Written by 09:07 Makaleler

Neo-Liberalizmden Neo-Merkantalizme mi?: Bir Geçiş Dönemi

Doğukan Taşkıran yazdı.

Giriş

Küresel kriz, korumacılığın yükselişi, Brexit, ticaret savaşları ve COVİD-19 pandemisiyle dünya eski zamanlardan hatırladığı bir döneme geri dönüyor: devletçilik çağı. 2008 kriziyle yara alan küreselleşme ve ülkelerin ulusal sınırlarına geri dönmeye başlamasıyla birlikte devletlerin egemenlik alanlarını yeniden tahsisi ve güç merkezli politikaların doğuşu, özgün bir çağa girmekte olduğumuzun göstergesi.

Ulusal iktisadi rejimlerde yaşanan değişimlere paralel, uluslararası politik rejimler de gelişiyor. Hangi yöne giderse gitsin, doğmakta olan bir uluslararası iktisadi sistemin şafağında yaşıyoruz. Yine de küreselleşmeye bitmiş bir süreç gibi bakarak 1930’ların dünyasına döndüğümüzü kesin şekilde ilan etmek için erken. Buna rağmen, neo-liberalizmin uluslararası ilkelerinin zayıfladığı ve neo-merkantalizmin ilkelerinin görünürlük kazandığını tespit etmek gerekmektedir.

Bu yazıda neo-liberalizmden neo-merkantalizme geçiş sürecinin görüngüsü, uluslararası politik ekonomi (UPE) disiplini bağlamında tartışılacak; muhtemel bir geçiş döneminin olanakları ele alınacak ve tarihsel karşılaştırması sunulacaktır.

Neo-Liberalizm

Literatüre girdiği günden bu yana neoliberalizm tanımı karmaşıktır. Farklı dönemlerde farklı anlamlara karşılık gelen neoliberalizm tanımları bulunmaktadır. Bu nedenle neoliberalizmi geliştiği tarihsel süreç içinde, bizzat bugünkü gibi bir sürece yanıt olarak görüp anlamak gerekir. Tarihsel olguların gelişimi açısından spesifik bir döneme denk gelmesi ve ardından çeşitli isimler altında küreselleşmiş bir olguya dönüşmesi, neo-liberalizmden ne anlamamız gerektiğine dair ayrıntılı ipuçları vermektedir.

Bu yazı dahilinde neo-liberalizmin kökenleri, 1970’lerin ortasından başlayıp 1980’lerin başında sona erdirilen stagflasyon[1] krizinde aranmalıdır. Kabaca 1974-1982 yıllarında merkez ülkelerde süregelen stagflasyon krizi, 1960’ların ortalarında filizlenen bir krizin sonucunda ortaya çıkmıştır. ABD’de Chicago Okulu ve İngiltere’de Mont Pelerin Topluluğu tarafından temsil edilen neo-liberalizmin ilk örneğine Milton Friedman’ın Neo-Liberalism and Its Prospects yazısında rastlanmaktadır. Friedman neo-liberalizmi, 19. yüzyılda bireyin radikal rolü ve bunun laissez-faire politikası çerçevesinde tanımlamıştır. (Friedman, 1951, s. 89-93)

Kısaca 19. yüzyıl liberalizmine bir geri dönüşü ifade eden neo-liberaller, devlet müdahalesinden arındırılmış bir serbest piyasa ekonomisinin, iktisadi aktörlerin bireysel çıkarıyla çıkarıyla uyumlu olduğu iddiasına sahiptirler. Fakat hem neo-liberalizmin ortaya çıkışının özgün koşullarının yalıtılmış bir teorik tartışmadan daha fazlası olması, hem de aynı iktisadi aktörlerin sahip olduğu yeni sermaye birikim şeklinin bu modelle yükselmesi, onu teorik bir tartışmadan daha fazlası yapar. Örneğin, David Harvey’e göre neo-liberalizm, “uluslararası kapitalizmi yeniden örgütlemeyi amaçlayan ütopik bir proje” ve “iktidarı ekonomik seçkinlere iade edip sermaye birikimi için gereken koşulları yeniden oluşturmaya yönelik siyasi bir proje” olarak tanımlanmaktadır. (Harvey, 2015, s. 27) Ben Fine ve Alfred Saad-Filho tarafından çeşitli maddelerle tanımlansa da birkaç özellik ön plana çıkmaktadır: devlet-piyasa ilişkisinin değişmesi ve serbestleşme, güç dengelerinde kayma, finansallaşma, sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi. (Fine & Saad-Filho, 2016, s. 1-22) Gerard Dumenil ve Dominique Levy ise bunu kapitalizm içinde hakim sınıfların üst fraksiyonlarının bir düşüş sürecinden sonra, güç ve gelirlerinin yenileştirildiği bir güç yapılandırması, başka bir deyişle finansal hegemonya kavramıyla tanımlamaktadırlar. (Duménil & Levy, 2003, s. 2)

Neo-liberal proje, ilgili tanımlamalardan ve tarihsel doğuşundan anlaşılabileceği üzere, emek hareketinin geriletilmesi için bir taarruz gibi ortaya çıkıyor.

