“Rusya’dan Sevgilerle” isimli podcast programımızın son bölümünde Yeditepe Üniversitesi Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden Hülya Arslan konuğumuz oldu. Deniz Tunç Kalyoncu ve Oğul Tuna’nın 6 Ocak 2021’de podcast olarak yayımlanan söyleşisini bugün okurlarımız için metin halinde sunuyoruz.
Deniz Tunç Kalyoncu: “Rusya’dan Sevgilerle”nin 15. Bölümüne hoş geldiniz! Her hafta olduğu gibi yine karşınızdayız. 2021 yılında da her çarşamba günü yayınlanmaya devam edeceğiz. Bugün bir konuğumuz var: Yeditepe Üniversitesi Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden Hülya Arslan bizlerle. Hoş geldiniz!
Hülya Arslan: Merhaba, hoş bulduk.
Deniz Tunç Kalyoncu: Bugün aslında biraz farklı bir yola gireceğiz, edebiyat konuşacağız. Ama sadece edebiyat değil; kültür konuşacağız, çeviri konuşacağız, bunların birbiriyle ilişkileri üzerine birtakım değerlendirmeler yapmaya çalışacağız. Şöyle bir başlık belirledik: “Kültürlerarası Diyalog Ekseninde Edebiyat ve Çeviri”. Tabii, “Rusya’dan Sevgilerle” olarak, Rusya üzerinden bu değerlendirmeleri yapacağız. İlk soruyla başlayalım: Bir tarafta bir dile özgü bir metin var. O metnin içerdiği farklı bir yaşam anlatısı var, kültürü içinde barındıran. Aynı zamanda, diğer tarafta, aktarılacağı bir yeni dil var. Buna da çeviri diyoruz. Bize buradaki ilişkileri, bağları ve ayrımları açıklayabilir misiniz? Bir tarafta kültür, bir tarafta çeviri, bir tarafta dil…
Hülya Arslan: Öncelikle merhaba. Çalışmalarınızı elimden geldiğine takip etmeye çalışıyorum. Tabii, itiraf edeyim, hepsini de dinleyemiyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse “disiplinler arası” çalışma yapmanız çok güzel. Buna özen göstermeniz çok güzel. Ve bu kadar genç bir bakış açısıyla bunun ortaya çıkması da ayrı bir zenginlik gibi geliyor. Programınızın adı çok hoşuma gitti. Bundan sonraki çalışmalarınızda başarılar dilerim.
Evet, bugünkü sohbetimize dil, kültür, çeviri üçgeninden sürdürecek olmak güzel. Zaten benim çalıştığım alanlar da bunlar ve hep bu eksen üzerinden götürüyorum. Akşit Göktürk’ün dediği gibi “Çeviri dillerin dili”. Bu çerçevede çevirinin ne olduğuna ya da dilin nereden gelip nereye gittiğine bakmak lazım, diye düşünüyorum. Ben bıkıp usanmadan çevirinin sadece diller arasında bir aktarım olmadığını söylüyorum. Bu ne demek? Şimdi, bir dili en iyi ne kadar bilebilirsiniz? Bir dili ancak anadiliniz kadar bilebilirsiniz, onun ötesinde bilmeniz mümkün değil. Yine de bunu başarırsanız, o dili kendinizi ifade etmek için kullanmak başka bir şey. Çünkü o zaman kendinizi ifade etmek istediğinizde; beyninizi, algınızı, kendinize göre, kendi çerçevenizde değerlendirir, öyle ifade edersiniz. Bunda bir zorluk yok. Ama işin içine üçüncü bir boyut girdiği zaman bu sefer bütün dengeler bozulur. Çünkü yazılı ya da sözlü metni oluşturan sizin başka bir dile aktaracağınız ya da kendi dilinize aktaracağınız başka bir dilden gelen ileti farklı bir şekilde oluşmuştur. Onu oluşturan siz değilsiniz. Böyle olunca çeviri yapmak için çevirinize kaynak aldığınız dili “iyi” bilmeniz asla yetmez.
