Sungur Savran tarafından yazılan Üçüncü Büyük Depresyon: Kapitalizmin Alacakaranlığı kitabı, hem günümüzde olup biten iktisadi olguları hem de bu olguların şekillendirdiği kamusal-siyasal atmosferi anlamlandırmak açısından önemli bir eser. Kitabın ana konusunu 2008 krizinin açtığı bunalım dönemi oluşturuyor. Üçüncü Büyük Depresyon olarak adlandırılmasının sebebi ise tarihte diğer iki uzun krizin (1873, 1929) yarattığı bunalımların yanında 2008’in yeni bir bunalımı başlatmasından kaynaklanıyor.
Kitabın 2008 krizinin etkilerini tartışmasının yanı sıra, farklı perspektiflerden teorik duruşlarla da bir hesaplaşma içine girdiğini söylemek mümkün. Ana teorik duruş Marksizm çerçevesinde örülse de gerek Marksizm içindeki duruşlar gerekse de Marksizm dışındaki teorik ekoller çeşitli eleştirilere tabi tutuluyor. Düzenleme Okulu’ndan (Regulation School) Keynesgil iktisada, Schumpeter’den neo-klasik iktisadın argümanlarına kadar bir dizi tartışma ele alınmakta. Fakat tartışmaların ele alınmasının sebebi iktisat içinde kalmaktan çok, iktisat teorileriyle dolayımlanmış olan ideolojik duruşlardan kaynaklanıyor.
Yazar, sol ideolojilerin iktisadi düşüncesini teşkil etmesi bakımından krize çözüm olarak sunulan Keynesçiliğe, özel bir yer ayırıyor. Keynesçilik eksik tüketim teorisi, Düzenleme Okulu, refah devleti, sol Keynesçilik gibi çeşitli başlıklar altında ele alınıp eleştiriliyor. Mevcut düşünceler yaşanan kriz karşısındaki konumları ve tarihsel olarak geliştirdikleri argümanlar bakımından krizin açıklanmasına alternatif oldukları için Savran bu görüşlerin eleştirisine kitapta ayrı bir yer ayırıyor. Fakat kitabın özünü anlatmak adına bu yazıda kitabın konu ettiği depresyon ve depresyona dair açıklamalar incelenecektir.
Kapitalist Üretim Tarzında Krizler adlı ilk kısımda Marksist politik iktisadın kriz teorileri ele alınıyor. Kriz teorilerine gelmeden önce kapitalizmin çeşitli krizlerinin tarihte belirleyiciliğini saptamakta fayda var. Sanayi kapitalizminin yerleşmesinin ardından, sermayenin bir dizi krizinin 19. yüzyıl siyasetinde belirleyici olduğunu görüyoruz: 1813, 1825, 1836-39, 1847, 1857, 1866, 1873, 1882-1884, 1890-93… Ortalama her on yılda bir çıkan krizlerin belirleyiciliği bir yana, ağır krizler uzun bunalımların sonucunda ortaya çıkıyorlar. Bu noktada kitaba göre krizler karşısında iktisatçılar tarihsel olarak ikiye ayrılmıştır: James Mill, Jean-Baptiste Say gibi isimler teorik olarak krizin olanaksızlığını savunurken toprak sahibi sınıfın sözcüsü Malthus ve Sismondi gibi isimler krizlerin varlığını kabul ediyor ve sistemi eleştiriyordu.
Kriz teorisinde krizlerin çıkış kaynağı, üretici güçler ile üretici güçlerin biçimlendiği özel mülkiyet ve bu özel mülkiyetin koşullandırdığı piyasa anarşisi arasındaki dengesizliktir. Diğer bir deyişle, giderek toplumsallaşmış bir üretim tarzı olarak kapitalizm, üretim araçlarının özel mülküne sahip her bir tekil sermayedarın kendi çıkarını izlemesinden dolayı, anarşi kaynaklı krizler meydana getirmektedir. Üretici güçlerin hem emek verimliliği hem de teknolojik düzey bakımından aşırı gelişmişliği, üretimin toplumsal olarak plansız koşullar altında bir aşırı üretim doğurmasına neden olmaktadır. Kriz kimi zaman metaların pahalılaşması (1974-75 resesyonu), kimi zaman da parasal krizler (1929) şeklinde vuku bulmaktadır.
