T.B.M.M.’nin Libya tezkeresinin üzerinden bir ay geçmişti. Rusya’nın desteklediği General Halife Hafter ile Türkiye’nin desteklediği Ulusal Mutabakat Hükümeti arasındaki ateşkes görüşmeleri bir türlü sonuç vermiyordu. Suriye’de merkezi hükümet güçleri İdlip’teki ilerleyişini Türk gözlem noktalarına karşın sürdürüyor, Beştepe ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın programında yer alan Kiev ziyaretine hazırlanıyordu. 3 Şubat Pazartesi günü öğle saatlerinde haber kanalları bir son dakika gelişmesi girdiler: İdlip’te, Suriye Ordusu tarafından gerçekleştirilen topçu atışında 4 asker hayatını kaybetmiş, 1’i ağır 9 kişi de yaralanmıştı. Şehit sayısı daha sonra 8’e çıktı. Bir hafta sonra 10 Şubat’ta gerçekleşen yeni bir saldırıda 5 askerimiz daha hayatını kaybetti.
İki saldırıyı takip eden diplomatik temaslar henüz bir sonuç vermedi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, iki duce, İdlip üzerinden restleşmesini sürdürüyor. Dün karşılıklı kararlılık mesajları pekiştirildi. Ak Parti grup toplantısında konuşan Erdoğan, “İdlib harekatı artık an meselesidir. Rejime ve onu cesaretlendirenlere İdlib’i bırakmayacağız.” sözleriyle iki duce arasında tansiyonun daha da yükseleceğinin sinyallerini verdi. Ergin Yıldızoğlu’nun pazartesi günkü köşesinde yaptığı benzetmeye uygun olarak İdlip’te şu an Türkiye ile Rus-Suriye orduları arasında bir mexican standoff* durumu söz konusu.
Ergin Yıldızoğlu’nun pazartesi günkü köşesinde yaptığı benzetmeye uygun olarak İdlip’te şu an Türkiye ile Rus-Suriye orduları arasında bir mexican standoff* durumu söz konusu.
Türkiye – Rusya ilişkilerinin yakın tarihine baktığımızda olumlu/olumsuz ivmelerin ilişkilerin bütününü yansıtmakta yetersiz kaldığını, bu nedenle dönemsel bir tasnifin pek mümkün olmadığını görürüz. Türkiye-Rusya ilişkileri farklı alanlarda farklı yönde gelişmeler gösterebilmektedir. Başlıktaki “iki cephe”ye konu olan güvenlik alanında, hem Osmanlı ile Çarlık Rusya’nın dört yüzyıla yayılan savaşlarından hem de Soğuk Savaş kodlarından miras tehdit algılamaları, her iki ülkenin karar alma süreçlerinde de etkisini korumaktadır. Üstelik Soğuk Savaş sonrası dönemde de bu iki ülke, önce Kafkasya ve Orta Asya’da ardından Suriye’de girdikleri nüfuz alanları çatışmasıyla karşılıklı güvensizliği derinleştirmişlerdir.**
Birinci Cephe
Rusya, Şam yönetiminin beka sorunu yaşadığı bir dönemde yaptığı çağrıyla fiilen 2015 yılında girdi Suriye Savaşı’na. IŞİD’e ve diğer silahlı muhalif gruplara yönelik hava saldırıları Suriye İç Savaşı için bir dönüm noktası oluşturdu. Esad’ın kontrolünü kaybettiği kentlerde yeniden ilerleyişi bu tarihte başladı. Operasyonların Türkiye sınırına çok yakın bölgelerde Türkiye destekli grupları (Bayırbucak Türkmenleri gibi) hedef alması, Ankara-Moskova gerilimini tırmandırdı. Tam da bu sırada dönemin ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Şili’de yaptığı bir açıklamada, NATO müttefiki Türkiye’nin uluslararası hukuktan doğan haklarını hatırlatması ve “Türkiye, sınırlarını ihlal eden Rus uçaklarını düşürebilir” sözleri, bir buçuk ay sonra yaşanacakların habercisi gibiydi. 24 Kasım 2015’te Türk savaş uçakları, sınır ihlali yaptığı gerekçesiyle SU-24 tipi Rus uçağını düşürdü. Bu tarih, ikili ilişkilerde travmatik bir kopuş teşkil edecekti.