Çevirinin ilk şartı, kaynak dili, yani çevireceğiniz metnin, bu yazılı ya da sözlü olabilir, üretildiği dili ve erek dilinizi yani aktaracağınız dili çok iyi bilmeniz gerekir. En basitinden dilin yapısal karşılığını erek dilde bulmanız için bu şart. Fakat bunlar yeterli mi? Yetmez. Çünkü çevirinin ilk şartı çevirdiğimiz kültürü de çok iyi bilmektir. Ben bunu hep söylüyorum, söylemeye de devam edeceğim: Çünkü çeviri dilden dile değil, kültürden kültüre yapılır. Her iki dili de istediğiniz kadar iyi bilin, eğer kaynak ve erek dilleri, o dilleri oluşturan coğrafik koşullar, tarihi olaylar, gelenek ve görenekler çerçevesinde, kısacası kültürüyle bilmiyorsanız herhangi bir çeviriden bahsetmek doğru olmaz. Her dilin beslendiği ve bu dili oluşturan dinamikler farklı. Onun için biz bir kültürden diğerine aktarım yapıyorsak her iki dilde de bu dinamikleri çok iyi bilmemiz lazım.
Şöyle sıkça kullandığım, akılda kalıcı, basit bir örnek vereyim: Biraz, söylerken bile zorlandığım, kaba bir sözcük kullanacağım: “Ayı”. Rus kültüründe ayı, bir sözcükten çok bir tanım, bir sıfat gibidir ve “güçlü, sevecen insan, dost insan” anlamında kullanılıyor. Rusça karşılığı da “medved” [Медведь]. Hatta o kadar ki “Medvedev (Ayıoğlu)” diye soyadı bile var. Bunu da biz en çok Rusya’nın Başkanı, Başbakanı olmuş Dmitriy Medvedev’den biliyoruz. Şimdi Dmitriy Medvedev yerine, “Dmitri Ayıoğlu” dersek başka bir şey oluyor. Ama Ruslar için bu, dediğim gibi, güzel ve sevecen bir şey, güven veren bir soyadı. Bir Rus yazılı veya sözlü herhangi bir metinde “o bizim ayımız” dediği zaman, bahsettiği kişiye iltifat ediyor, biz bunu sözcüğün Türk kültüründeki karşılığını kullanırsak gibi çevirirsek vay halimize… Bu çerçevede düşünmek lazım; coğrafyadan, doğa koşullarından, biraz daha Rus insanının bize göre daha çok masallarla, efsanelerle büyümesinden, kültürün böyle gelişmesinden “ayı”nı böyle bir özelliği var.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Biraz daha yaşamdan bir örnek vereyim: Ben uzun yıllar Rusya’da yaşadım. Sovyetler Birliği’nin son döneminde gittim ve o dağılış, sonrasında yaşanan yeniden yapılanma sürecini gözlemleyerek yaşama şansım oldu. Tabii, o dönem ve deneyimler bugünkü konumuz değil ama şimdi vereceğim örneğin doğru anlaşılması için bu açıklamayı yapmak istedim. SSCB’nin dağılmasının ardından daha Ruslar diğer kültürlerle çok fazla iç içe olmamışlardı; hem yeni yeni yurt dışına seyahat etmeye başlamışlardı, hem de daha internet henüz dünya insanlarının üçüncü “gözü” olmamıştı. Böyle bir ortamda ben orada çalışıyorum. Moskova’daki ofisimize Türkiye’den bir çaydanlık getirttik ve biz Türk’üz, Türk insanı çay içmeden çalışamaz yani. Böyle olunca, çalışanımıza “Türk usulü” çay demletmeyi öğrettik. Onlarda da çay var ama bizim gibi değil; fokur fokur kaynamıyor, demlik ayrı duruyor, genelde Hint çayı kullanıyorlar, vs. Bütün koşulları sağladık, çay da Türkiye’den geldi. Peki çay içme sorunumuzu çözebildik mi? Hayır, çözemedik. Çünkü o zamanki çalışanımız, sevgili Natalya’ya, o kadar söylememe rağmen gün içinde fincanımı boş bırakmamasını, çalışırken “sürekli” çay içmek istediğimi bir türlü Rusça da konuşsak anlatamıyordum. Bir türlü iletişim kuramıyoruz. Sonunda, işi kendisi çözdü: “Ha, yemek masasındaki votka kadehi gibi yani, dedi, boşaldıkça dolduracağım.” Evet, dedim, “boşaldıkça doldurman lazım.”
