Douglas Dowd’un “Kapitalizm ve Kapitalizmin İktisadı” kitabı, Türkiye’de Cihan Gerçek’in çevirisi ve Yordam Kitap etiketiyle yayımlandı. Kitap, iki kısım ve 6 bölümden oluşuyor. Kısım bölümlendirmesini yaparken 2. Dünya Savaşını referans alan yazar, ilk kısımda 1750 yılından 1945 yılına kadar olan gelişmeleri ele alırken; ikinci kısımda 1945 yılından 2000 yılına kadar olan gelişmeleri ele alıyor. İkinci kısımda günümüzdeki küreselleşme sürecini meydana getiren gelişmelere değinen yazar, çağdaş kapitalizmin eleştirisini yaptıktan sonra alternatif önerilerde bulunuyor. Küreselleşme sürecine yaptığı atıftan dolayı ikinci kısım oldukça önemli. Yazar, kapitalizmin demokrasi ile ilişkisinden bahsediyor ve formel demokratik sistemin kapitalizmin yararına işlediğini aktarıyor. İnsanlar büyüsüne kapıldıkları tüketim cangılından ötürü şiddete gerek kalmadan sömürü – baskı sistemine itaat ediyorlar. Bu durum da “demokrasinin getirisi” olarak lanse ediliyor. Günümüzde ekonominin kilit sektörlerinde rekabetin yerini “çelmeleme”nin aldığını ifade eden yazar, Smith’çi rekabetin yerini tekelci rekabete bıraktığını aktarıyor. Ekonominin militarizasyonuna da vurgu yapan yazar, militarizasyonun ABD’nin bunalımdan korunmasını sağlayıp, dünya ekonomisindeki yerini sağlamlaştırdığını ifade ederken Sovyet sosyalizminin demokratik, verimli ve başarılı olacağı temeli yok ettiğini aktarıyor. Özellikle Sovyet militarizasyonunun ve Stalin’in canavarlıklarının ABD ve diğer kapitalist ülkelerin askeri ve ekonomik baskıları sonucu meydana geldiğini ifade ediyor. Ardından kapitalist ülkelerin dahli olmadan Lenin’in militer komünizminin de o kadar militer olamayacağını ekleyen Dowd, şu soruları sormaktan geri kalmıyor: (Kapitalist ülkelerin dahli olmasaydı) Lenin’den sonra ne olurdu? Lenin’in ölümü yine Stalin’in gelmesine yol açar mıydı? Gelse bile kalıcı olur muydu? Olsa bile, yaptıklarını yine yapar mıydı?[1]
İnsanlar büyüsüne kapıldıkları tüketim cangılından ötürü şiddete gerek kalmadan sömürü – baskı sistemine itaat ediyorlar.
Dowd eserinde, kapitalist düzenin sürdürülebilirliğinde medyanın ve iletişim teknolojilerinin rolünü özellikle vurguluyor. Bu vurguyu önemli buluyorum. Medyanın günümüzde de kapitalizmin zararlarının makyajlanması konusunda önemli bir etkisi var. Medyaya ek olarak iktisatçılar da -istisnaları bulunmakla birlikte- kapitalizme arka çıkarak yıkıcı sonuçlarını gölgelemeye çalışıyorlar. Kitap, ansiklopedik bir kaynak olma amacı ile yazılmadığından sosyo-ekonomik ve analitik tartışmalar, kapitalist tarihe ve ilgili iktisat kuramlarına yönelik amaçları bakımından, özetleyici ve seçici. Kapitalizmi eleştirel bir biçimde ele alan yazar, konuya farklı bakış açıları getirmeyi amaçlıyor. Aynı zamanda yazarın “iktisatçılar, toplumun ekonomi doktorları olarak değil, iş ve finans dünyasının amigoları olarak hizmet vermektedirler[2]” çıkarımı önemli. Finans kapital, fakülteleri ve müfredatları o kadar şiddetli bir şekilde ele geçirmiş ki; bugün fakülteler genellikle finans kapitale amigo olacak gençler yetiştiriyor. Finans kapitalin istekli ve isteksiz[3] savunucuları olarak yetişen iktisat mezunları, üniversitede gördükleri eğitim sonucu iktisadın değil, teorik tekniklerin üstadı olmaya mecbur bırakılıyor ve yazarın tanımlamasıyla iktisadi gerçekleri kavrama konusunda eğitimli bir sığlık içerisinde kalıyorlar.