Neo-liberal proje, ilgili tanımlamalardan ve tarihsel doğuşundan anlaşılabileceği üzere, emek hareketinin geriletilmesi için bir taarruz gibi ortaya çıkıyor. ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher’ın politikalarında sermayenin birikim krizinden çıkması, ancak toplumsal iktisadi değerin üretiminde emeğin payının geriletilmesiyle mümkündü. Aşağıdaki grafikte şayet sermaye kendi çıkarına politika izlemeseydi ABD’deki kâr oranlarının düşeceği seviye, kesik çizgiyle ele alınmaktadır:

ABD’de Stagflasyon Sonrası Kâr Oranlarının Müdahale Varlığı ve Yokluğuna Göre Seyri (Shaikh, 2011, s. 50)

Sermaye birikim krizinden kurtuluşu simgeleyen neoliberalizm, en yüksek ifadesini Washington Uzlaşısı’nda bulmuştur. Latin Amerika’daki politikaları adlandırmak için kullanılan kavram, daha sonra dünyadaki tüm neoliberal politikaların kendiliğinden gelişmiş uzlaşısını ifade etmek adına küresel ölçekte genişletilmiştir. Uzlaşı, üç kavramsal parolayla özetlenebilir: serbestleştirme, kuralsızlaştırma, özelleştirme.  Böylece iktisadi kısıtlama ve kontrollerden sıyrılarak özgürleşen sermaye, regülasyonların ortadan kaldırılarak kamu kuruluşlarının özelleştirme yoluyla kendi eline geçtiği küresel bir ortama kavuşmuştur. (Williamson, 2004-2005, s. 196)

Neo-Merkantalizm

Neo-merkantalizmin uluslararası politik ekonomide pek çok farklı görünümü bulunmaktadır. Fakat genel itibariyle neo-merkantalizmin güç konsepti yönünde örülmüş iki yönlü bir düşünce olduğu söylenebilir: politik yön ve iktisadi yön. İki yön de günün sonunda müdahaleci, korumacı, güç merkezli bir konsept etrafında buluşmaktadır.

Neo-merkantalizmin kökenleri, düşüncenin kurucuları olarak görülen Friedrich List’e ve Alexander Hamilton’a kadar götürülmektedir. Görüşün en detaylı açıklaması List’in tezlerinde görülse de Hamilton’a da değinmekte fayda var.

Report on Manufactures adlı raporda Hamilton, ABD’deki imalat sanayisinin durumunu değerlendirerek imalatın neden tarıma üstün olduğuna ve geliştirilmesi gerektiğine dair birtakım önerilerde bulunmaktadır. Hamilton için ana amaç, yabancılar tarafından inşa edilecek bir imalat sanayisinden ziyade yerli sanayinin desteklenmesidir. Böylece ulusun ve hükümetin gelirleri yükselebilecektir. Hamilton, bunun yapılması için altı koşul öngörür: iş bölümü, makine kullanımının genişletilmesi, ek istihdam, yabancı ülkelerden göç teşviki, yetenek çeşitliliği için kapsam arttırılması, girişim için geniş-çeşitli bir alan sağlanması, bazı durumlarda toprak ürünü için istikrarlı bir talep yaratmak. (Hamilton, 1997, s. 39-40)

Görüldüğü üzere imalat sanayisinin gelişmesi için gerekli bu politikaların doğrudan güdücüsü devlettir. Bunu sübvansiyon, regülasyon ve gümrük silahlarıyla uygulayabilmektedir. Örneğin aynı yerde Hamilton, ABD’nin Avrupa’yla eşit şartlarda mübadelede bulunamayacağını çünkü karşılıklılık ilkesi eksikliğinin imalattan kaçınarak tarımla sınırlı bir ekonomi oluşturacağını iddia etmektedir. (a.g.e., 1997, s. 41) Bu açıdan devlet, sanayinin korunması rolünü üstlenir.

