Written by 08:27 Eleştiri

Platform (El Hoyo): Bir İnsan Doğası Efsanesi

Ozan Tok kaleme aldı…

Bu yazı, distopya sinemasının günümüzde gösterdiği takdire şayan gelişimin zamanın ruhuyla bağlantılı olduğunu iddia etmekte ve bu önermeyi Platform (El Hoyo) filmi özelinde tartışmayı amaçlamaktadır. Distopya türünün ayırt edici özelliği, diğer türlere göre zaman ve mekân konusunda sahip olduğu sınırsız özgürlüktür. Bütün unsurları bir yana, türün yalnızca bu özelliği bile bazı önemli çıkarımlar yapmak için yeterli olabilir.

Zaman ve mekânın, insanın fikirlerinin oluşumu ve eylemlerinin çerçevesi bakımından kurucu bir karaktere sahip olduğu şeklindeki tartışmalı önermeyi; bir anlığına kabul edelim. Bu durumda belirli bir zamana ait insanın bilinci, o zaman dilimiyle sınırlı olarak kabul edilir. Bunun dışında mekâna ilişkin bir belirlenim ise insanın soyut varlığını iyiden iyiye tehdit eder. Zira düşüncenin oluşumu, bu sefer de coğrafyadan kaynaklanır. O hâlde zaman ve mekândan yoksun insan, evrensel bir insandır. Sinema tarafından aktarılan bu evrensel insan fikri, ilk bakışta bu kadar korkutucu gözükmez. Zira evrensel insan, sanatın aracılığıyla estetik hâle getirilmiştir. Hâlbuki gerçekte evrensel insan fikri hayret vericidir. Çünkü kimse, hayal gücünü ne kadar zorlarsa zorlasın, zaman ve mekândan yoksun bir türdeşini imgeleyemez.

Evrensel insanın en büyük sorunu ise eylemlerinin çerçevesini ve manasını belirleyecek bir entelektüel zemininin olmamasında yatar.

Evrensel insanın en büyük sorunu ise eylemlerinin çerçevesini ve manasını belirleyecek bir entelektüel zemininin olmamasında yatar. İsyan başlatacaksa ne için başlatacaktır? O bu kelimenin anlamını bilmekte midir? Daha önce başlatılmış bir isyandan haberi var mıdır? Yanına kimleri, hangi (bilmediği) gerekçelerle, hangi (sahip olamayacağı) ideallere ulaşmak için çekecektir? Böylesi bir soyutluk, onun kavram bilgisine yönelik sorunlarını ortaya çıkarır. O zaman evrensel insanın aksiyonları için geriye tek bir şey kalmaktadır: İtkileri!

İnsanın doğası gereği sahip olduğu itkiler, distopik dünyadaki evrensel insanın aksiyonlarının zeminini oluşturur; daha doğrusu oluşturmak zorundadır. Zira artık estetiğin konusu olan bu insan, bilincini meydana getirecek diğer araçlardan alabildiğine yoksundur. Distopik sinemanın insan doğasını bu kadar ön plana çıkarma zorunluluğunun altında bu yoksunluk yatar.

İnsan doğası, distopyanın zaman ve mekândan arınmasının bir sonucu olduğu gibi; distopyanın tabiatında bulunan anlamsız kötücüllüğün de bir tamamlayıcısıdır. Distopik sinemadaki karakterlerin birçok eylemi, hayal kırıklığıyla sonuçlandığından; insan doğası da kötücüllüğün kaynağı olarak belirir.

Platform (El Hoyo) filmi de bilinmeyen bir zaman ve mekânda geçer. Yüzlerce kata sahip olan, ortası boş bir platform inşa edilir. Her katta birbirini tanımayan iki kişi bulunur. Platform’un kurgusunu ilginç kılan husus, burada yaşayan insanların beslenmeleriyle alakalıdır. Katlarda bulunan musluktan suya sınırsızca ulaşabilen insanlar; platformun ortasına gelip yaklaşık bir dakika duran yemek dolu masanın üzerinden yiyeceğe erişebilmektedir. Bu masa her gün yalnızca bir kere gelmektedir. İşte distopik dünyadaki asıl sorun buradan başlar. Pratik olarak masadaki yemeğin yetemeyeceği kadar çok fazla kat; yetse dahi bu yemeği çoktan tüketecek aç gözlü kat sakinleri vardır. Film bu noktada ana karakter Goreng’e odaklanır. Goreng, platforma kendi isteğiyle gelmiş, diğer kat sakinlerine göre entelektüel sayılabilecek ve bu talihsiz işleyişi değiştirmeye çalışan bir gençtir. Goreng, platformda yaklaşık bir yıl kalacaktır. Platformun kuralları gereği her ay kat değişikliği söz konusudur ve olayların en başında elverişli bir katta uyanan Goreng, ikinci ayında kendini çok düşük bir katta bulur. Böylece platformun ne şekilde işlediğini öğrenir. Goreng, orta katlarda komşusu olan hümanist Imoguiri’den, platformun ortasına gelen masadaki yemeklerin aslında herkese yetmek için tasarlandığını; ancak insanların aç gözlülüğü sebebiyle kendilerine yetenden fazlasını alıp aşağı kattakileri ölüme terk ettiğini öğrenir. Daha sonra tanıştığı başka bir hümanist arkadaşıyla duruma müdahale edip nizamı sağlamayı denese de bu çabalar nafile olur.