Kapitalizm ve Kapitalizmin İktisadı’nın temel tezlerini incelediğimiz bu makalede tekeller, Neoklasik iktisadın varsayımlara bakışı, iktisatta tarihsel yaklaşımın önemi, kapitalizmin yapıcı mı yıkıcı mı olduğu sorusu üzerinden ahbap-çavuş kapitalizmi tartışmaları ele alınmış; kapitalizmin neden İngiltere’de ortaya çıktığına dair bir sorgulama ve Samir Amin’e atıf yapılarak, bu konuda Avrupa-merkezci bakış açısından çıkılması gerektiği aktarılmış; ve son olarak demokrasi ve kalkınma arasında var olan dilemma, Twix metaforu üzerinden ele alınmaya çalışılmıştır.
Gerçekliği Sündürmeyen İki Düşünür: Smith ve Marx
Yazar, Smith ve Marx’ın karşıt toplumsal çıkarları ifade etmelerine rağmen gerçekliği sündürmediklerini vurgular. Smith ve Marx karşıt toplumsal sınıfların çıkarlarını dile getirdikleri için yansız değillerdi; ama teorilerini oluştururken nesnel davranmışlardır. Fakat Smith’in takipçisi olduğunu iddia eden Neoklasik iktisat, kapitalistlerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde gerçekliği sündürmektedir. Analizine bir dizi varsayımla başlayan Neoklasik iktisat, varsayımlar üzerinden ne olmadığını ileri sürdükten sonra toplumun tamamı için geçerli olduğu söylenen lakin gerçekte kapitalistlerin çıkarlarına hizmet eden reçetelerle devam etmektedir.[4]
Dowd’a göre “Smith’in başarılı sanayileşmenin yan etkileri konusundaki körlüğünü bağışlamak mümkündür”[5]; fakat günümüzün Neoklasik iktisatçıları, geçmişi ve yaşanan dönüşümleri dikkate almadan bu körlüğü sürdürmeye devam etmektedirler.
1980’lerin başında Neoklasik iktisatçılar arasında, rekabetçi piyasalara karşı kuşku duyulmayacak bir inanç hâkimdi. Bahsi geçen yüzyıl içinde tekeller ekonomik sisteme hâkim olmuş ve sistem “tekelci kapitalizm” olarak tarif edilen bir yapıya evrilmişti. Fakat Reagan dönemiyle birlikte dev şirketlerin reel ekonomi üzerindeki etkileri literatürden bir anda silinip atıldı. John Kennet Galbraith’in 2004 yılında The Economics of Innocent Fraud kitabında belirttiği gibi “bir zamanlar sık sık kullanılan ‘tekelci kapitalizm’ terimi bir anda ekonomi ve siyasetin lügatından çıkarıldı.”[6]Bu süreçte Chicago Okulu’nun da önayak olduğunu söyleyebiliriz. Bütün reel ekonomik sistemlerin tekel içerdiğini ifade eden Stigler’e göre, tekel gücünün miktarı ve kapsamı fazla abartılmıştı.[7] 1968 tarihli The Organization of Industry adlı çalışmasında Stigler, tekel gücünün daha büyük bir verimliliğe neden olduğunu, tekelin çökmesinden dolayı hızlı bir şekilde rekabet ortamına geri dönüldüğünü ve tekel gücünün yarattığı maliyetlerden dolayı ortadan kalkmış olan kısa dönemli kârlar meydana getirdiğini ifade etmekteydi.[8] Bu düşünceye göre tekel doğal olarak ortadan kaybolduğu için rekabet geri geliyordu ve bundan dolayı tekel olgusu göz ardı edilebilirdi. Zaten Stigler 1988 yılında yayımladığı Memoirs of an Unregulated Economics adlı kitabında Chicago Okulunun temel amacının tekel gücü kavramının her parçasını yıkmak olduğunu yazmaktaydı.[9] Chicago okulu taraftarları, dev şirketlerin küçük şirketlere karşı iktisadi gücünü meşrulaştırmak için çaba harcamışlardır.[10] Özellikle bu durum Standart Oil vakasında daha görünür olmuş, şirketin iktisadi gücünün artmasına neden olan vahşi fiyatlama uygulamalarını inkar etmişlerdir.[11] Chicago Okulunun kullandığı argümanlar muhalif iktisatçıları da etkilemiş ve radikal iktisatçı olarak tanınan Thomas Weisskopf, Samuel Bowles ve David Gordon, 1985 yılında Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ekonomisinde toplam yoğunlaşma hızının azaldığını ve ABD açısından tekelci sermayenin artık önemli olmadığını söylemişlerdir.[12] Anlaşıldığı üzere Neoklasik iktisatçılar tekel kavramının ekonomi ve siyasetin lügatinden çıkarılmasına önayak olmanın yanında, muhalif olarak tanımlanabilecek iktisatçıların da söylem alanlarını belirleyecek duruma gelmişlerdir. Neoklasik iktisatçıların bu tavrı ne tekelleri ortadan kaldırmış ne de tekellerin görülmesini engellemiştir. Yazarın da ifade ettiği üzere Neoklasik iktisatçıların kapitalistlerin çıkarları için yaşadıkları körlük, Standart Oil gibi şirketlerin vahşi fiyatlama politikalarını inkâr etmelerine neden olmuştur.