Ankara’da sıcak siyaset ve Suriye’de değişen dengeler, iki ülke arasındaki bu kopuşa son vermek için gereken bütün koşulları kısa süre içerisinde oluşturdu.
Ankara’da sıcak siyaset ve Suriye’de değişen dengeler, iki ülke arasındaki bu kopuşa son vermek için gereken bütün koşulları kısa süre içerisinde oluşturdu. Türkiye’nin Ortadoğu politikasının mimarı Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun 2016 başında saray destekli Pelikan muhtırasıyla istifaya zorlanmasını, 15 Temmuz Fethullahçı darbe girişimi takip etti. Bu iki tarih arasında Beştepe’den Kremlin’e giden özür mektubuyla iki duce arasında yeniden temas kuruldu. Ardından Türk duce, darbe girişimi sonrası ilk ziyaretini 9 Ağustos’ta Saint Petersburg’a yaparak okyanus ötesine bir mesajı verdi. Konspiratif Karlov suikastına rağmen Astana süreci, Zeytin Dalı Harekatı (Afrin), S-400 Antlaşması ve Soçi mutabakatı iki duceyi Suriye’de yakınlaştırmıştı. Ancak giderek daha da yalnızlaşan ve yalnızlaştıkça tıpkı ilham aldığı Abdülhamit gibi etrafını saran kurmaylarına/danışmanlarına daha çok yaslanan Türk duce, Suriye’de İdlip’e sıkışan silahlı radikallerle ilişkisini koparmadığı gibi Suriye Milli Ordusu (düzensiz ve güvenilmez Özgür Suriye Ordusu’nun yeniden biçimlendirilmiş şekli) ile sahadaki nüfuzunu her fırsatta genişleterek masada elini güçlendirdi. Bu da Kremlin’le ipleri yeniden kopma noktasına getirdi.
İki hafta önce Türk Silahlı Kuvvetleri’ne İdlip’te düzenlenen saldırı, birinci cephenin ilk sıcak temasıydı; çok geçmeden ikincisi geldi. Her iki saldırının ardından iki duce iki kez telefon görüşmesi gerçekleştirdiler. Dışişleri Bakanları Lavrov ve Çavuşoğlu, Münih Güvenlik Konferansı’nda bir araya geldiler. Bu üst düzey temaslara paralel olarak Rus diplomatik heyetin Ankara ziyareti ve Türk heyetin Moskova ziyareti gerçekleşti. Her iki müzakereden de henüz somut bir sonuç alınamadı.
Gergedan’da yayımlanan “Suriye Savaşı Başladığı Yerde” başlıklı yazımızda İdlip düğümünün neden kolay çözülemeyeceğine değinmiştik. Rusya ile yürütülen diplomatik sürecin sonuçsuz kalması ve Washington’dan gelen mesajlar düğümün daha da karmaşık bir hal aldığını gösteriyor. Erdoğan’ın dünkü Ak Parti grup toplantısında meşhur “bir gece ansızın gelebiliriz” sözlerini yeniden kullanması da bunun delili.
İkinci Cephe
Dünyanın gözü bir süredir Libya’da, Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile General Halife Hafter ordusu arasındaki çatışmadaydı.
Bu, dış politikada II. Abdülhamit’i örnek alan Türk duce’nin, Rus duce ile şizofrenik ilişkisinin yeni bir evreye girdiğinin ilk işareti oldu.
İsrail, Yunanistan, Mısır ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nden oluşan Doğu Akdeniz Enerji Forumu karşısında askeri güç kartını oynayan Türkiye’nin, 27 Kasım 2019’da UMH ile yaptığı anlaşma Libya’da denklemi daha da karmaşık hale getirmişti. Rusya, Fransa, Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin desteklediği Hafter’e karşı Mustafa Fayez al-Sarrac başbakanlığındaki UMH’yi destekleyen Türkiye, muhalefetin eleştirilerine karşın Meclis’ten geçen tezkere ile Libya’daki angajmanını artıracağını gösterdi. Bu, dış politikada II. Abdülhamit’i örnek alan Türk duce’nin, Rus duce ile şizofrenik ilişkisinin yeni bir evreye girdiğinin ilk işareti oldu. Libya meselesi bu ilişkide yeni gelişmelere gebe halde sürüyor.
