıkça dile getiren bir üçüncü kitle de varlığını sürdürdü. Bu kişilerin, para basma önerisi getirenlerin bu öneriyle birlikte savundukları birtakım ek politika önerilerini de görmezden geldiğini söylemek yanlış olmaz. Dolayısıyla bu üçüncü grup, ortaya atılan tez ile doğru düzgün bir temas kuramadı denebilir.
Para Basmanın Modern Ekonomilerdeki Olağan Hali
Para basmak deyince birçok insan, paranın Merkez Bankası eliyle matbaada fiziksel olarak basıldığını düşünüyor. Fakat bu son derece yanlıştır. Çünkü bir ekonomideki basılmış kağıt paralar ile metal paralar, yani dolaşımdaki toplam fiziksel para miktarı, ekonomideki toplam para miktarının %5-8’ine tekabül eder. Dolayısıyla ekonomideki toplam para miktarının %92-95 kadarı, dijital olarak bankalar tarafından basılır. Bankalar bu parayı kredi olarak yaratırlar ve yarattıkları bu kredilere tekabül eden rezervi Merkez Bankasından talep ederler[2]. Ülkeden ülkeye değişmekle birlikte bu talepler, Merkez Bankasına genellikle 15 ile 30 günde bir yapılır. Dolayısıyla yaratılan kredi para , (t+1) zamanda karşılığı olan rezervi bulur. Ek olarak Merkez Bankalarının bu genişlemeyi, kısa dönem faiz oranlarını yükselterek sınırlandırması gerekmez. Çoğu zaman da bunu yapmazlar çünkü Merkez Bankalarının finansal sistemi savunucu bir rolü vardır. Dolayısıyla kısa dönem faiz oranlarını yükseltip olası likidite krizini tetiklemek en son isteyecekleri şeylerden biridir.[3] Bir not daha düşersek bu kısa özette paranın; hanehalkları ve firmalar gibi ekonomideki aktörlerin ihtiyaçları ekseninde, onların talebiyle yaratıldığı açıktır.
Enflasyonun Arz ve Talep Dinamikleri
İçinde bulunduğumuz çağda ekonomilerin para birimleri, herhangi bir altın veya gümüş gibi değerli madene endeksli değildir. Yani paranın yaratılması için ona endeksli değerli madenin üretilmesi gibi bir ön koşul yoktur. Bu para sistemine “itibari (Fiat) para sistemi” deriz. Bu para sisteminde para arzının genişlemesinin önünde herhangi bir engel yoktur. Burada paranın hakim biçimi, bankalar tarafından üretilen kredi paradır. Kredi para aynı zamanda satın alma gücüdür. Satın alma gücü enflasyonun talep yönlü itici gücüdür. Yapılan bilimsel çalışmalarda “yeni yaratılan satın alma gücünün” yani kredi genişlemesinin, enflasyonu pozitif olarak etkilediği görülmektedir. Bunu enflasyonun “Talep Çekişi” olarak adlandıralım.
Diğer yandan ekonominin üretim temelinde iki önemli değişken, enflasyonun arz dinamiğini temsil eder. Bunlardan ilki ekonomideki genel karlılık düzeyidir. Kar oranları, kapitalist sistemi tetikleyen ana unsur olduğu için kar oranlarının artması sermaye gruplarının iştahını kabartır. Dolayısıyla üretim kapasitesini ve çıktı miktarını artırırlar. Bu yüzden kar oranlarının enflasyona etkisi negatif yöndedir. Yani kar oranlarının artmasıyla tetiklenen yatırımlar, artan üretim kapasitesi ve çıktı miktarındaki artış ile enflasyonu aşağı doğru çeker.