Neoklasik iktisatçıların kapitalistlerin çıkarları için yaşadıkları körlük, Standart Oil gibi şirketlerin vahşi fiyatlama politikalarını inkâr etmelerine neden olmuştur.
Smith’in aksine Marx, tekeller konusunda daha ileri görüşlüydü. Marx sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi yönünde gelişen güçlü eğilimleri tümüyle görmüş ve kapitalizmin atisine yönelik önsezisine kapitalist tekel şekillerini de dâhil etmiştir.[13] Ancak Marx, tekel hâkimiyetindeki bir sistemin zamanla ne duruma geleceğini araştırma girişiminde bulunmamıştır; çünkü o dönemde bu tarz bir araştırma yapacak kadar ampirik malzeme bulunmamaktaydı. Marx’ın daha önemli olan çıkarımı kapitalizmin bütün potansiyelini, sistemin tam-rekabetçi aşamasında ortaya koyamadan kaybedeceğidir.[14]
Bir Konserve Açacağımız Olduğunu Varsayalım[15]
Değişkenlerin fazla olduğu iktisat biliminde ön kabullerden hareket etmeden gerçekliğe ulaşmak imkânsızdır. O nedenle her kuram mecburen varsayım yapmaktadır. “Eğer nesnelerin (şeylerin) görünüşleriyle özleri arasında hiçbir farklılık bulunmuyorsa, bu durumda, bilim de gereksiz demektir”[16] yazan Marx, emek ürünlerinin kullanım değerlerinden soyutlamalar yoluyla değere ulaşılacağını ifade etmektedir.[17] Bir kuramın varsayımları, kuramcının mesele hakkında gerekli görmediği ve bu nedenle sınamaya almayacağı faktörlerden ibarettir. Fakat Neoklasik iktisat, varsayım meselesine bu şekilde yaklaşmamaktadır. Neoklasik iktisat açısından, rasyonalite, tasarrufun, maksimizasyonun ve verimliliğin bilimi olmak ve böylece tarihin analizinden kaçarak statükocu bir istatistik kuramı haline gelmek olduğu için[18] bahsi geçen varsayım meselesi Neoklasik iktisat bağlamında farklılaşmaktadır. Çünkü Neoklasik iktisat modellerinde ortaya koyduğu varsayımları “gereksiz” olmasından öte, kendi ideolojik bakışı çerçevesinde oluşturmaktadır. Bu durumda iktisadı teknik bir hale getirerek, insansızlaştırmaktadır. Bu insansızlaşma da Friedmancı anlamdaki bilimselliğe ulaşmanın bedelidir.[19] Tarihsel yaklaşım olmaksızın bir iktisadi ilişkiyi anlamak ve bunu siyasal, teknolojik ve kültürel bağların bütünlüğü içinde kavramak mümkün değildir.[20] Ayrıca tarih insana olayların akışı içerisinde kendisini nerede konumlandıracağına dair bir kabiliyet tanımaktadır.[21]
Tarihsel yaklaşım olmaksızın bir iktisadi ilişkiyi anlamak ve bunu siyasal, teknolojik ve kültürel bağların bütünlüğü içinde kavramak mümkün değildir.
