Written by 23:28 Makaleler

Post-truth: Hakikatin Kırılganlığı mı Bizim Kırılganlığımız mı?

İrem Doğanışık yazdı.

Kavramsal olarak ifade edersek değiştiremeyeceğimiz şeye hakikat diyebiliriz; metaforik olarak ifade edersek de hakikat denen şey ayağımızı bastığımız toprak, üstümüzde uzanan gökyüzüdür.

Geçmişle Gelecek Arasında, Arendt

Geçmişle Gelecek Arasında kitabının Hakikat/Doğruluk ve Siyaset isimli son bölümünde Hannah Arendt, hakikat ve siyaset arasındaki tarihsel ilişkiyi incelikli bir şekilde ele alır ve açıkça hakikatin varlığının hiç olmadığı kadar tehlikede olduğunu öne sürer. Ona göre “Bugün belli bir grubun kazancına ya da keyfine ters düştüğünde, olgusal hakikate daha önceleri olmadığı kadar düşmanlık reva görülmektedir.” (Arendt, 1956: 272)

Öncelikle Arendt’in totalitarizm kavramının yaratıcısı olduğunu ve totaliter rejimleri yeni bir fenomen olarak ele aldığını hatırlamakta fayda var. Arendt’e göre günümüzün totaliter rejimi, geçmişin yönetim biçimlerinden farklıdır. Bu doğrultuda totaliter rejimleri modern tiranlıklar olarak tanımlamak yanlıştır. Tiranlık, gücünü hukuksuzluk ve keyfiliğe dayandırırken totaliter rejimler, hukuki ve hukuksuz yönetimler ile keyfi ve meşru iktidarlara alternatif olarak ortaya çıkar. Hukuk ve hukuksuzluk ile keyfilik ve meşruiyet; totaliter rejimlerde öylece ayrılamaz. Bu noktada Arendt, totaliter rejimlerin kendi consensus iuris’ini yaratmadığını lakin bu consensus iuris olmadan hareket edebileceğine inandığını belirtir. Totaliter rejimin uygulayıcısı olduğu yasa, doğanın ya da tarihin yasasıdır. Bu nedenle rejimin meşruiyeti de kendi var oluşundan gelmektedir. (Arendt, 1953: 306-310) Hakikat/Doğruluk ve Siyaset bölümünden söz etmeden önce Arendt’in bugünün hakikatini totalitarizm kavramının ışığında değerlendirdiğini aklımızda tutalım.

İlgili bölümün daha en başında, Arendt’in hakikat ile siyasetin gerilimli ilişkisine değindiğini görürüz. Yalanın, siyasette ve devlet işlerinde her zaman geçerli ve haklı bir gereç olarak kabul edildiğinden bahseder Arendt. (Arendt, 1956: 272) Sonra da sorar:

Güçsüzlük hakikatin, aldatmak iktidarın özünde mi vardır?

Arendt, siyaset ile hakikat/doğruluk arasındaki çatışmanın eski ve karmaşık bir hikayesi olduğunu söylerken hakikatleri de sınıflandırır.

Siyasetle en ilgili hakikat, olgusal hakikatlerdir. Bu nedenle Arendt, bölüm boyunca rasyonel değil olgusal hakikati ele aldığının altını çizer. İktidar bir matematik formülüne saldırdığında örneğin, kendi alanını aşarken; olguları çarpıtarak yalan söylediğinde kendi çöplüğünde savaşmış olur. Bununla birlikte siyasetin dokusunu oluşturan olgusal hakikat, oldukça kırılgandır ve bu savaşın sonucunda sonsuza dek yok olma ihtimali vardır. (Arendt, 1956: 276-277) Bu kırılganlık, olgusal hakikatin doğasından kaynaklanır. Çünkü her olay dizisi, gözümüze sanki başka türlü de olabilirmiş gibi görünür. Olgusal gerçeklerin “öyle olmaları” için hiçbir kesin neden yoktur, başka türlü gerçekleşmeleri de mümkündür. Ayrıca olgusal hakikatler tanıklığa bağımlıdır ve böylesi bir tanıklığa şüpheyle bakmak da mümkündür. Bu bağlamda tarihi kayıtların, belgelerin ve tanıklıkların sahte olduğu rahatlıkla düşünülebilir. İşte tam da bu nedenle olgusal hakikatler, kolayca itibarsızlaştırılabilir ve sanki birer kanı ve görüşmüşçesine değerlendirilebilir. (Arendt, 1956: 291-292) Arendt, hakikatin kanıya benzer şekilde apaçık olmadığını söyler ve hakikat ile kanı arasındaki bu belirsiz çizginin, söz konusu kırılganlığın nedeni olabileceğini belirtir.