Friedrich List cephesindeki durum da sanayinin gelişmesiyle ilgilidir. Döneminde liberal kozmopolitan görüşün, bireysel mübadele ile küresel ekonomi arasında kurduğu politik ekonomik ilişkiyi reddeden List; gerçek ikiliğin ulusal ve uluslararası bir çelişkide mevcut olduğunu belirtmiştir. (İnce, 2016, s. 382) Böylece List için öncelikli olanın bireysel refahtan çok ulusal refah olduğu, ekonominin öncelikli işlevinde göz önünde bulundurması gereken ölçütün ulusal bir anlayış olması gerektiği açıktır. Bu anlayışın bilimsel temeli, mevcut dünya koşullarında verili bir ulusun nasıl refah, medeniyet ve güç elde edeceğiyle sınırlandırılmıştır. (Helleiner, 2002, s. 312) Fakat şunu belirtmek gerekir: günümüz neo-merkantalistlerinin teorilerindeki hâkim tonun korumacılık-müdahale üzerine olmasına karşın neo-merkantalist politikalar, özünde serbestlik karşıtlığı içermemektedir. Teorinin tarihsel yazımlarında uluslararası rekabetin ancak eşit uluslar arasında olabileceği belirtilmektedir. Korumacı politikalar aracılığıyla bebek sanayi ulusal ölçekte bir kez geliştiği anda, tıpkı List’in tarım politikalarında öngördüğü gibi serbest rekabet gerçekleştirilebilecektir. (Harlen, 1999, s. 741)

Neo-merkantalizm, politika ve iktisadın güç konsepti etrafında örüldüğü ve son kertede amacının ulus/devlet gücünü artırmak olduğu bir düşünce olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sonuçta belirtildiği gibi neo-merkantalizm, politika ve iktisadın güç konsepti etrafında örüldüğü ve son kertede amacının ulus/devlet gücünü arttırmak olduğu bir düşünce olarak karşımıza çıkmaktadır. Politik tarafta devletin amaçlarına uygun bir piyasa oluşturmak, iktisadi tarafta ise sanayinin ve uluslararası ticaretin ulusal ekonomi yararına genişletileceği bir düzen öngörülmektedir.

Çağların Tarihsel Tekerrürü

Neoliberalizmden neo-merkantalizme geçiş, özünde çok daha önemli bir soruyu sormayı gerektiriyor: Serbest ticaret ile korumacılığın ve devletçilik ile piyasacılığın birbirini ikame ettiği bu sürekli döngünün [2] kaynağı nereden gelmektedir? Bu döngünün kaynağı günümüze özgü müdür, yoksa tarihte başka örnekleri de bulunmakta mıdır? Soruya cevap vermek adına önce klasik merkantalizmin ve liberalizmin, ardından ikisinin yeni versiyonlarının açığa çıktığı koşulları sorgulamak gerekir. Bu koşulların birinci akımı kapitalizmin doğuş anında, ikinci akımı ise geçtiğimiz yüzyılın çelişkilerinde aranacaktır.

Ekonomide yeni tarım yöntemlerinin yarattığı kârlılık, dünya pazarının genişlemesi, ticarette devlet tekellerinin gelişmesi ve imalatın doğuşunun yarattığı sektörleşme gibi çeşitli yenilikler, devletler sisteminin farklı bir mantık tarafından içerilmesini sağlamıştır. 16. yüzyıldaki sermaye genişlemesinin yarattığı muazzam iktisadi ölçekle birlikte paralel gelişen merkantalist aşama, dünya pazarının genişlemesine önemli katkılarda bulunmuştur.