Bilmiyorum, anlatabildim mi? Çay Türk kültürünün ayrılmaz bir parçası, biz günün her saati çay içebiliriz. Son yıllarda kahve de bu şekilde hayatımıza girdi ama çay en geleneksel içeceğimiz. Ruslarda da bu var, Ruslar da çay içiyor, seviyorlar ama içiş şekilleri, çayın günlük yaşamdaki yeri bizde olduğu gibi değil. Şimdi, Hocam edebiyattan koptunuz, diyeceksiniz ama tam bu noktada edebiyata döneceğim: Çehov’un hemen hemen bütün oyunlarında Rusların “çaypitie” [Чаепитие] dedikleri “çay” ve “pit’” yani “içmek”ten, “çay içim ritüeli”, bir çay sohbeti sahnesi mutlaka vardır. İşte Çehov’un oyunlarında, bir masanın etrafında, semaverin başında gelişen ritüel sırasında ailevi, dünyevi sorunlar konuşulur, kişiler o gün başlarından geçen olayları anlatırlar. Günümüzde evlerde semaver kullanılmıyor ama çay gene masa başında ve yanında, beraber, mutlaka tatlı bir şey yenerek içiliyor. Bizim gibi bir çay içme olayı yok. Bu çerçeveden bakına çok basit günlük bir alışkanlık bile iletişimde ne kadar problem yaratıyor. Konuyu yine çeviriye getireyim; biz bir iş görüşmesinde ya da ülkemizde alışverişe çıkardığımız bir Rus’a ikram anlamında gelen “Ne içersiniz?” sorusunu olduğu gibi çevirirsek maalesef karşı kültürün temsilcisinin algısında anlaşılması zor bir kavram zinciri yaratmış oluruz: Çünkü durduk yere bir şey içme, çay ya da kahve içme alışkanlıkları yok. Susayınca Rus bira içer, ilk dönemlerde soru sorunca “bira” diye cevap vereni bile hatırlıyorum. Bu sefer Türk şaşırıp kalıyor. Onun için bu soruyu “çay ya da kahve, bir şey içer misiniz?” diye çevirirsek iletişimi daha sağlıklı bir iletişim sağlarız.
Oğul Tuna: Hocam, çay üzerinden verdiğiniz örnek aslında sohbetimizin bütün dallarına, konularına dokundu. Çayın da bize aslında Kafkaslardan ya da Rusya üzerinden geldiği söylenir 19. yüzyılda. Bu yüzden küresel etkileşim, kültürlerarası etkileşim açısından çok güzel bir örnek oldu. Ben bu noktada yaşadığımız çağdaki aktarım, etkileşimler öncesinde 19. yüzyılda farklı uluslar, farklı devletler çok daha zorlu süreçler sonucunda birbirleri arasında kültürlerarası aktarımda bulunuyorlardı. 19. yüzyıl çok spesifik bir örnek. Bu çağda insanların bugüne göre birbirinden çok daha az haberdar olduğu, kendi yaşam alanları dışındaki dünyayı daha az tanıyorlar. Edebiyat bu dönemde kültürlerarası diyaloğa nasıl hizmet ediyordu?
Hülya Arslan: Çok güzel bir soru. Hele bugünün penceresinden bakınca çok daha önemli bir yeri olduğunu söyleyebiliriz edebiyatın. Özellikle diyaloğun diğer ucunda Rus kültürü varsa. Sizlerin de çok iyi bildiği gibi, Çarlık Rusya ve Sovyetler Birliği döneminde toplumsal yaşamda edebiyatın ve edebiyatçıların bambaşka bir yeri var. Edebiyatçılar, özellikle yazarlar, hep toplumun önünde yer alıyorlar. Onların yazdıklarından feyz alarak insanlar dünya olaylarını öğreniyor; dünyadaki akımlardan, felsefeden, vs. haberdar oluyorlar. Bunda Rusların çok okuyan bir toplum olmasının da rolü var. Şimdi bu noktaya takılırsam sohbetin sonunu getiremem. O nedenle bu sohbet için seçtiğim örneğe geleyim.