Beştepe’nin dış politikasındaki etkili isimlerinden SETA Genel Koordinatörü Burhanettin Duran, Sabah gazetesindeki köşesinde Türkiye ve Rusya’nın Libya’da karşı karşıya gelme ihtimalinin abartıldığını yazmasının[1] üzerinden iki ay geçmedi ki İdlip krizi Libya’yı da alevlendirdi. Rus basınında Türkiye’nin Suriyeli savaşçıları, Hafter’e karşı Libya’ya taşıdığı haberleri yeniden gündem oldu. Rusya’nın da Wagner adlı bir şirket üzerinden Libya’da paralı askerleri kullandığı biliniyor. Türkiye denizaşırı bir ülkede, düzenli bir ordu ve onunla hareket eden vekil güçlerin saldırısı altındaki UMH’yi nereye kadar tutabilir? Bunun ekonomik ve lojistik gereklilikleri karşılanabilir mi? Kuşkunuz olmasın SETA elbette bunları da düşünmüş ve gerçekçi öngörülerde bulunmuştur.
Sonuç
Türk duce, İdlip saldırısının hemen ardından gittiği Kiev’de üçüncü bir cephenin sinyalini verdi. Ukrayna askerlerini selamlarken kullandığı “Şan olsun Ukrayna’ya” anlamına gelen “Slava Ukraine” sözünün Nazi yanlısı Ukrayna Milliyetçiler Örgütü’nün selamı olduğundan haberi var mıydı bilmiyoruz ama Rus basınında çok ses getirdiği görülüyor.
Söz konusu işbirliği alanlarında hangi ülkenin menfaatinin ağır bastığını ve yaptırım güçleri arasındaki dengesizlik oranını iki duce de çok iyi biliyor.
Zelenskiy’le ilişkileri derinleştirme kararlarının ardından Türkiye’ye dönerken uçakta verdiği demeçte Kırım’ın ilhakına tepki gösteren duce, temkinliliği de elden bırakmıyor ve Rusya’yla ciddi bir çatışmanın yaşanmaması için dört sebep sıralıyor: Akkuyu’daki nükleer santral projesi, Türk Akım Projesi, S-400 ticareti ve turizm[2]. Bir alandaki çelişkinin, diğer alandaki işbirliğini doğrudan olumsuz etkilemediği bu şizofrenik ilişkinin doğası gereği; işbirliği ve ortaklıkların, iki ülkeyi güvenlik alanında uzlaşmaya mecbur kılmadığını öne sürebiliriz. Kaldı ki söz konusu işbirliği alanlarında hangi ülkenin menfaatinin ağır bastığını ve yaptırım güçleri arasındaki dengesizlik oranını iki duce de çok iyi biliyor.
Aynı zamanda o uçağın devamlı konuklarından olan Burhanettin Duran, 8 Şubat’taki yazısında ise İdlip krizi üzerinden Amerikancı ve Rusçu tezlerin çatıştığını, bazı çevrelerin başka ülkelerin lobileri gibi çalıştığını yazıyordu. Duran’a göre, bu lobilerin ideolojik yaygaralarını umursamayarak milli çıkarlar doğrultusunda mukavemet edebilmek gerekiyor[3]. Duran’ın kaçırdığı ya da sakladığı nokta şu: Türkiye’nin milli menfaati Suriye’nin kuzeydeki kantonlar dahil toprak bütünlüğünün sağlanmasında, büyük güçlerle hiçbirine göbekten bağlanmaksızın dengeli bir ilişki kurulmasında, Doğu Akdeniz’de stratejik ve egemen müttefikler bulmasında. Bundan ötesi “ideolojik yaygara”.
* Silahların üçlü şekilde birbirine doğrultulduğu, hiçbir tarafın silahların patlamasından çıkarının olmadığı ama kimsenin de silahını indiremediği kovboy filmlerinin meşhur sahnesi
** Bu güvensizlik, belirttiğimiz
üzere topkeyûn bir çatışma anlamına gelmemektedir. Türkiye ve Rusya bu
jeopolitik rekabete eş zamanlı olarak ticaretten enerjiye, turizmden silah
sanayiine önemli işbirlikleri kurabilmiştir.
[1] https://www.sabah.com.tr/yazarlar/duran/2019/12/21/libyada-rusya-ile-kapisir-miyiz
[2] https://www.iletisim.gov.tr/turkce/haberler/detay/cumhurbaskani-erdogan-ukrayna-ziyareti-donusu-gazetecilerle-soylesi-gerceklestirdi
[3] https://www.sabah.com.tr/yazarlar/duran/2020/02/08/tek-eksen-milli-cikar