Written by 12:35 Makaleler

Türkiye’nin Gordion Düğümü’ne Makasını Vurmuştu

Oğul Tuna yazdı…

Seyfi Dursunoğlu, dürüst ama geçimi çok zor bir insan. Bunu söylemiş olmaktan utanmıyorum, bu bir mizaç. Eee, yani kimseyi dolandırmadı, kimsenin kapısını borç için çalmadı, elinden geldiği kadar çalıştı, uğraştı, didindi, çabaladı ve çok güç bir olayı kabul ettirdi. Türkiye’de kabul görmesi en müşkül olan kişi, kadın kılığında sahneye çıkıp şov yapmayı ve buna rağmen sevilmeyi ve saygı görmeyi başardı. Mesela, İbrahim Tatlıses’in de büyük zorluklar aştığı düşünülür. Ama onun hem çok güzel sesi vardı hem de yaptığı müzik halkın en sevdiği müzik tarzıydı. O açıdan bakılınca çok da büyük bir şey yapmadı. Ama Seyfi Dursunoğlu, Türkiye’de kabul edilmesi çok güç bir olayı kabul ettirdi. Onun çabası daha zordu, bu daha zor bir savaştı. Bu savaşı kazanacak akla, zekaya sahipti.

Seyfi Dursunoğlu, 2004’te yayımlanan nehir söyleşisinde [1] bu sözlerle savaşı kazandığını ilan etmişti. Haklıydı. Neredeyse Cumhuriyet’le yaşıttı ve Türkiye toplumunun siyasî ve sosyal yaşamında geçirdiği evrimin tamamına tanıklık etmişti. Tanıklığı uzak bir mesafeden seyirle sınırlı kalmamış; kendisi bu evrimin bir parçası, hareket ettirici güçlerinden biri de olmuştu. 17 Temmuz 2020 akşamı onu kaybettiğimizi sosyal medya aracılığıyla öğrendiğimizde ise 87 yaşında vefat eden sanatçının son yıllarda perde arkasında saklanmak zorunda kaldığını hatırlayarak hüznümüz katlandı.

Dursunoğlu’nun -ki nüfus cüzdanındaki soyadı hanesinde Dursun yazar- ardından derin bir hüzün hissediliyor ve bu hüzün, sanatçının yaşamında “çektikleri” ile kurulan bireysel bağlamlarla dağlanıyor, katlanıyor. Halbuki 2004’te neşredilmiş kitabında da perde arkasına saklandığı düşünülen 2010’lu yıllarda verdiği röportajlarda da defalarca “yalnızlıktan memnun olduğunu” ve “hayatında hiçbir pişmanlığı olmadığını” ifade etmişti.

İntikamcı ve kindardı; bunu kendisi de her fırsatta dile getirmekteydi.

Öte yandan Dursunoğlu, intikamcı ve kindardı; bunu kendisi de her fırsatta dile getirmekteydi. TRT’nin kantoları televizyona taşıma projesini kendisine açması ile devlet televizyonuna katılmış ancak sonra kantoların denetimi problem olunca Dursunoğlu kırgın olarak TRT’den kısa sürede kopmuştu. Yıllar sonra İzmir televizyonuna davet aldığında “Önce siz beni kara listeye almıştınız, şimdi ben sizi kara listeye aldım, kusura bakmayın,” demiş ve Atay ile Akşit’e “Öyle kindarımdır, intikamımı alırım. Çünkü hakları yoktu beni üzmeye. Ben yaptığım işin ne olduğunu biliyorum. Bir sürü insan gelip geçecek, ama benim yaptığımı kimse yapamayacak” diyerek konuyu kapatmıştı. Yine 2011’de Gözde Tutar’a konuşmuş, Deniz Feneri’nden soruşturulan sâbık RTÜK Başkanı Zahid Akman’ın “içeri girişiyle” kendisinin RTÜK vetosuna rağmen ekranlara çıkışının aynı güne denk gelmesine dikkat çekmişti. [2] Hem Trabzonlu Seyfi değil miydi, kendisine haksızlık yaptığı için ağabeyinin küs ölmesine göz yuman, Zeki Müren’in piyasadaki sert tavırlarına, onunla görüşmeyi keserek karşılık veren ve en küçük yanlışında en büyük dostlarını silen!