Platform, insan doğasını işleyişi itibariyle Lars von Trier’in Dogville’ini andırmakta. İyi niyetli ve ahlaklı Grace’in kasabadan gördüğü anlamsız zulmü konu alan Dogville, insan doğasını kaçınılmaz bir kötücüllük üzerinden açıklar. Buna karşılık Platform, insan doğasının bencilliğini, beslenme itkisi üzerinden inşa eder.

Hâlbuki evrensel insan, yalnızca teoride mevcut olabilir.

Peki, gerçekten insan doğası bu kadar kötü müdür? Aslında bu sorunun da çok manalı olduğunu düşünmüyorum. Zira insan doğasının varlığı, mutlak biçimde evrensel insanın varlığına bağlıdır. Hâlbuki evrensel insan, yalnızca teoride mevcut olabilir. Örneğin Kant, bilgi felsefesini oluşturabilmek için teorik bir perspektifte evrensel insana ihtiyaç duymuştu. Ancak Kant’ın insanı, fenomenolojisinin bir zorunluluğu olarak teorik veya evrensel olmak zorundaydı.

Platformun açgözlü ve bencil insanı, doğası sebebiyle böyle hareket etmemektedir. Ya da Dogville kasabasının halkı, insan doğasının mutlak kötücüllüğünden Grace’e işkence etmez. Yapısalcılığı belirlenimlerinden dolayı eleştirenler, artık gına getirmiş insan doğası çözümlemelerine de karşı çıksalar entelektüel dünyaya ne de güzel bir katkı olurdu! Bilginin kategorilerinin ve buna bağlantılı olarak eylemin çerçevelerinin, insan doğası çözümlemelerinden çok daha komplike olduğu muhakkaktır. Sosyal bilimlerin ve felsefenin hiçbir zaman tam olarak kapsamayacağı; zaten kapsamış olduğu varsayımında kendini ortadan kaldırmış olacağı bir gizemler bütünüdür bu. Ama elbette bilimsel gizemler bütünü.

Şüphesiz distopik sinemanın itibarlı örneklerinden Platform (El Hoyo), Dogville, Kar Küreyici (Snowpiercer) filmlerindeki evrensel insanların maceraları ilgi çekicidir. Ancak bu örneklerin hepsi, soyut insan inşasıyla birlikte sosyolojik insanı dışlar. Nerede, ne zaman, hangi değerlere göre yaşadığı bilinemeyen bir karakterler bütünü vardır ortada. Dolayısıyla estetiğin ötesine geçip de anlamlı bir sorgulamaya girişildiğinde, ortada insan doğasının kötücüllüğünden başka bir şeyin olmadığı da anlaşılır. Öyle ki Holywood’un ikinci sınıf felaket filmlerinin, Orhan Pamuk’un tasviriyle, klişe soğukkanlı karakterleri bile daha somuttur aslında.

Moderniteye karşı girişilen Adornovari kavga, eleştirel olmayan bütün önermelerin pozitivistlikle itham edileceğini; ancak metafizik bir insan doğası kurumunun varlığının sorun teşkil etmediğini salık verir.

Klasik pozitivizmin çöküşünden sonra başka bir mahiyette anlı şanlı dirilişini yaşayan insan doğası, post-modern karamsarlığın kavramsallaştırmasından ibarettir. Moderniteye karşı girişilen Adornovari kavga, eleştirel olmayan bütün önermelerin pozitivistlikle itham edileceğini; ancak metafizik bir insan doğası kurumunun varlığının sorun teşkil etmediğini salık verir. Çünkü insan doğası, uyduruk bir önerme olsa da karamsar düşün için iyi bir başlangıç noktasıdır.

Hâlbuki insan ne iyidir ne kötüdür. Ne de ortada bu sıfatlara özne olacak evrensel bir insan vardır. Bir vaka, bir insan, bir topluluk ontolojisinin dışına çıkarılarak iyi-kötü, umut-umutsuzluk; iyimserlik-karamsarlık dikotomilerine hapsedilemez. Vaka hakkındaki karamsar ön yargı da realitenin dışa vurumu olarak nitelendirilemez.  

Platformun kat sakinleri, belki de yemeğin herkese yeteceğini bilseler; birçoğu eski mahkumlardan oluşmasa ve belki de onlara en başında platformun işleyişine dair bir açıklama yapılsa yemeklerini paylaşmakta daha istekli olacaklardır. Estetize edilmiş bir insan doğası meydana getirmeden önce bunu da düşünmek gerekmez mi?


Ozan Tok

1989’da İstanbul’da doğdu. 2013’de Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden; 2016’da Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Özel Hukuk Tezli Yüksek Lisans Programı’ndan mezun oldu.

Felsefe ve sosyoloji alanlarında çalışmalar yapmakta olup Gergedan Dergi’de sinema ve sosyal bilimlerle ilgili yazılar yazmaktadır.

(Visited 732 times, 1 visits today)
Close