Andre Gunder Frank’in 16. yüzyılı genişleme dönemi olarak adlandırmasına karşın 17. yüzyılı bunalımla anması, sermaye birikiminin döngüsel krizlerini tespit etmede önemlidir. 16. yüzyıl sermaye birikiminin görece sorunsuz genişlemesi, niceliksel ve niteliksel anlamda kapitalizmin merkantalist bir biçimde genişleyip yoğunlaşmasına şahit olmuştur. (Frank, 1978, s. 52) 16. yüzyılın uluslararası ilişkilerinin görece sorunsuz ve istikrarlı ilerleyişi, 17. yüzyıl bunalımının yarattığı birçok büyük olayla bozulmuştur. İtalya’nın, Osmanlı’nın, İspanya’nın gerileme dönemine girmesi, İngiltere’nin bir iç savaş ve Şanlı Devrim’le sarsılması, farklı sınıfsal temellerde örülen mezhepsel gerilimler ve Otuz Yıl Savaşları gibi olaylar dünya pazarının geriliminin politik sonuçlarıdır. Frank, Braudel, Hobsbawm gibi yazarların ortak şekilde geliştirdiği üzere 17. yüzyıl bunalımının temelinde kâr oranlarının düşmesinin yarattığı bir sermaye birikim krizi yatmaktaydı. (a.g.e., 1978, s. 67) Fiyatların ani düşüşünün yarattığı kârlılık sıkışması, hem yatırımları hem de tarımsal çıktı oranını etkilemiş; bunun faturası döneminin toprak sahibi sınıfı feodal aristokrasiye kesilmiştir. Devletin kademelerinde güçlü konumda bulunan aristokrasi, Otuz Yıl Savaşları’nda ve İngiliz İç Savaşı’nda görüleceği üzere 16. yüzyılda ittifak halinde olduğu ticaret burjuvazisine karşı açıktan cephe almıştır.

16. yüzyılda genişleyen sermaye birikiminin hem feodal aristokrasiyi hem de burjuvaziyi zenginleştirmesi, toplumsal ittifak halinin geçerliliğini sağlamıştı. Devlet aygıtı, burjuva-aristokrat ittifakıyla genişleyen dünya pazarında, artık kapitalizmin safında olması gerektiği bir konum içinde bulunuyordu. Bir örnek vermek gerekirse, 16. yüzyılda Fransa’da Tabakalar Meclisi’nin (États Généraux) halk sınıflarını kapsayacak biçimde yeniden inşası bir tesadüf değildir. Buna karşın hem kapitalizmin henüz genelgeçer hakim sistem olamaması hem de burjuvazinin devlet aygıtını ele geçirememesi, merkantalist mantığı henüz değiştirmemiştir. Yani merkantalizm, doğmakta olan sermayenin devlet aygıtı tarafından tekel ve koruma politikalarıyla dış rekabetten korunduğu bir dönemle özdeşleşmektedir. Hamilton ile List’in metinlerindeki yeni yeşeren imalat sermayesine dair merkantalist vurgular, bu kaynaktan beslenir.

Neo-merkantalizm hususunda ise daha farklı bir konumla karşı karşıyayız. Burada doğmakta olan bir sermaye yerine bütün dünyaya hakim ve dünya pazarı tarafından içerilmiş bir sermaye yapısı bulunmaktadır. 17. yüzyıl dünyasındaki korumacı görüşlerin filizlenmesi dahi dünya pazarının bunalımına bir işaretti. Zaman zaman farklı koruma eğilimlerinin de aynı kriz mantığı tarafından içerildiği görülebilmektedir. 1873-1896 arası bunalımının 19. yüzyıl sonunda korumacı ve serbestleşme-deregülasyon karşıtı bir dünya inşa etmesi sermaye krizini doğrudan yansıtan neo-merkantalist bir tepkidir.

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından tekrardan liberalleşen dünyanın,1929’la başlayan bunalımlı 1930’lar boyunca yeniden korumacılığa sarılması, neo-merkantalist bir anlayışı yeniden yeşertmiştir. Birleşik Krallık’ın 1932 Ottowa Antlaşması’yla uluslararası ticaretten İngiliz hakimiyet alanındaki ticarete dönmesi, uluslararası altın standardının terk edilmesi, Keynesçiliğin benimsenmesi, Üçüncü Dünya’nın ulusal kalkınmacılığa yönelmesi ve ticaret kotaları, 1930’lar bunalımının devletçi ve neo-merkantalist etkilerine örnektir.

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından tekrardan liberalleşen dünyanın,1929’la başlayan bunalımlı 1930’lar boyunca yeniden korumacılığa sarılması, neo-merkantalist bir anlayışı yeniden yeşertmiştir.