Kapitalizmin krizleri emek-sermaye çelişkisi nezdinde, kâr oranlarına bağlı bunalım dönemleri tarafından belirlenmektedir. Emek-sermaye çelişkisinin yanında bir başka çelişki, değişen sermaye olarak emeğe, değişmez sermayenin (makine, otomasyon vs.) eşlik etmesidir. Kapitalistler arası rekabet, geniş pazar payı ele geçirme ve daha çok emek verimliliğiyle daha fazla sermaye olarak gerçekleştirilecek mal üretimi yönünde baskı yaratır. Bu baskı, her bir kapitalistin üretim sürecinde emek verimliliği için makineleşme sürecini arttırmasına neden olur. Dolayısıyla, zamanla emeğin toplam üretilen ürün içindeki payı ve dolayısıyla kattığı değer azaldığından, kâr olarak gerçekleştirilecek artık-değer oranı da azalır. Marx, bu durumu Kapital’in üçüncü cildinde kâr oranının düşme eğilimi yasası (KODE) olarak adlandırır. Bir metaya değerini katan şey emek olduğundan, bütün maliyetler aradan çıkarıldıktan sonra geriye kalan değer oranı aynı zamanda kâr olduğundan, emeğin üretim sürecindeki payı azaldıkça kâr oranı da azalmaktadır. Ancak Savran’ın kitapta önemle durduğu üzere, KODE eğilimli bir yasadır. Yani “mutlak biçimde ortaya çıkmaz, karşı eyleyenlerin bir dizi etkenle etkileşim içinde belirli koşullar altında gerçekeşir.”
Emek oranının azalması kârı da azaltacağından, daha az elde edilen kâr daha az yatırım süreci ve daha az yatırım süreci de azalan bir talep meydana getirir. Azalan talep karşısında bir aşırı birikim krizi meydana getirerek sık aralıklarla patlak veren krizler yaratır. Kapitalizmin tarihinde kâr oranlarının azalma eğiliminden kaynaklanan dönemlere yavaşlama, bu yavaşlama dönemlerinin ardından gelen dönemlere de genişleme dönemleri adını verebiliriz.
Kitaba göre kapitalizmin mevcut krizden çıkabilmesi adına birbirine şartlanmış iki seçeneği bulunmaktadır. Birincisi, emeğin toplam üretilen değerden aldığı payın azaltılarak bu azalan payın kapitalistin sermayesine yazılması gerekmektedir. İkincisi, üretkenliğin artışını engelleyen birtakım sermayelerin aradan çıkarılıp daha üretken alanlara ilerleyişi sağlayacak yeni bir sermaye düzeni kurulmalıdır. Dolayısıyla eski sermayenin yeni sermaye alanlarının işlevi pahasına ortadan kaldırılması, mevcut üretim araçlarının bunun nezdinde parçalanması gerekir. Bu süreç, Marx tarafından, Savran’ın da belirttiği üzere, değersizleşme olarak anılmaktadır.
Şu ana dek bilindiği kadarıyla sermaye, bunalım meydana getiren üç yavaşlama dönemi yaşamıştır:[2] 1815-1848, 1873-1896, 1929-1945. Son iki krizin temel karakteristikleri, bir uluslararası finans kriziyle başlamış olmakla birlikte, kısa zamanda dünya çapına yayılmış olmalarıdır. Buna karşılık bunalım dönemlerinin ardından beliren genişleme dönemleri bulunur: 1789-1815, 1848-1873, 1896-1929, 1945-1975.
İlk iki bunalımın dünya çapında yayılan krizlerle belirmesi söz konusuyken sistem, son canlı birikimin yaşandığı 1975 dönemi sonrası ilginç bir tablo çizmektedir. Petrol krizi olarak bilinen krizle başlayan 1974-1975 krizi, dünya pazarını tamamen etkisi altına alan bir kriz türüne dönüşmemiştir. Ancak bu krizden sonra sermayenin eski genişleme dönemlerindeki gibi istikrarlı büyümesi de söz konusu olmamıştır. Bir bunalım başlangıcına işaret etmesine rağmen kriz, sıralanan sermaye yanlısı politikaların oluşturduğu koşulların ötelemesiyle dünya pazarına yayılmamıştır: deregülasyon, özelleştirme, esnekleştirme, azalan kamu harcamaları, uluslararası ticaret serbestisi, üretim merkezlerinin düşük ücretli ve emek yanlısı politikaların zayıf olduğu alanlara kaydırılması, finansallaşma. Bu maddeler küreselleşmenin genel karakteristikleri olarak da okunabilirler.