Dursunoğlu belki de ömrünün son döneminde Türkiye’yi de sildi. Yalnız köşesinde mutluydu, bazen birkaç reklam filminde sevdiği halkının karşısına Huysuz kostümüyle çıkıp nostalji rüzgarları estiriyor fakat yediği veto ile ekranlarda bir daha boy gösteremiyordu. “Zaten yaşlandım” diyordu Dursunoğlu. İkinci benliği olduğunu ifade ettiği Huysuz Virjin ile en son “Benzemez Kimse Sana” yarışmasında (2015) ve bir yılbaşı programında (2018) televizyona çıkabilmişti. Bu programlar ile farkında olmadan Türkiye’de nesilleri birbirine bağlamayı da başarmıştı aslında.

Toplumumuzun göbeğinde Gordion düğümünü teşhis etmiş, tedaviyi tamamlamanınsa eşiğinden dönmüştü.

Yukarıda kendi ifadeleriyle altını çizdiği başarısının yerinde bugün yeller esiyor gibi duruyor. AK Parti iktidarının ve millî ittifakının “eşcinselliği özendiriyor” diyerek Netflix gibi platformlara ve hatta bir doğa olayı olan gökkuşağına bile savaş açmış durumda. Türkiye toplumunun önemli bir kısmı artık görünmez yel değirmenlerine karşı avlanmakta. 1970’li, 1980’li, 1990’lı yıllarda -evet, o karanlık ve habis 1990’lı yıllar- müthiş bir söz ve eylem özgürlüğünün içinden gelirken tarihin sözde ilerleyişinde gerileyişimize düşülen bir şerh gibiydi Huysuz Virjin.

Dursunoğlu, Huysuz’u tasvir ederken “Huysuz Virjin namuslu bir kadın değil ancak her şeyin doğrusunu söyleyen biri. İnsanların kendilerinde göremediği şeyleri rahatlıkla ikaz eden, yaptığı her ikazın da doğru olduğuna inanan biri. Hem doğruyu biliyor hem ikaz ediyor. Tatmin olmamış, kendini beğenmiş bir kadın… Aslında hakikatleri söylüyor… Kompleksli bir kadın.” diyor. İslamcı ve milliyetçi literatürün tekrar etmekten haz aldığı “hoşgörü” ikliminde bu yüzden belki de baş üstünde tutuldu Virjin. [3] Özal’ın da Denktaş’ın da İnönü’nün de yüzüne, bugünün ahlak normlarına göre, en “ahlaksızca” ifadelerle konuşabilen bir artist idi. Son yüzyılımızda toplumumuzun göbeğinde Gordion düğümünü teşhis etmiş, tedaviyi tamamlamanınsa eşiğinden dönmüştü. “Ne yazık ki ben… “ diye başlayan bir anket sorusuna “…Türkiye’de doğdum, Türkiye’de yaşıyorum dersem bütün Türkler öldürürler beni” diyor; içimizdeki en akıllıların (!) 2000’li yılların başında düştüğü tuzakları görüp “20 yaşında olsaydım, ülke bu halde olsaydı, inanın ben terk ederdim. Ülkemi terk eder, gider başka bir ülkede yaşardım” şeklinde hayıflanıyordu.