Biliyorsunuz, Rus edebiyatının ve çağdaş Rus dilinin kurucusu Aleksandr Puşkin olarak kabul ediliyor. Dili sadeleştirdiği için, edebiyatı halka indirdiği için mihenk taşı olarak Puşkin’i alıyoruz. 1837’de öldüğünde 38 yaşında olan yazar, o kısacık ömrüne neler neler sığdırmamış ki… Sürgünler, Dekabristlerle olan ilişkileri, dünya olaylarına bakışı, Rus toplumuna bakışı, toplumun önünde yer alması, bir fikir önderi olması… Çok büyük bir şair. Bugünkü sohbetimiz çerçevesinde Puşkin’e baktığımız zaman, yani kültürlerarası diyalogda edebiyatın yeri olarak incelediğimizde, Türkiye açısından çok önemli olduğunu görüyoruz.En önemi eserlerinden biri “Yevgeniy Onegin”, ayrıca dünya edebiyatındaki ilk şiir romanlardan biri. Müthiş bir eserdir. Kadına verdiği rol, taşranın yeri, başkentteki Rus asilzadelerin boşluğa düşüşü, vs. Ama benim okuduğumda ilk dikkatimi çeken, başlarında bir yerde, kahramanların toplandığı bir masadan söz ederken “Çargrad”dan gelmiş kehribar bir pipodan bahseder. Bu müthiş bir şey! 19. yüzyılda bir Rus yazar İstanbul’dan bahsediyor “Çargrad” diye (Rusçada “Konstantinopol” de deniyor.) “Çargrad” [Царьград] “çar”dan geliyor yani şehirlerin çar’ı, şehirlerin baştacı, önde geleni gibi; nasıl çevirirseniz bağlamına göre. Harika bir tanımlama İstanbul için. Bana ilginç gelen; hem İstanbul’dan bahsediyor kahramanı anlatırken hem kehribar bir pipodan bahsediyor. Bir kere “kehribar” bize özgü bir şey değil. Üstelik Petersburg’da yaşıyorlar, Baltık’tan gelen ya da Petersburg çevresindeki kehribardan bahsedebilir. Ama öyle bir ilişki kurmuş ki edebiyat bize bunu bir dizeyle anlatıyor: Ey, okur, düşün, 19. yüzyıldaki o masada o kehribar pipo nasıl vardı ve İstanbul, “Çargrad” olarak nasıl bir yere sahipti?
Puşkin’in ayrıca, Türkiye’ye, hem de ülkemizin doğusuna, gelen ilk Rus yazar olduğunu söyleyebiliriz. Edebiyat eserlerini, biliyorsunuz, çok farklı şekilde okuyabilirsiniz. Okuduğunuz yaşa, konuma, içinde bulunduğunuz ruh haline göre eserden aldığınız tat farklılık gösterebilir. “Anna Karenina”yı ilk gençlik yıllarında okursanız onu bir aşk romanı olarak görürsünüz; daha sonraki yıllarda okuduğunuzda aile kavramlarını, ilişkilerini sorgulayan, toplumdaki statünün aile ilişkilerindeki baskısını sorgulayan bir roman olarak görebilirsiniz. Daha sonra dönem romanı olarak okuyabilirsiniz. Onun için, Puşkin’in Türkiye’ye gelişini anlattığı kitabı ilk okuduğunuzda belki benim anlattığım açı aklınıza gelmeyebilir: Puşkin 1829 yılında, Rus-Osmanlı savaşının, kendisine göre, efsane komutanı Yermolov’u görmek için Doğu’ya gitmek üzere yola çıkar. O dönem Dekabristler üzerine çalışma yapıyor ve bir son yazmak istiyor, yazarın da ruh halini düşünün. Kalkıyor, bunun için kilometrelerce yol kat ediyor at sırtında ve Kafkaslara gitmeye karar veriyor. Kafkalara varınca cephenin daha derinlerine inip Türkiye’nin doğusuna geçmek arzusunda bulunuyor. Bahsettiğim eser “Erzurum Seyahatnamesi” [Путешествие в Арзрум] olarak dilimize aktarılmış. Bunu bir seyahatname olarak da görmek mümkün; dönemin savaş stratejilerini, kahramanlarını, vatanseverliği sorgulayan bir eser olarak görmek de.