Savran’a göre petrol krizini küreselleşmeyle paralel olarak bu gelişmelerin izlemesi, çıkması gereken finansal krizi ötelemiştir. Ancak bununla birlikte, krizin getirdiği durağanlık da aşılamamıştır. Örneğin 1975 öncesinde çok ciddi dünya pazarı krizi yokken, var olan krizler ise Keynesçi para ve maliye politikaları yoluyla bastırılırken, sonraki yıllarda etkisi daha ağır krizler meydana gelmiştir. 1979 petrol krizi, 1984 Meksika-Brezilya krizleri, 1987 New York borsası çöküşü, 1990-1992 daralma, 1994 Meksika-Türkiye krizleri, 1997 Asya krizi, 1998 Rusya krizi, 1999 Latin Amerika-Türkiye krizleri, 2000-2001 New York borsa krizi, 2001 Türkiye-Arjantin krizi. Sayılan krizlerin hiçbirisi genel dünya krizine dönüşmemekle birlikte gerçek bunalımı başlatacak olan 2008 krizinin öncüleri olmuştur.
Tıpkı 1873 ve 1929 krizlerindeki gibi 2008 krizi de bir uluslararası finans kriziyle başlayarak 1974-75 krizinde meydana gelmesi gereken uzun bunalımı başlatmıştır. Savran’ın belirttiği gibi ABD’de standart altı mortgage krizi ulusal düzeyde başlamış, Lehman Brothers’ın çöküşüyle ise kriz uluslararasılaşarak dünya bunalımını meydana getirmiştir. Bilhassa dünya ekonomisindeki merkez ekonomilerin büyüme rakamları önceki yıllara göre oldukça geride kalmıştır.
Kitabın öne sürdüğü argümanlara göre bunalım beraberinde bir dizi toplumsal meseleleri getirmektedir. Bu meseleler genel olarak üç başlıkta özetlenebilir: bunalım öncesi ve sonrası emek-sermaye asimetrisi, bunalımın üstyapısal dolayımı, bunalımın meydana getirdiği toplumsal buhranlar.
Emek-sermaye asimetrisi, emeğin toplam üretilen değerden aldığı payla alakalıdır. Genişleme dönemlerinde sermayenin artan kârlarına oranla emeğin aldığı pay paralel şekilde ilerlerken, bu kâr oranının yavaşlamaya ve hatta gerilemeye başlaması emeği sermaye açısından bir yük haline getirmiştir. Emeğin İkinci Dünya Savaşı sonrası konumunu dünya siyasetiyle paralel şekilde elde etmesi yanında, bunu mevcut koşulların getirdiği genişleme dönemindeki bolluk sayesinde kazanmıştır. Ancak sermayenin organik bileşiminin, yani değişmez-sabit sermayenin büyümesi sonucu kârlılığın düşmesi, emeğin düşürülmesi gereken bir maliyet halini almasına neden olmaktadır. İşte bu sebeple her bir uzun dalgayı oluşturan genişleme-bunalım dönemleri, toplumsal olarak farklı karakteristiklere sahiptir. Emeğin sermaye tarafından geriletilmesi, toplumsal kesimin büyük kısmının ücretli emek sahiplerinden oluşmasından dolayı, talepte büyük bir gerilemenin doğmasını sağlamaktadır. Bu da sermayenin daha geniş sahalarda daha agresif rekabet etkinlikleri sergilemesine neden olmaktadır. Sonuç olarak bunalıma giriş ile bunalımdan çıkış arasında bir asimetri bulunmaktadır. Bu asimetri emek-sermaye arasındadır.
