Özel mülkiyetin hakim olduğu kapitalist sistemde açıkça görüldüğü üzere, çalışma yaşındaki nüfusa ne kadar iş imkanı sağlanacağı kapitalistlerin aldığı kararlar doğrultusunda belirlenir. Kapitalistler aldıkları kararlar ile birbirlerini etkileyerek genel yatırım iklimini var ederler. Dolayısıyla sayısız bireysel kararların sonucu olarak iktisadi yaşam sürerken merkezi bir kontrol veya planlama yoktur.
Kapitalist sistemde üretilen ürünler ve sunulan hizmetlerdeki yegâne amaç kârlılıktır. Mal ve hizmet çıktısının miktarı, onlara olan talebe bağlıdır. Burada dikkate alınan talep, kişilerin arzu ve ihtiyaçları ile bağdaşmaktan öte parasal harcama ile sıkıca ilişkilendirilir. İçinde yaşadığımız bu sistemde çok iyi bildiğimiz üzere; işsiz kitleler, atıl durumdaki üretim araçları ve ekilmeyi bekleyen boş araziler ve benzeri üretici kaynaklar atıl haldedir. Talep düzeyi yetersizken ekonomideki çıktı miktarı mümkün olan maksimum düzeyinin altında seyreder.
Peki, bu talep noksanlığının kaynağı nedir? Kişilerin mal ve hizmet talepleri, onların gelirlerine göre belirlenir. Yüksek gelir sahibi bir kişi, gelirine paralel olarak yüksek tüketim harcamalarına sahiptir. Gelir, harcamaların kaynağı olmasının yanı sıra harcamaların da bir sonucudur. Bir kişinin geliri diğerinin harcamasından elde edilir. Harcamalar arttıkça ekonomideki toplam gelir düzeyi de artar. Dolayısıyla buradan hareketle eğer ki kaynaklar atıl haldeyse, bu durum kaynakların verimsiz yönetiminin sonucudur. Yapılması gereken, ekonomik aktiviteyi ve gelir düzeyini, mal ve hizmetlerin üretilmesi için onlara olan talebi var etmek için artırmaktan başka bir şey değildir.
Bireyler gelirlerinin tümünü harcamazlar. Yaşam standartları gereği gelirlerinin bir kısmını, gelecekteki olası ihtiyaçlar ve zor durumlar için tasarruf ederler. Tasarruf edilen bu kısım aynı zamanda bir refah kaynağıdır. Refah, geleceğin belirsizliği söz konusu olduğunda insana güven duygusu veren maddi bir kaynaktır. Dolayısıyla insanlar gelirlerinin tamamını harcamak yerine bir kısmını refah unsuru olarak biriktirirler. Eğer ki bu tasarruflar doğrudan reel sermayeye (konut, üretim araçları vb.) olan talebi tetiklerse ekonomi için sorun teşkil etmeyebilir. Bu durumda tıpkı harcama düzeyinin tüketim mallarını tetikleyerek istihdamı uyardığı gibi toplam tasarruf düzeyi de sermaye mallarını tetikleyerek istihdam düzeyini artırabilir. Dolayısıyla tasarruflar işsizliğin nedeni olarak öne sürülemez. Fakat tasarruflar, sermaye mallarına olan talebin kaynağı değildir. Sermaye mallarına olan talebi, ticari işletmelerin aldıkları üretim kararları tetikler. Bu kararlar ise işletme sahipleri sermaye yatırımlarını kârlı gördüğü taktirde sermaye mallarına olan talebi tetikler. Dolayısıyla insanların bireysel olarak refahlarını artırmak için gelirlerinden tasarruf yapması, kapitalistlerin sermaye yatırımı yapmasını herhangi bir şekilde teşvik etmez. Sermaye yatırımlarının kârlılığı, üretilmiş olan tüketim mallarına olan talep düzeyine bağlıdır. Eğer ki bireyler tasarruf etmeyi tercih eder ve dolayısıyla doğrudan tüketim harcamalarına yönelmezlerse kapitalistlerin yeni sermaye yatırımlarının düşmesine neden olabilirler. Yani bireylerin tasarruf kararları, sermaye mallarına olan talepte artışa neden olmadan tüketim mallarına olan talebin düşmesine neden olabilir. Bu yüzden işsizlik ortaya çıkabilir. İşsizliğin boyutu, kapitalistlerin yeni sermaye yatırımlarını ne kadar kârlı bulduğuyla ilgilidir.
Tasarruf düzeyi artarken tüketim mallarına olan talep azalır. Tasarruf etmek harcamamak anlamına geldiği için kapitalistler sermaye mallarına olan yeterli talep düzeyini gerçekleştirmekte güçlük çekerler. Dolayısıyla talep düzeyinin yetersiz olması, sermaye mallarının atıl halde kalmasına ve işsizliğin artmasına neden olur. Bunun nedeni insanların bu mal ve hizmetlere ihtiyacı olmaması değil; talep düzeyinin kapitalistler için kâr elde edecek kadar yeterli olmamasıdır.
Sonraki bölüm: Yatırım ve Tasarruf
Not: Joan Robinson’ın “Introduction to the Theory of Employment” kitabının ilk bölümünden çevrilip derlenmiştir.