Fakat biz Puşkin’in Vladikafkaz, Tiflis, Batum üzerinden yaptığı yolculukla Kars ve ardından da Erzurum’a varışını, gördüklerini kültürlerarası diyalog ve edebiyatın bundaki yerine bakacağız. Neden bu eserden bahsetmek istedim? Puşkin, Gürcistan’da da bulunuyor; Erzurum’a gelene kadar birçok yerden geçmesine, askeri konularda ve savaşla, Çarlık ordusunun komutasıyla ilgili bir hayli akıl yürütmesine karşın sonuçta eserine “Puteşestviye v Arzurum – Erzurum Seyahati” adını veriyor. Çünkü asıl etkilendiği nokta orası. Kültürlerarası etkileşimin yerini burada bile görüyoruz.
Türkiye’de ilk olarak Arpa çay ve Ağrı Dağı’nın güzelliğinden etkilendiğini okuyoruz. Ancak ne var ki, şehre ilk geldiğinde, Erzurum’un mimarisiyle yazarı hayal kırıklığına uğrattığını görüyoruz. Çünkü Puşkin de Doğu’yu hep Avrupalı yazarlardan okumuş. Sonra birden bire 1830’lu yılların Erzurum’u ile tanışıyor. Ve diyor ki: Doğu, Avrupalıların hayal ettiği gibi değil. Bana göreyse; Puşkin bölgeye Kafkasya’dan geliyor; Avrupalı gezginler Doğu’ya Batı üzerinden geldiğine algıları farklı olabilir. Eseri okuyanlar, Türk-İslam geleneklerinde savaş, ölüm, cenaze gibi gelenekleri Puşkin’in ayrıntılı olarak kendi kültürüne aktardığını göreceklerdir. Ancak, ben bugün bu konulara değinmeyeceğim. Bu çerçevede savaş ve cenaze en son konuşmak istediğim konu olabilir. Bu sohbetimiz için bilgilerimi tazelemek adına esere dün şöyle bir göz attığımda, Puşkin’in Türkiye sınırından geçtikten sonra pek çok Türkçe sözcük kullanması oldu. Örneğin “başlık”ını [Башлык] takıyor ya da bir ziyafette “Aziatskiy şaşlık” [азиатский шашлык] yiyor. “Aziatskiy” yani Asya türü. Bilmeyenler için “şaşlık”ın Rusçada “kebap” anlamına geldiğini söyleyelim.
Puşkin, Türklerin hayırseverliği üzerine de çok kafa yoruyor çünkü o beğenmediği genel mimari bir tarafa, beğendiği ve çok estetik bulduğu yapılar içerisinde köprüler var; köprü görüyor ve hemen her yerde de bir çeşme görüyor. Bunların nasıl yapıldığını öğrenmek istediğinde hayırseverlerin yaptırdığını öğreniyor ve buna çok şaşırıyor. Türklerin bu yaşam biçimi, bu hayırseverlik anlayışları üzerinden de epey bilgi veriyor. Benim için bu da çok önemli bir ayrıntıydı. Bu hayırseverlerin toplumda çok saygı gördüklerinden bahsediyor. Bu noktada bir şeye daha dikkat çekmek istiyorum. Puşkin bunları yaşarken biz Puşkin’in temsilcisi olduğu toplumla savaş halindeyiz, anlatabiliyor muyum Osmanlı-Rus Savaşı sürüyor ve bizi yeniyorlar ama o kültürün bir temsilcisi gelmiş ve bu topraklarımızda çeşitli acılar yaşanırken topraklarımızda dolaşıyor ve böyle birtakım sonuçlarda bulunuyor. “Bana böyle eziyet ettiler” ya da “Beni kabul etmediler” demiyor. Bir iki yerde özellikle bir hamama gittiğinde ona orada hizmet etmek istemiyorlar ve onu anlatıyor ama onun dışında tüm bunları Rus gözüyle okusaydım Türklerin bu misafirperverliklerini ve hoşgörülerini, karşı ordunun kumandanının misafiri olarak oraya gelmiş ama Türklerin ona kapı açmaları ve yemek ikram etmeleri gibi durumlar Rus kültüründen bakarsak okuyanlarda o zaman için ilgi uyandırmıştır diye düşünüyorum.