Neoklasik iktisadın varsayımlar üzerinden eleştirilmesinin en temel nedeni varsayım yapması değil, yaptığı varsayımları tek bir hakikat olarak öne sürmesidir. Neoklasik iktisadın varsayımları sonucu kurulan modeller, gerçek hayatı açıklayamamakta, özellikle de kriz zamanlarında başarısız olmaktadır. Kendi varsayımlarını büyük bir geleneğin devamı olarak pazarlayan Neo-klasik iktisadın müfredatlarda kurduğu hegemonya, diğer teorilerin ve ekollerin göz ardı edilmesine neden olmakta ve iktisadın çoğulcu yapısını[22] törpülemektedir.
Kapitalizmden Sapma: Kurallı Neo-Liberal Düzen
Yazar, kapitalizmin yapıcı olmaktan çok yıkıcı olduğunu deşifre etmeyi hedeflediğini belirtmektedir. Yazarın bu noktada ahbap-çavuş kapitalizmi (crony capitalism) tartışmalarına vurgu yaptığını düşünüyorum. Bu kavramı savunanlar, kapitalizmi yapıcı olarak görmekte, kapitalist ilişkileri meşru ve ahlaki bir zemine oturtmakta ve ahbap-çavuş kapitalizminin olduğu ülkelerin kapitalizmden bir sapma olduğunu ifade etmektedirler. Sungur Savran, kavramın 1997 Asya krizi sırasında krizin kapitalizmin olağan sonucu olmayıp Asya ülkelerinde piyasaların politikacılar ve bürokratlarla yozlaşmış ilişkiler içinde bulunmalarından ötürü ortaya çıktığı efsanesini yaratmak için uydurulduğunu ifade etmektedir.[23] Ahbap-çavuş kapitalizmi kavramını savunanların temel önermesi, ülkelerin kurallı bir neo-liberalizmden uzaklaşarak yozlaştığıdır. Kavramın Asya ülkelerine yönelik kullanılması, “kurallı neoliberal düzene” sahip olduğu iddia edilen kapitalist merkez ülkelerde yaşanan hukuksuzlukların göz ardı edilmesine neden olmaktadır. Bu bakış açısı kapitalizmi meşrulaştırmaktan öteye gitmiyor.
Ahbap-çavuş kapitalizmi kavramı, “kurallı neoliberal düzene” sahip olduğu iddia edilen kapitalist merkez ülkelerde yaşanan hukuksuzlukların göz ardı edilmesine neden olmaktadır.
Örneğin, Fransa’da işçilerin kazanılmış grev hakları OHAL uygulamaları ile engellenmiştir.[24] Bugün “örnek kapitalizm” olarak lanse edilen İsviçre’de bile işçiler “Emekliliğime dokunma!” ve “Haftalık 50 saate hayır!” sloganları ile hakları için mücadele etmekteler.[25] Pandemi döneminde üretim durdurulmamasına rağmen birçok ülkede olduğu gibi Hollanda da grevler yasaklanmıştı. Hollandalı işçiler, makul ve adil düzeyde zam, 60 yaş üstü için çalışma koşullarının düzenlenmesi, sosyal haklar, izin ve çalışma haklarının düzenlenmesi, taşeron firma işçilerine yönelik ücret ve kadro konusunda makul ve yasal düzenleme ve genç işçilerin ücretlerinin düzenlenmesi ve iyileştirilmesinde daha iyi yasal uygulama gibi talepleri bulunmaktadır.[26] ABD’deki işçiler 8 saatlik iş günü ve 15 dolarlık asgari ücret için mücadele vermektedirler.[27] Türkiye’de pandemi döneminde işverenlerin çalışan çıkarması yasaklanırken, KOD-29 maddesi[28] ile işverenlerin çalışan çıkarmasına açık kapı bırakılmıştır. “İşveren tarafından ahlak ve iyiniyet kurallarına aykırı davranışı nedeniyle iş akdinin feshi” anlamına gelen maddenin hukuksuzca kullanıldığı herkes tarafından bilinmektedir.[29] İsviçre ve Hollanda gibi “örnek kapitalist” ülkelerde yaşanan bu eylemler kapitalizmin revize edilemeyeceğini göstermektedir. Yukarıda bahsi geçen olaylar ile kapitalizmin ilk filizlenme dönemlerinde işçilerin sendika, çalışma, ücret vs. haklar uğruna verdikleri mücadeleler arasında fark olmadığını ve özellikle kapitalizmin filizlenme dönemlerindeki vahşi şekline döndüğünü düşünüyorum. Buradan hareketle ahbap-çavuş kapitalizminin değil, kurumsal hukuki düzenlemelere sahip Neo-liberal düzenin sapma olduğunu söyleyemez miyiz?