20 yaşında olsaydım, ülke bu halde olsaydı, inanın ben terk ederdim. Ülkemi terk eder, gider başka bir ülkede yaşardım

Bugün yavaş yavaş “drag queen” sıfatıyla anılabilen Dursunoğlu’nun muhafazakârlığı da onu tanıyanlarca ve kendisince ifade edilmekteydi. Zeki Müren’in “paşa” olarak anıldığı ve Bülent Ersoy’un Saray şölenlerinde baş köşeyi başkasına bırakmadığı bir iklimde gayet ilerici bir muhafazakârlıktı onunki. Kendine muhafazakârdı. Trabzonlu bir aile içinde, “keşke olmasaydı” dediği bir babanın hükümranlığında, kendisini küçük yaşlarda döven bir ablanın elinde büyümüştü. Meşhur titizliği, toplumdaki dejenerasyona yaklaşımı, kendi değerlerine sahip çıkıp özel hayatı hakkında ser verip sır vermeyişi, yetişme tarzının etkisiydi. “İki kadeh aldıktan sonra” ortaya çıkan Huysuz’un ölçülü patavatsızlığı ile Dursunoğlu’nun eski İstanbul beyefendisi tavırları aslında çok hayatî bir zıtlığı gözler önüne seriyordu. Buna rağmen hiçbir kalıba girmiyor, ayıya dayı demeyi reddediyor ve “herkesin birbirinin yüzüne güldüğü, birbirini takdir ettiği, arka[sı]nı döndüğün an ‘Allah kahretsin, bu da kendini bir bok zannediyor!’ dediği dünya”da bir şeyleri farklı kılmaya, yaşanabilir hâle getirmeye çalışıyordu.

Çabalarının tamamında başarılı olabildi mi? Şu an Dursunoğlu’nun şahsında kaybettiklerimize bakarak “Hayır” diyoruz belki de. Fakat Huysuz ile Seyfi, bize bir başka Türkiye’nin mümkün olabileceğini gösterdi. Dik duruşu ve nezaketi mirasının önemli bir parçasını oluşturuyor. [4] Anısı önünde saygıyla eğilirken, kendisinin 2020 Türkiyesi’ne bir öğüt niteliğindeki dileğini de zikredelim: “Dünyanın en güçlü kudretli insanı olsaydım eğer… milletlerarası sınırı kaldırırdım. İnsanları tek lisanda, tek Allah’ta, tek düşüncede birleştirmeye çalışırdım. Yani Yunanistan’la birbirimize giriyoruz, Ermenilerle bilmem ne oluyoruz. Bunlar beni çok üzüyor, çok rahatsız ediyor.”


[1] Katina’nın Elinde Makası: Huysuz ile Seyfi’nin 35 Yıllık Sevda Masalı. Korhan Atay, Figen Kumru Akşit. İstanbul: Alfa Yayınları, 2004. Metindeki hatırat ve alıntılar, aksi belirtilmedikçe, Atay ve Akşit’in bu söyleşisinden alınmadır.

[2] https://www.evrensel.net/haber/409649/seyfi-dursunoglu-ozlemini-cektigim-hicbir-sey-yok

[3] “Huysuz”u huysuzluğundan almış Virjin. Virjin adını ise bir başka ünlü kanto üstâdı, Adile Naşit’in anneannesi, ilk Rum kantocu Küçük Virjin Hanım’dan almıştır. İsimlendirme, Dursunoğlu’nun ifade ettiği üzere, 1960’lı yıllarda sahne aldığı Beylerbeyi Kültür Cemiyeti’nde gerçekleşir.

[4] Dursunoğlu, 2012’de bedenini kadavra olmak üzere tıp öğrencilerini, servetini ise ÇYDD’ye bağışlamıştı. Bedeni ve maddî servetinin kalanı üzerinden yaptığı bu bağış bile ayrı ve uzun bir makalenin konusu: https://www.hurriyet.com.tr/gundem/bedenini-kadavra-olarak-bagisladi-20015025


Oğul Tuna

1995 yılında Adana’da doğdu. 2019’da Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Master eğitimini hâlen Fransa’da Lille Siyasal Çalışmalar Enstitüsü’nde (Sciences Po Lille) sürdürmektedir.

Siyasî tarih ve karşılaştırmalı siyaset çalışan Tuna Türkiye, İran ve Rusya üzerine yoğunlaşmaktadır.

(Visited 658 times, 1 visits today)
Close