Bir de şuna dikkat edelim, eserin yayımlandığı tarihi göz önüne alırsak 1830’lardan bahsediyoruz. 1830’larda, Oğul az önce dedi ya “Edebiyat nasıl kültürlerarası bir diyalog”, 1830’larda belki birçok insan daha Doğu’da hayır için yapılmış, hayırseverliği biliyoruz tabii kültürümüzde hep var ama Doğu’da bir yerde Erzurum’un bir köşesinde hayır için yapılmış bir köprü olduğunu bilmiyor, o köprünün yanında bir kervansaray olduğunu, belki de Hasankale’deki kaplıcalardan bahsediyor Puşkin ve daha belki Türk insanı Hasankale’nin yanındaki kaplıcaları bilmiyor ama eser basıldıktan sonra Rus insanı bunu öğreniyor. Bu bence çok çarpıcı ya da bunu göstermek açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum ya da ben aşırı mı heyecanlanıyorum, edebiyata karşı aşırı romantik yaklaşıyor olabilirim ama elimde değil. Bu romantik duygularımı da fırsat geldiğinde paylaşmak istiyorum veya edebiyatla ilgilenenlerin algılarını kendimce açmak istiyorum çünkü bunlar beni oldukça heyecanlandıran şeyler.
Bununla birlikte çok önemli bulduğum bir paragraf var ve bunu bizi dinleyenlerle paylaşmak istiyorum. Puşkin Ruslara esir düşen bir Türk paşasının yanına gidiyor ve çevirmen yardımı ile kim olduğunu anlatıyor. Paşa, Puşkin’e “Şairlerin ve dervişlerin dünya malında gözlerinin olmadığını” söylüyor, “Oysa biz fakirler şan ve servet için savaşıyoruz” diyor. Bunları 1830’ların başında ve 1820’li yılların sonunda bir Türk paşasının ağzından duymak, yine diyeceğim ben bir romantik olabilirim ama beni çok heyecanlandırdı. Bir şairi ve dervişi kendi kültüründe, belki hayatında şairle karşılaşmamış daha önce ve bir dervişle karşılaştırıyor ve o ruh zenginlerinin dünya malında gözlerinin olmadığını ve savaşların şan ve servet için yapıldığının altını çiziyor ve Puşkin de bu paşanın görüşlerini kendi kültürüne götürüyor. 200 yıl sonra bile çok heyecanlı bir şey. Yine eserde dönemin Türk kültürüne özgü haremle ilgili kısımları görebiliriz ve okuyabiliriz. Bu olguyu farklı coğrafyalardaki insanlar nasıl algılamışlar diye bakabiliriz.
Şimdi başka bir özelliği daha paylaşacağım sizinle benim ilgimi çeken. O dönemde veba hastalığı baş göstermiş ve ben de bunu eserden öğrendim. “Erzurum Seyahatnamesi”nden, yani Puşkin’in kaleminden öğrendim. Ne kadar kitlesel olduğunu bilmiyorum ama bugünkü konumuz çerçevesince önemli değil; o dönemin pandemisini konuşmayacağız, başka bir şeye dikkatinizi çekeceğim. Puşkin, Türk erlerinin veba olan arkadaşlarına gösterdikleri ilgi ve şefkati öyle bir özenle anlatıyor ki çok kaba taslak bir çeviri ile aktarmaya çalışacağım size ve hatam olursa affola. Diyor ki “Askerler vebalı arkadaşlarını kollarından tutmuş götürüyorlardı, giysilerini çıkardılar sanki hastalığı veba değil de sıradan bir soğuk algınlığıymış gibi orasına burasına baktılar. İtiraf edeyim ki bu soğuk kanlı davranış karşısında Avrupalılığımdan utandım”. Burada benim romantizmim söz konusu değil, müthiş bir saptama. Biz Türklerin belki biraz boş vermişliği, aman bize bir şey olmaz düşünce yapısı, tabii ki arkadaş sevgisi ve 1830’lu yıllarda bunu gözlemleyip Rus kültürüne aktaran Puşkin.
Deniz Tunç Kalyoncu: Bu eserin sosyolojik bir metin olması, tarihi bir metin olması gibi özelliklerin hepsini iç içe görüyoruz aslında. O zaman buradan devam edelim sonuçta edebi bir eser yazıldığı tarihten sonra yazarı ölse bile yıllar sonra tekrar farklı insanlar tarafından okunabiliyorlar ve biraz daha Türk Edebiyatı ile Rus Edebiyatı birleşiminden şöyle bir soru sormak istiyorum. 19. yüzyılda altın çağlarını yaşadığı söylenen Rus Edebiyatı, 20. yüzyılda Türk Edebiyatını hangi yollarla besledi ve bu etkileşim nasıl gerçekleşti; Türk edebiyatı, Rus Edebiyatından neler aldı, yazarları neler aldı?