Çinli Avrupa
Douglas Dowd, kitapta Sanayi Devrimi’nin neden İngiltere’de gerçekleşip Fransa ve Hollanda[30] gibi ülkelerde gerçekleşmediğini de irdelemiştir. Bazı yazarlar kapitalizmin ilk kez İngiltere’de değil, Ortaçağ İtalya’sında yahut 17. yüzyıl Hollanda’sında yeşerdiğini söylese de kâr amaçlı ticaret ve kapitalist sistemin hem iktisadi hem de sosyal süreçler açısından gelişimi İngiltere’yi öne çıkarmıştır.[31] Uygun kaynakların varlığı; iktisadi örgütlenmelerin kullanımından gelen uzun ve çeşitli deneyimler; dünya ticaretindeki pay ve aşırı sermaye birikimi; büyük sömürgeler; İngiliz siyasi kurumlarının değişime açık fakat istikrarlı yapısı ve tüm bunlara ek olarak o dönemde başka bölgelere göre daha akışkan olan toplumsal süreç (esnek süreç), Sanayi Devrimi’nin İngiltere’de gerçekleşmesiyle sonuçlanmıştır.[32]
Amin’e göre Marx, her ne kadar “müthiş bir tecessüs timsali” olsa bile kapitalizmin neden Avrupa’da ortaya çıktığı sorusuna tatmin edici bir cevap verememekteydi.
Yazarın kapitalizmin neden İngiltere’de ortaya çıktığına yönelik sorgulamasını önemli bulmakla birlikte, bu sorgulamasını sadece Avrupa bağlamında sınırlı tutmasını eksiklik olarak görüyorum. Özellikle alternatif bir kapitalizm eleştirisi ortaya koyma iddiasının, bu soruyu Avrupa dışına genişleterek tamamlanabileceği kanaatindeyim. Bu soruya cevap olarak kendisini Avrupa-merkezci bakış açısın karşısında konumlandıran Samir Amin’e başvurabiliriz. Amin’e göre Marx, her ne kadar “müthiş bir tecessüs timsali” olsa bile kapitalizmin neden Çin’de, Arap veya Müslüman olan Arap bölgesinde ortaya çıkmayıp da Avrupa’da ortaya çıktığı sorusuna tatmin edici bir cevap verememekteydi.[33] Amin, “Çinli Avrupa (L’Europe chinoise)” kitabının müellifi Fransız yazar René Etiemble’a atıf yaparak Çin’in zaten 4-5 yüzyıl önce kendi aydınlanma felsefesini ortaya koyduğunu ve bu nedenle kapitalizmin ortaya çıktığı dönemde Çin’in Avrupa’dan oldukça ileride olduğunu yazmaktadır.[34] Amin, Avrupa mucizesi şeklinde lanse edilen gelişmenin aslında mucize olmadığını, Avrupa daha geride olduğu için ilk atılıp hamleyi yapanın kendisi olduğunu ifade etmektedir. Çin başta olmak üzere diğer Doğu ülkelerinin Avrupa’dan daha ileri olması ve sistemlerinin katı bir şekilde varlığı, Avrupa ülkelerindeki gibi bir esnekliğe imkân vermemiştir. Yukarıda İngiltere’de kapitalizmin ortaya çıkış sebeplerini aktarırken, “o dönemde başka bölgelere göre daha akışkan olan toplumsal süreç”ten bahsetmiştim. Dowd ve Amin bu konuda aynı doğrultuda sonuçlara ulaşmıştır.
Twix: Kalkınma ve Demokrasi
Bir çikolata markası olan Twix’in “İkisini de dene, tarafını seç!” sloganlı reklamını biliyorsunuzdur. Paketi açtığınızda iki farklı çikolata gelir ve tarafınızı seçersiniz. Kalkınma (sağ Twix) ve demokrasiyi (sol Twix) bu iki çikolataya benzetiyorum. Ülke yönetimine seçildiğinizde size bir paket gelir. İçinden ya demokrasiyi alırsınız ya da kalkınmayı. Çünkü kalkınma ve demokrasi arasında bir dilemma vardır. Var olan dilemma ikisinin birlikte var olmasını mümkün kılmamaktadır.[35]
Ülke yönetimine seçildiğinizde size bir paket gelir. İçinden ya demokrasiyi alırsınız ya da kalkınmayı.