1945 sonrası dünyasının Bretton Woods sistemiyle yeniden genişleme sürecine giren sermaye birikimi, uluslararası alandaki genişlemesini tedbir altına almak adına 17. yüzyıl, 1848-1873, 1919-1929 gibi genişleme aralıklarında görüldüğü tarzda rejimler izlemiştir. Uluslararası ticareti serbestleştirmek için GATT, bölgesel kalkınma yatırımlarının gerçekleştirilmesi için Dünya Bankası ve uluslararası kredi-borç süreçlerini yönetmek için IMF, dönemin üç kurumsal izini taşımaktadır. Üçü de genişleyen sermayenin uluslararası liberal rejimini kontrol altında tutmak için kurulmuştur. Ayrıca hepsi Bretton Woods’un kur rejimi altında toplanmıştır. Önemli bir politik iktisatçı olan John Ruggie’nin ilgili döneme ‘iliştirilmiş liberalizm’[3] (embedded liberalism) adını vermesi boşuna değildir. Ruggie’ye göre savaş sonrası dönem, 1930’ların ekonomik milliyetçilik ve serbest ticaret liberalizminin aksine hem çok taraflıdır hem de iç müdahaleciliğe dayanmaktadır. (Ruggie, 1982, s. 393) Bunlar temelde liberalizmle uyumlu bir mantıkla içerilmiştir.

Savaş sonrası uzun sermaye genişlemesine katkıda bulunan yeni sektörlerin ve ücretlerin üretkenliğe paralel ilerlemesi, savaş sonrası döneminin üretim aşamasındaki iki belirleyici özelliktir. Ancak 1967’den itibaren düşük kârlılığa tepkiyle dünya enflasyonunun yükselmesi, 1971’de ABD’de bir resesyon yaşanması, 1973-74’deki petrol fiyatlarının OPEC ambargosuyla hızla yükselmesi ve en sonunda 1974-75’de uzun genişleme dönemini nihai biçimde sona erdirecek bir resesyonun patlaması ‘iliştirilmiş liberalizmin’ sonunu getirmiştir.

Ruggie’ye göre savaş sonrası dönem, 1930’ların ekonomik milliyetçilik ve serbest ticaret liberalizminin aksine hem çok taraflıdır hem de iç müdahaleciliğe dayanmaktadır.

Buraya kadar anlatılanlar nezdinde yeni bir bunalıma dahil olmuş dünyanın yeniden korumacılığa sürüklenmesi beklenirdi. Ancak bunun böyle olmadığını, tam aksine yerini daha farklı tarzda liberalizm türü olan neo-liberalizme bıraktığını biliyoruz. Ayrıca 1975 resesyonunun ne 1929 ne de 1873 kadar ciddi manada etkili olduğu ortadadır. Finansallaşan, ücretleri baskılayan, sermaye hareketleri serbestleşen, borçlandırılan ve çalışma rejimi esnekleştirilen sistem, olası bir krizden kaçabilmiştir. Bunun daha detaylı anlatımı Sungur Savran’ın Üçüncü Büyük Depresyon eserinde bulunabilir.

Neo-liberalizmin başlangıçta ulusal bir ekonomi rejimi gibi ortaya çıkıp hem emeği baskılaması hem de aşırı finansallaşma yoluyla sermaye birikimini devam ettirmesi, olası bir büyük krizin önüne geçmiştir. Ancak her kriz gibi bunun da etkileri bulunmaktadır. Üstelik 1980-2000 aralığında Latin Amerika-Asya-Rusya üçgeninde ortaya çıkan krizler, dünya pazarının eski tarzda sağlıklı birikim eğiliminden uzakta olduğunu göstermiştir. Sonuçta 1970’lerin ötelenen krizi 2008’in yarattığı büyük uluslararası tahribat, artık yeni bir çağa girmekte olduğumuzun habercisidir.

Sonuç

Ticaret savaşları, Brexit, silahlanma harcamaları, Covid-19 krizinde IMF’nin kamu harcamaları ve bütçe dengesine dair tutumu, son G-20’yle gündeme gelen çokuluslu şirketlere vergiler, kamusal altyapı harcamaları ve dünya ihracatının Çin iç pazarına kayması gibi fenomenler; önümüzdeki günlerde ulusal düzeye daha eğilimli olacak dünya inşasının habercisidir. Uluslararası sermaye kendi arasında uzlaşamadıkça aynı 17. yüzyıl, 1873, 1929, 2008 sonrası dönemde olduğu gibi esas çözümü ulusal sınırlarında aramaya başlayacaktır. Bunu da içeride devletçi, dışarıda ise neo-merkantalist politikalarla yapması mümkündür. Ancak şu atlanmamalıdır ki devletçiliğin sınırları ile onun dış yansımasını, toplumsal gruplar arasındaki siyasal rekabet belirleyecektir.

Yine de günümüz koşulları altında içinde bulunduğumuz sistemin saf bir neo-liberalizm veya neo-merkantalizm olarak adlandırılması uygun değildir. Bunun yerine ilki daha ağırlıklı olmak üzere, ikisine de mensup özelliklerin bulunduğu bir geçiş döneminin varlığı ufukta görünmektedir.