Hülya Arslan: Eyvah eyvah, bu sohbetin sonu gelmez onu söyleyeyim. Şöyle, belki tabii bunlar başka bir sohbetin konusu olabilir ama Türk Edebiyatı, Rus Edebiyatından yani bütün dünya edebiyatlarından olduğu kadar çok ciddi bir şekilde beslenmiş. Bunun için ilk Tolstoy çevirilerine bakabiliriz, örnek çevirmen kimliği üzerinde durabiliriz ya da en belirgin, ülkemizde en çok bilineni 1940’lardaki çeviri seferberliği. Muhteşem bir olaydır o.
O çerçeveden bakabiliriz ama şöyle çok kısacık bir şey diyeyim benim doktora tezim de buna ilişkindi. Türk toplumsal yaşamında çeviriyi ve çevirinin rolünü inceledim ve özellikle edebiyatta nasıl ürünler vermemize neden olmuş ona baktım. Buradan çıkan sonuç şu ki, Türk Edebiyatında kısa hikaye Çehov’un etkisiyle Memduh Şevket Esendal’ın kaleminden çıkıyor. Yani tamamen bir Çehov etkisi, Memduh Şevket Esendal’ı elçilik görevlisi olarak ilk Bakü’ye gidip Rusça öğrenmesi ve sonra Moskova’da da görev yapması. Rusçasını ilerletmesi, edebiyat merakı ve elbette Çehov’a olan tutkusu birçok eleştirmenin “bizim Çehov” diyecek kadar onu nitelendirmesi ve edebiyatımıza klasik hikayeden sonra ve ondan bağımsız olarak kısa hikayeyi ya da Çehov tarzı durum hikayesinin girmesiyle oluyor.
Bu tip etkileşimlerin somut sonuçları var, bunlar dışında hemen hemen hangi büyük yazarı Türk Edebiyatında okursanız hepsinin dilinden “Rus Edebiyatı ile büyüdük ve onlardan öğrendik” ifadelerini duyarsınız ve görürsünüz. Baktığınızda Türk Edebiyatındaki “lüzumsuz adam” ve “küçük adam” gibi anlatılar ve imgelemeler Rus Edebiyatından gelmiştir. Yine Türk Edebiyatındaki ironiyi Rus Edebiyatı ile bütünleştirmek mümkün. Ama dediğim gibi ben bunlara girersem bunun sonunu getiremeyiz ve o zaman sanıyorum bizi dinleyecek kişi de bulamayız o kadar uzun süre sabırları olacağını sanmıyorum ama şimdi şöyle bir örnek vereyim demin dediğim gibi 1940’lardaki çeviri hareketi ve ilk defa işte dünya edebiyatından çevrilecek eserlerin Rus Edebiyatından da eserlerin olması ve Tercüme Dergisindeki Rus Edebiyatı ile ilgili eleştiri ve değerlendirme yazıları çok önemli. Bunları daha sonra sizlerle birlikte arzu ederseniz inceleriz.