İkinci nokta bunalımın üstyapısal dolayımıdır. Hem emek hem de sermaye sahiplerinin toplumsal sistemdeki rolleri politik üstyapı üzerinden dolayımlandığından, son kertede emeğin bu bunalım dönemlerinde geriletilmesi üstyapı üstünde süren bir mücadeleyle belirlenmektedir. Emek ve sermayenin ayrık çıkarları, toplumsal ifadesini ekonomik olduğu kadar toplumsal bunalımlarda da bulmaktadır. Zira her toplumsal aktörün toplum sahasında kendi çıkarıyla davranması, toplumsal gerilimin bu çıkarı tekil bireylerden sınıfsal yöne doğru uzayan bir baskıya çevirmesi, toplumun üstünde yükselen bir kamu gücü olarak devletin müdahalesini getirmektedir. Devlet müdahalesi ise sınıfsal ilişkiler üstünden hayat bulmaktadır.
Son nokta toplumsal buhrandan çıkmak için maddi ilişkilerin yeniden kurulmasının gerekliliğidir. Bunun politik üstyapıdaki yansıması bir yana, beraberinde getirdiği büyük süreçler bulunur. Bu süreçler tarihteki ifadesini 1873 Bunalımı’nda emperyalizm, 1929 bunalımında ise faşizm olarak bulmuştur. İlkinde krize dayanamayan küçük sermayenin büyük sermaye tarafından yutulmasıyla oluşan uluslararası tekeller ve banka grupları, dünya topraklarının kalanını paylaşarak sömürge bölgelerden merkeze akarılan artık-değer gaspı ve bunu takip eden bir evrensel tahakküm zinciri kurmuştur. İkincisi ise hem İtalya hem Almanya’da gerek Birinci Dünya Savaşı sonrası yıkımının bunalımla taçlanması, gerekse de SSCB’nin etkisiyle artan sınıfsal hareketlerin yükselişi ortasında doğmuş olan faşizmdir. Nitekim, 1873’ün doğurduğu emperyalist genişlemenin yarattığı dünya savaşı, Rusya’da Ekim Devrimi’ni doğurmuştur. 1929 krizinin açtığı zincir ise dünya sınıf siyasetinin yeniden şekillenmesini sağlamıştır. Her bir büyük bunalım beraberinde toplumsal çatışmanın arttığı büyük süreçleri getirmektedir. 2008 krizinin neler getireceği ise dünya siyasetinin tarihsel bağlamıyla anlaşılmalıdır.
Sonuç olarak Sungur Savran’ın Üçüncü Büyük Depresyon olarak adlandırdığı 2008 krizi ve ondan önce gelen krizler ile bu krizlere getirilen bakış açılarının eleştirisi, kitap nezdinde zengin bir içerik sunuyor. Sungur Savran’ın yanında dünya akademisinde uzun bunalımlara eğilen pek çok Marksist iktisatçı bulunuyor. Üçüncü Büyük Depresyon kitabı bu sebeple sadece teorik tartışmaların basit bir genel görünümünü değil, ayrıca derinleşen bir dünya bunalımının ve bunun olası sonuçlarının sözcülüğünü de üstlenmekte.
[1] Shaikh, Anwar. Capitalism: Competition, Conflict, Crises, 1. Bs (New York: Oxford University Press, 2016), s. 246
[2] Gunder Frank gibi bazı tarihçilerin gösterdiği üzere, 19. yüzyıl öncesinde de birtakım bunalım dönemleri meydana gelmiştir. Ancak bunlar genellikle ticari sermayenin krizi olduğundan, sanayi sermayesinin yeni dönemdeki rolü özgün bir nitelik taşımaktadır.
[3] Michael Roberts, The Long Depression: How It Happened, Why It Happened And What Happens Next, 1. Bs (Chicago: Haymarket Books, 2016), s. 22
Doğukan Taşkıran
1997’de İstanbul’da doğdu. 2020’de Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. Marmara Üniversitesi Uluslararası Politik Ekonomi yüksek lisans programında öğrenimine devam etmektedir.
Politik ekonomi, uluslararası ilişkiler teorisi, siyaset teorisi üzerine yazmakta olup Gergedan Dergi’de aynı alanda yazı üretmektedir.