Çıkarılabilecek bir diğer sonuç, sermayenin tarihsel döngüsüne bir politik döngünün eşlik etmesidir. 1929 ve 1975 krizlerinde açığa çıkan kitle radikalizmi; ilkinde faşist, ikincisinde neoliberal sağ yönetimleri hemen başa getirmemiştir. Bunun yerine kitleler ilk önce sol/demokrat kesimleri yoklayarak kısa süreli bir ittifak halinde olmuştur. Ancak 1930’larda derinleşen bunalım, Almanya’da sosyal demokratları iktidardan atarak bir faşizm akımını başlatmıştır. 1974-75 örneğinde derinleşen dünya krizinde kitleler, önce tercihlerini sosyal demokrasiden yana kullanarak daha korporatist bir ekonomi modelini tercih etmiştir. Ancak bunun 1979’a kadar çözüm sunamaması, Thatcher ve Reagan gibi politikacıların iktidarı devralmasıyla, neoliberal sağ yönetimlerin demokratların tam tersi yöntemler kullanmasına neden olmuştur. Çünkü sermaye birikiminin derinleşen krizi, ya giderek daha toplumsallaşmış ya da sermaye birikimini rahatlatacak ekonomi modellerinin uygulanmasını zorunlu kılmaktadır. Bugün ise pandemide yeteri kadar iyi performans sergileyemeyen popülist sağ, kitleler tarafından sorgulanmakta; sol/demokrat politik gruplar güç kazanmaktadır. Gidişatın önceki iki döngüye benzeyip benzemeyeceğini siyasal rekabet belirleyecektir.  


[1] Aynı anda yüksek işsizliğin ve yüksek enflasyonun bir arada görülmesi durumu.

[2] http://www.abstraktdergi.net/anwar-shaikhin-gozunden-kapitalizm-rekabet-catisma-bunalimlar/

[3] Kavramın uluslararası ilişkiler literatürüne çevirisi için bkz: Hakan Övüç Ongur, Başak Yavçan, “Uluslararası İlişkilerde Marksist Yaklaşımlar”, Uluslararası İlişkiler Teorileri, Ramazan Gözen (ed.) 2. Bs (İstanbul, İletişim Yayınları, s. 316)


Kaynakça

Duménil, G., & Levy, D. (2003). Neoliberal Dynamics – Imperial Dynamics. Conference on Global Regulation. Brighton.

Fine, B., & Saad-Filho, A. (2016). Thirteen Things You Need to Know About Neoliberalism. Critical Sociology, 43(4-5), 1-22.

Frank, A. G. (1978). World Accumulation 1492-1789. New York: Algora Publishing.

Friedman, M. (1951). Neo-Liberalism and Its Prospects . Collected Works of Milton Friedman . Oslo : Hoover Institution Archives.

Hamilton, A. (1997). Report on Manufactures. G. T. Crane, & A. Amawi içinde, The Theoretical Evolution of International Political Economy. New York-Oxford: Oxford University Press.

Harlen, C. M. (1999). A Reappraisal of Classical Economic Nationalism and Economic Liberalism . International Studies Quarterly, 43(4).

Harvey, D. (2015). Neoliberalizmin Kısa Tarihi. (A. Onacak, Çev.) İstanbul: Sel Yayınları.

Helleiner, E. (2002). Economic Nationalism as a Challenge to Economic Liberalism? Lessons from the 19th Century. International Studies Quarterly, 46(3).

İnce, O. U. (2016). Friedrich List and the Imperial Origins of the National Economy. New Political Economy, 21(4).

Ruggie, J. (1982). International Regimes, Transactions and Change: Embedded Liberalism in the Post-War Economic Order. International Organization, 36(2).

Shaikh, A. (2011). The First Great Depression of the 21st Century. Socialist Register, 47, 44-63.

Williamson, J. (2004-2005). The Strange History of the Washington Consensus. Journal of Post Keynesian Economics , 27(2), 196.


Doğukan Taşkıran

1997’de İstanbul’da doğdu. 2020’de Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. Marmara Üniversitesi Uluslararası Politik Ekonomi yüksek lisans programında öğrenimine devam etmektedir.

Politik ekonomi, uluslararası ilişkiler teorisi, siyaset teorisi üzerine yazmakta olup Gergedan Dergi’de aynı alanda yazı üretmektedir.

(Visited 916 times, 1 visits today)
Close