Bu konuda Asya Kaplanları önemli bir örnektir. Kapitalizm ve Kapitalizmin İktisadı kitabında da yazar, “Kaplanların 1970’lerden sonraki sicilini başarı olarak görmenin mümkün olması, bir ölçüye kadar ya ekonominin denetlenmesine ya da büyük bir gücün kontrolü altında olmasına veya ikisine birden bağlıdır”[36] demektedir. Türkiye’de de tartışılan Kaplanların günümüzde ulaştıkları başarı(!) ve kalkınma hikâyesi sürekli anlatılır ve örnek gösterilir. Fakat Asya Kaplanlarının vatandaşlarının ödediği bedeller göz ardı edilir. Ayrıca ülkelerin kendi bölgesel farklılıkları da analiz konusu edilmez.
Mine Eder, Asya deneyimlerinden alınan kalkınmacı devlet anlayışında siyasetin olmadığını ve bu nedenle apolitik olduğu ifade eder.[37] Bu yapı teknokratik yönetimin bir gerekliliği olup son derece problem çözücü olsa bile, Asya deneyimlerinde öne çıkan bu anlayış onların sosyal yapılarına uyumludur. Türkiye bağlamında baktığımızda, mevcut sistem oldukça politik bir yapıya bürünmektedir. Çünkü siyasi anlamda homojen bir kadro oluşmamıştır. Özellikle Çağlar Keyder’in çalışmasında bahsettiği Mülkiye deneyimi bunu sağlamaya yönelik olsa da tam anlamıyla başarılı olamamıştır.[38] Türkiye’nin sermaye birikimini tarım üzerinden elde etme uğraşı, Latin Amerika ve Güney Kore ile ortaklaşsa bile, bu tam anlamıyla benzerlik kurmamıza imkân vermemektedir. Aynı uğraşı Güney Kore, 1962 yılında denerken[39], Türkiye’de bu uğraş kesintilere uğrayarak çeşitli dönemlerde denenmeye çalışılmıştır O nedenle kalkınma mevzusunu “onlar ve bizler” üzerinden tanımlamadan önce, ülkelerin tarihsel dinamiklerini iyi incelemek gerekiyor.
Güney Kore, kalkınma sürecini, tepeden inmeci bir endüstrileşmeyle işçi sınıfını baskılayarak ve antidemokratik uygulamalar ile geçirmiştir.[40] Türkiye’de ise ithal ikameci stratejinin uygulandığı dönem çok stabil geçmemiştir. Siyasi karışıklıklar, koalisyonlar ve değişen iktidar klikleri sürecin stabil ilerlemesini engellemiştir.[41] Eder, bu süreçte demokrasinin olması gerekenin oldukça altında olmasına rağmen, 1960-1980 döneminde toplumsal örgütlenme, katılım ve çoğulculukta ilerleme olduğunu ve bu durumun Türkiye demokrasi tarihine önemli katkılar sağladığını ifade etmektedir. Bu dönemin demokrasisi tartışmalı olmakla birlikte, Güney Kore, sağ Twix’i seçerek, demokrasiye karşı tepeden inme bir endüstrileşmeyi tercih ederken; Türkiye, endüstrileşmeye karşı sol Twix’i seçerek, demokrasiyi tercih etmiştir.
Sonuç Yerine
Dowd’un da ifade ettiği üzere, kitabın başarısı büyük çoğunluğu hakim ideolojinin ve iktisat kuramının hipnotik etkisinden kurtarmaya olan katkısıyla ölçülebilecektir.[42] Yazar bu açıdan önemli bir görevi üstlenmektedir. Günümüzde iktisat müfredatları ağırlıklı olarak tek tip hale gelmiştir. İktisadın sine qua non’u (olmazsa olmazı) olan sosyolojik ve tarihsel analiz arka plana itilerek, iktisat istatistik kuramı haline evrilmiştir. Dowd’un tarihin önemine yaptığı vurguyu ve hakim iktisat anlayışına yönelik -özellikle varsayımlar konusundaki- eleştirisini önemsiyorum. Hakim ideolojinin ve iktisat kuramının hipnotik etkisi öyle bir noktaya ulaşmıştır ki; günümüzde etkisi yoğun şekilde hissedilen tekelleşme eğilimi zihinlerden silinmeye ve rekabet adı altında meşrulaştırmaya çalışılmıştır. Yazar, kitapta ağırlıklı olarak tekeller meselesine önem vermiş ve günümüzde tekelleşme eğiliminin sonlanmayıp devam ettiğini aktarmaya çalışmıştır. Hipnotik etkinin bir yansıması olarak, kapitalizmin yapıcı bir nitelikte olduğu insanların kafasına kazınmıştır. Kapitalizme dair yapıcı bakış kapitalist merkez ülkelerde yaşanan hukuksuzlukların ve verilen emek mücadelesinin göz ardı edilmesine neden olurken Asya ülkelerindeki emek mücadelelerine yönelik baskı kapitalizmden bir sapma yani “anomali” olarak görülerek ahbap-çavuş kapitalizmi adı altında tanımlanmıştır. Kapitalist merkez ülkelere yönelik yaşanan bu körlük, hakim ideolojinin ve iktisat kuramının hipnotize etkisinden kaynaklanmaktadır. Oysa asıl sorun Asya ülkelerinde değil, kapitalizmin kendisindedir.