Kar oranları, firmaların kredi taleplerinin bankalar tarafından gerçekleştirilmesi için en önemli etkendir diyebiliriz. Bankalar, firmalara kredi verirken firmaların kar üretebilme kapasitelerini dikkate alırlar. Dolayısıyla kar oranlarının krediler ile kurduğu dolaylı ilişki, kredileri tetikleyici olacağı için bu etki bünyesinde enflasyona pozitif bir katkı taşıyabilir. Kar oranları aynı zamanda birikim oranı olarak düşünüldüğünde sistemin maksimum büyüme kapasitesidir. Fakat bu büyüme kapasitesinin ne kadar kullanılacağını, kapitalistler arası rekabet belirler. Dolayısıyla yatırımların karlara oranı bize büyüme kullanım oranını verir (u=I/P). Büyüme kullanım oranı ise özünde kapasite kullanım oranı ile paralellik taşır. Bu noktada, enflasyon ile işsizlik arasındaki negatif ilişkiyi vurgulayan Phillips eğrisi ile bir paralellik kurmak adına kapasite kullanım oranını 1’den çıkarırsak “atıl kapasite kullanımını” elde ederiz. Bu aynı zamanda belli düzeyde bir işsizliğe tekabül eder. Dolayısıyla atıl kapasite kullanımı arttıkça işsizlik de artacak ve enflasyon aşağı doğru hareket edecektir.
Kar oranları ve büyüme kullanım oranı (atıl kapasite kullanımı) enflasyona negatif yönde etki ederek enflasyonu baskılayıcı dinamiklerdir. Bunlara da enflasyonun “Arz Direnci” deriz.
Klasik Enflasyon Teorisi
Yukarıda anlattığımız enflasyonun talep çekiş ve arz direnç mekanizmaları, bize modern ekonomilerde enflasyonun nasıl ortaya çıktığı konusunda çok önemli bir anlama kabiliyeti sunar. Ekonomik hayatın kötüye gittiği günlerde hükümetler teşvik (stimulus) politikaları ile talep düzeyini artırarak ekonomiyi uyarmaya çalışır. Bunu da yeni yaratılan satın alma gücü, yani kredi mekanizması ile yaparlar. Eğer ki basılan bu krediler ekonominin arz dinamikleri tarafından emilebilirse enflasyonist bir etki gözlemlenmez. Lakin bu teşvik politikalarının ölçüsü kaçarsa ve bu nedenle gereğinden fazla kredi genişlemesi ve gelir yaratımı talep düzeyini ve dolayısıyla ücretleri yukarı doğru itmeye başlarsa fiili (actual) kar oranlarını düşürebilir. Bunun nedeni de çok basittir: ücretin toplam gelir içerisindeki payı artarsa karların toplam gelir içindeki payı azalmaya yani kar oranları düşmeye başlar. Kar oranları, daha önce vurguladığımız üzere ekonominin birikim oranını ifade ettiği için fiili kar oranlarının olası çakılması, kredilerin firmalara akışının bozulmasına ve böylece yatırımların azalmasına yol açar. Böyle bir süreçte gereğinden fazla kredi pompalanması, arz dinamikleri tarafından emilemediği için hatta artan ücret düzeyi üzerinden kar oranlarını düşürdüğü için Stagflasyon; yani işsizlik ve enflasyon aynı anda ortaya çıkabilir.
Para Basılırsa Enflasyon Ortaya Çıkar mı?
Modern ekonomilerde paranın yaygın biçimi kredilerdir. Bir başka deyişle para, bankalar tarafından dijital olarak her an talep doğrultusunda basılır. Krediler aynı zamanda satın alma gücüdür. Kredilerin genişlemesi ya da ekonomideki para miktarının artması, arz dinamikleri tarafından emilirse enflasyonist süreç vuku bulmaz. Lakin yeni yaratılan satın alma gücü (kredi genişlemesi), ekonominin büyüme kapasitesinin ötesinde bir genişleme sergilerse bu paranın tamamı ekonominin arz dinamikleri tarafından emilemez. Dolayısıyla enflasyonist etki ortaya çıkabilir.
Sonuç olarak para basmanın doğrudan enflasyonist bir etki doğuracağını söylemek yanlıştır. Para zaten her an bankalar tarafından kredi talebi ile dijital olarak basılmaktadır. Paranın enflasyon yaratıp yaratmayacağı sorusunun cevabı, basılan paranın (yeni satın alma gücünün) ekonominin arz dinamikleri tarafından emilip emilemeyeceğinde saklıdır.
[1] https://www.birgun.net/haber/iktisatcilardan-acil-ekonomi-politikalari-cagrisi-292551
[2] Bu rezervi, rezerv fazlası olan diğer bankalardan hatta “serbest kur rejiminde” yurtdışındaki bankalardan dahi talep edebilirler.
[3] Bu konuda daha önce gergedan.press’te basılan Merkez Bankası Politikalarını Yeniden Düşünmek ve Sabri Öncü ile yapılan röportaj metinlerine bakabilirsiniz.