Geçmişten Farklı: Modern Yalan

Hakikat ve siyaset üzerine tartışırken Arendt, siyasi yalanın yeni bir olgu olmadığını vurgular ancak modern ve geleneksel olmak üzere yalanı ikiye ayırır. Bu doğrultuda modern yalan, bazı özellikleriyle geleneksel yalandan ayrılır. Ona göre geleneksel yalan, sırları örtbas etmeye yönelikken modern yalanın en temel unsurlarından biri, herkesin bildiği şeyler hakkında olmasıdır. Bu açıdan Arendt, modern yalanın örtbas etmeyi aşıp yok etmeye varabileceğini belirtir ve Troçki’nin başına gelenleri örnek gösterir. (Arendt, 1956: 304-305)

“Troçki Rus Devriminde hiçbir rol oynamamış olduğunu öğrendiğinde ölüm emrinin de verilmiş olduğunu biliyor olmalıydı. Ve yine açıktır ki kamusal bir sima aynı anda yaşayanlar arasından da tasfiye edilebilirse, tarih kayıtlarından çok kolay çıkartılabilir.”

Geleneksel yalan ile modern yalanı ayıran bir diğer özellik, geleneksel yalanın herkesi kandırmaya yönelik olmamasıdır. Arendt’e göre geleneksel yalan doğrudan düşmanı hedef alır ve onu aldatmaya çalışır. Ayrıca geleneksel yalanı dile getirenler de gerçekte hakikatin ne olduğunu biliyorlardır. Bir başka deyişle geleneksel yalancılar, kendileri aldanmadan başkalarını aldatabiliyorlardı. (Arendt, 1956: 305) Oysa Arendt’e göre artık işler hiç de öyle yürümüyor.

Arendt, modern yalanı dile getirenin de yalana kendini inandırdığını söyler. Burada yalancının da yalana inanması gerekliliğinin ayrıca altı çizilir. Ortaya konan imaj için en büyük tehlike, dışarıdaki düşmanın buna karşı çıkışıyla oluşmaz ancak grup içinde imajın büyüsüne kapılmamayı başaranlar ve imaja uymayan olgu ve olaylardan bahsetmeye kalkanlardan gelir. Modern dünyada kendi kendini kandırma sanatı bir gerekliliktir. (Arendt, 1956: 308-309)

Öte yandan Arendt, gelenekselin aksine modern yalanı dile getirenin de hakikati unutmasıyla birlikte gerçeğe tam ve nihai bir zarar verildiğini söyler. Modern yalan, yalnızca söz konusu olgusal gerçeği yok etmekle kalmaz ancak bizim yön duyumuzu ve gerçeklik algımızı da tahrip eder. (Arendt, 1956: 307-311)

“Yön ve gerçeklik duyumuzun da yandığı her şeyin sallanmakta, yalpalamakta olduğu hissi, totaliter egemenlik altında yaşayan insanların en ortak ve en kuvvetle duyumladıkları deneyimler arasındadır.”

Post-truth tartışmalarına girişi tam da bu noktadan yapabiliriz. Şayet bugün bir post-truth çağından bahsediyorsak bu, hakikatin kırılganlığından mı yoksa bizim kırılganlığımızdan mı kaynaklanıyor?

Kırılganlığımız derken elbette yalnızca Arendt’in belirttiği haliyle yön ve gerçeklik duyumuzun zarar görmesinden değil, ancak bugünün popüler kelimesi prekarite’den de bahsediyorum. Prekarite ya da prekarya, son dönemlerde özellikle güvencesizliği tanımlamak için kullanılsa da Türkçede istikrarsızlık ve kırılganlık gibi kavramlarla da anılıyor. İçinde bulunduğumuz dünya düzeninin karakteristiği haline gelen güvencesizlik ve belirsizlik, yani prekarite durumu, pek çoklarının da katıldığı üzere hakikatle bağımızı zayıflatmış olabilir mi?