[1]Dowd, D., 2020. Kapitalizm ve Kapitalizmin İktisadı: Eleştirel Bir Tarih. Gerçek, C. (çev.). Üçüncü Baskı.
İstanbul: Yordam Yayınları, ss. 139
[2] a.g.e., ss. 9
[3] İktisadın finans çevrelerine hizmet ettiği ve çerçevesini bu çevrelere göre belirlediği günümüzde her mezunun yolu isteksiz de olsa kesişmektedir.
[4] Dowd, a.g.e.
[5] a.g.e., ss. 51.
[6] Foster, J. B., 2011. Tekelci Finans Sermayesi. Birinci Basım. İstanbul: Kalkedon Yayınları, ss. 101.
[7] Stigler, J. G., 2012. Entelektüel ve Piyasa. Çetin, Ü. (çev.). Liberal Düşünce, Yıl 17, Sayı 65, 127-137.
[8] Foster, a.g.e.
[9] a.g.e.
[10]Crouch, C., 2014. Neoliberalizmin Garip Ölümsüzlüğü. Gezen, U. (çev.). İstanbul: Açılım Kitap.
[11]Foster, a.g.e.
[12] Sol ve tekel hakkında daha fazla bilgi için bkz. a.g.e., ss. 139-145.
[13] Sweezy, P. M., Baran, P., 2007. Tekelci Sermaye. Birinci Basım. İstanbul: Kalkedon Yayınları.
[14] a.g.e.
[15] Bölüm başlığında Friedman’ın varsayımlarla ilgili tezinin konu olduğu fıkraya atıf yapılmıştır. Fıkra şu şekildedir: “Bir ekonomist, bir mühendis ve bir kimyacı ıssız adada tek başlarına kalmışlar ancak yanlarında büyük bir sosis konservesi varmış fakat konserve açacağı yokmuş. Mühendis ve kimyacının konserve kutusunu açmak uygulamalı bilim çabalan başarısız kaldıktan sonra bu sırada sürekli gülümseyerek onlan izleyen ekonomiste irkilerek dönmüşler. “Sen olsan ne yapardın?” diye sormuşlar. Çok sakin bir şekilde gelen yanıt, “bir konserve açacağımız olduğunu varsayalım” olmuş.” Aktaran Blaug, M., 2009. İktisatta Yöntem veya İktisatçılar Nasıl Açıklıyor. Konyar, L. (çev.). Ankara: Eflatun Yayınevi, ss. 101.
[16] Woolgar, S., 1999. Bilim: Bilim İdesi Üzerine Sosyolojik Bir Deneme. Arslan, H. (çev.). İstanbul: Paradigma Yayınları, ss. 41.
[17] Marx, K. 2011. Kapital – Ekonomi Politiğin Eleştirisi 1. Cilt. İstanbul: Yordam Yayınları, ss. 52.
[18] Dowd, a.g.e.
[19] Özel, H., 2020. “Üç Güzeli” Aramak: İktisat ve Sanat [çevrimiçi]. Erişim: https://iktisatvetoplum.com/uc-guzeli-aramak-iktisat-ve-sanat-huseyin-ozel-itd-122/.
[20] Dowd, a.g.e.
[21] Skidelsky, R., 2020. İktisat Eğitiminde Tarihin Önemi Nedir? [çevrimiçi]. Özden, O. (çev.). Erişim: https://gergedan.press/iktisat-egitiminde-tarihin-onemi-nedir-7171/ [Erişim Tarihi: 28.04.2020].
[22] Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Kutay, T., 2021. İktisatta Çoğulculuk Üzerine Bir Tartışma [çevrimiçi]. Erişim: https://gergedan.press/iktisatta-cogulculuk-uzerine-bir-tartisma-9571/ [Erişim Tarihi: 14.07.2021].
[23] Savran, S., 2006. Burjuva sosyalizmin düşman kardeşleri: Liberal sol ve ulusal sol. Devrimci Marksizm, Sayı 2, 50-114.
[24] Işıkara, G., 2017. Mahfi Eğilmez’in “Ahbap-Çavuş Kapitalizmi”ne Dair [çevrimiçi]. Erişim: http://www.abstraktdergi.net/mahfi-egilmezin-ahbap-cavus-kapitalizmine-dair/ [Erişim Tarihi: 03.11.2017].
[25] Anonim. 2018. İsviçre’de inşaat işçileri hak gasbına karşı direniyor [çevrimiçi]. Erişim: https://sendika.org/2018/11/isvicrede-insaat-iscileri-hak-gasbina-karsi-direniyor-516905/ [Erişim Tarihi: 07.11.2018].
[26] Solmaz, A., 2021. Hollanda’da “pandemi” tedbirleri: Grev yapma, çalış![çevrimiçi]. Erişim: https://sendika.org/2021/01/hollandada-pandemi-tedbirleri-grev-yapma-calis-605073/ [Erişim Tarihi: 02.01.2021].
[27] Işıkara, a.g.e.
[28] Madde sonraki günlerde KOD 46, KOD 42-50 gibi çeşitlenmiştir. Ama madde de işçiler lehine bir düzenleme yapılmamıştır.
[29] Yurdal, A. U., 2021. Telefonlarını vermediler, Kod 46 ile işten atıldılar [çevrimiçi]. Erişim: https://www.gazeteduvar.com.tr/telefonlarini-vermediler-kod-46-ile-isten-atildilar-haber-1521353 [Erişim Tarihi: 05.05.2021]; Çelik, A., 2021. Gitti Kod 29 gedli Kod 42-50! [çevrimiçi]. Erişim: https://www.birgun.net/haber/gitti-kod-29-geldi-kod-42-50-340926 [Erişim Tarihi: 12.04.2021]; Gul, D., 2021. Kod-29 ile atılan işçiler: ‘Hakkımızı aradığımız ve sendikalı olduğumuz için ahlaksız olduk [çevrimiçi]. Erişim: https://tr.euronews.com/2021/04/21/kod-29-ile-at-lan-isciler-hakk-m-z-arad-g-m-z-ve-sendikal-oldugumuz-icin-ahlaks-z-olduk [Erişim Tarihi: 21.04.2021].
[30] Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Dowd, a.g.e., ss. 71
[31] Dowd, a.g.e.
[32] a.g.e.
[33] Amin, S., 2019. Samir Amin Anlatıyor – Ezilen Halkların, Sömürülen Sınıfların Organik Aydını. Dembélé, D. M. (haz.). Başkaya, F. (çev.). İstanbul: Yordam Yayınları.
[34] a.g.e.
[35] Eder, M.., 2020. Türkiye’nin Politik Ekonomisi. Söyleşi Raporu. https://drive.google.com/file/d/1FmzmFN2uykVWDYg2jgTsaBMXIdSDAUhM/view; Öniş, Z., Şenses, F., 2009. Küresel Dinamikler, Ülke içi Koalisyonlar ve Reaktif Devlet: Türkiye’nin Savaş Sonrası Kalkınmasında Önemli Politika Dönüşümleri. Neoliberal Küreselleşme ve Kalkınma: Seçme Yazılar içinde. Şenses, F. (ed.). İstanbul: İletişim, 705-743.
[36] Dowd, a.g.e., ss. 286.
[37] Eder, a.g.e.
[38] Keyder, Ç., 2003. Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliği’ne, İstanbul: İletişim, 181-203.
[39] Aytekin, G. K., 2015. Güney Kore’nin İhracat Dayalı Büyüme Modeli Kapsamında 2003 Türkiye İhracat Stratejisi. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 8, 63-86.
[40] İnsel, A., 1997. Güney Kore: Küreselleşmenin Beklenmedik Bedelleri. Birikim, Sayı 95.
[41] Eder, a.g.e.
[42] Dowd, a.g.e., ss. 10.