Arendt’in belirttiği gibi, olgusal hakikatlerin olumsallığı ve tanıklığa bağımlılıkları sonucu kendi kendilerini kanıtlayamaz oluşu, görüş/kanı ile hakikat arasındaki çizgiyi belirsiz kılıyor olabilir. Bunun aynı zamanda hakikatlerin kırılganlaşmasına, itibarsızlaşmasına, sanki birer görüşmüşçesine ele alınıp tartışılmaya açılmasına ve nihayetinde manipüle edilerek siyasi söylemlerde kullanılmasına ön ayak olduğu da söylenebilir. Peki, post-truth çağı yalnızca hakikatin kırılganlığıyla açıklanabilir mi? Bugün hakikati tehdit eden yegâne şey, onu örtbas etmenin ötesinde yok etmeye cüret eden totaliter egemenlikler mi? Yoksa bizleri hakikati yok sayma eğilimine sürükleyen sistemin bu durumda hiç mi payı yok?

Bugünün hakikat-siyaset gerilimini, yalnızca siyasetin hakikati eğip büken doğasıyla değerlendirmemek gerektiği pek çok kez tartışıldı. Bugün, Arendt’in sözünü ettiği yön ve gerçeklik duyumuzu alaşağı eden totaliter egemenliklerin yanında; hakikati aramaya, bulunca tanımaya ve de sahip çıkmaya fırsat bırakmayan ekonomik ve toplumsal koşulların da pençesi altındayız. Bu nedenle post-truth kavramını tartışırken popülizm gibi siyasete içkin kavramların yanı sıra, düzenin dümenini elinde tutan neoliberalizmi ve günümüzün hakikate ilgisizliğini de hesaba katmamız gerektiği aşikar.

Artık yanlış bilginin ve yalanın hakimiyetinin çok daha ötesinde; çoğu zaman elimizin altında, gözümüzün önünde duran gerçeklere kayıtsızlığımız da bizi hakikatin yamacından ayrı düşürüyor. Bu kayıtsızlığı yalnızca siyasi baskı ve manipülasyonlarla, bir siyasi söylemin büyüsüne kapılmakla ilişkilendirmekse madalyonun öteki yüzünü göz ardı etmekten başka bir şey değil.

Geçmişle Gelecek Arasında kitabının sonuna doğru Arendt’in de belirttiği gibi, olgular kırılgan oldukları kadar inatçıdırlar da. Ancak mevzu, inatla kendini duyurmaya çalışan hakikatin yok edilmesinin yanı sıra büyük bir kayıtsızlıkla yok sayılmasından da kaynaklanıyor olsa gerek.


Teşekkür: Bu yazı, lisans döneminde Boğaziçi Üniversitesi’nde aldığım pek çok politika dersinde yapılan okumaların ve yürütülen tartışmaların bıraktığı izler ve izlenimler ekseninde hazırlandı. Bu nedenle bu tartışmalara vesile olan değerli hocalarım Zeynep Gambetti, Mine Eder, Dilek Çınar ve Hakan Yılmaz’ın isimlerini anmadan geçemeyeceğim.

Kaynakça:

  • Arendt, Hannah. (1953) Ideology and Terror: A Novel Form of Government. The Review of Politics 15(3): 303-327
  • Arendt, Hannah. (1956) “Hakikat/Doğruluk ve Siyaset”. Geçmişle Gelecek Arasında, İletişim Yayınları, 2012

İrem Doğanışık

1996’da Bursa’da doğdu. Bursa Anadolu Lisesi’nin ardından Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. Türkiye’nin ilk doğruluk kontrolü projesi Doğruluk Payı’nda bir yıl kadar fact-checker olarak çalıştı.

Galatasaray Üniversitesi Stratejik İletişim Yönetimi programında yüksek lisans yapmaktadır. İlgilendiği konular arasında toplumsal cinsiyet çalışmaları, medya-siyaset ilişkisi, post-truth ve kent hakkı bulunmaktadır.

(Visited 1.127 times, 1 visits today)
Close