Şöyle bir örnekle, madem istem dışı da Puşkin’den başladık ve öyle gittik. Yine Puşkin ile bir noktalama yoluna gidelim. Şimdi 1940’lı yıllardaki çeviri seferberliğinde çok etkin rol almış usta yazarlarımızdan Sabahattin Ali ile Puşkin’i izin verirseniz bağlamak istiyorum. Bildiğiniz gibi Sabahattin Ali 2 Nisan 1948’de canını kurtarmak adına Bulgaristan sınırında ülkeyi terk ederken ya da etmeye çalışırken hunharca öldürüldü, katledildi. Yanında sadece bir el çantası vardı, el çantası ile yola çıkmış çünkü nasıl bir seyahate gittiğinin ve onu neler beklediğinin farkında değil. İnsan elindeki el çantasına ve ülkesini terk ederken yolculukta ne koyabilir? En hayati saydığı eşyalarını koyar ve bu eşyalar olur. Ama orada çıkan eşyaların ve çantanın bir fotoğrafı vardır ve müthiş etkileyicidir. O fotoğrafı da çok farklı okuyabilirsiniz, yazar kimdir ve ne ile uğraşır? Ya da vatanını terk eden bir insan yanına ne alır, çok farklı boyutları var. Benim dikkatimi ve birçok edebiyatçının dikkatini çeken bir şey oldu, öncelikle bu eşyalardan iki tanesi kitap ve onlardan bir tanesi de Puşkin’in “Yevgeniy Onegin” eseri. Biliyorsunuz Sabahattin Ali iyi bir Almanca üstadı, yanına aldığı bu Almanca “Yevgeniy Onegin”i de belki de çevirecekti onu bilemeyiz yani hani yolda okuyayım ve rahatlayayım onu almış olamaz diye fikir yürütüyorum açıkçası. Beni yine bu anlamda çok etkileyen bir şey, daha sonra Sabri Soran bu tabloyu şöyle bir şiirine, dizelerine taşımış. Diyor ki,
“gözlüğün kırık,
bir tarafta katil bir sopa,
bir tarafta Puşkin,
artık o kitap
bir şey söylemez sana.”
Böyle yazmış. Bence gene müthiş bir şey ama biz biliyoruz ki kitaplar her zaman bir şeyler söylüyor ve söylemeye devam edecek. Biz yeter ki onları dinlemeyi bilelim, bize ne anlattıklarını dinlemeyi bilelim. Sanıyorum böyle Puşkin ile de bağlamak, yeterli olur mu?
Oğul Tuna: Çok güzel oldu hocam, siz, Rus Edebiyatından yaptığınız çevirilerin yanı sıra Nazım Hikmet külliyatına da çok büyük katkılarda bulundunuz. Bunlardan biri de aslında kişisel bir soru olacak, bahtiyar ol nazım eseriydi. Fakat uzun yıllardır tekrar baskısı yapılmıyor bunula ilgili soru sormak istiyorum. Neden okuyucu ile hala buluşamıyor, bu kitabı nasıl çevirdiniz ve yakın zamanda tekrar okuyabilecek miyiz?
Hülya Arslan: O kadar güzel sordunuz ki, bam telime bastınız. Bunun neden basıldığını ben de bilmiyorum, yani bu biliyorsunuz Vera Tulyakova’nın anılarından yola çıkmış, kızı Anyuta’nın derlediği bir anı kitabıdır ve çok değerli bir kaynaktır. Hem Nazım Hikmet, Nazım Hikmet’in Sovyetler Birliği’ndeki yaşamı ve o dönem Sovyet sanat hayatı, o sanat hayatına Nazım Hikmet’in katkıları vb. çok katmanlı okuyabileceğiniz bir eser. Neden basılmadığını bilmiyorum, belki Yapı Kredi bunu önceliklerine almıyor ve buradan da bir mesaj olsun. Bana hep soruyorlar ve hiç değilse sizin çevirinizin bize pdf’sini gönderebilir misiniz diye. Tabii ki böyle bir şey yapamıyorum ama buradan da Yapı Kredi’ye bir mesaj vermiş olalım. İnşallah basılır gerçekten neden basılmadığını ben de bilmiyorum, bir art niyet olduğunu sanmıyorum ama sadece önceliklerinde değil diye düşünüyorum.
Oğul Tuna: Bu da güzel bir mesaj olsun.
Deniz Tunç Kalyoncu: Ben yine çevirilerinizden devam ederek son soruyu sormak istiyorum. Sizin hem Dostoyevskiy’den “Suç ve Ceza” çeviriniz var. Pasternak’tan “Doktor Jivago” çeviriniz var ve bu isimler farklı dünyaların isimleri, anlattıkları da farklı dünyaların kahramanları. Peki farklı dönemlerin farklı kitaplarını, farklı isimlerini çevirmek nasıl bir duygu, nasıl bir deneyim sizin için?
Hülya Arslan: Korkunç bir deneyim. Çok farklı, Dostoyevskiy benim için tam Rusça deyimiyle Türkçe deyimini bulamayacağım şimdi. Dostoyevskiy benim için daha “rodnoy” [родной] benden, benim bir yazar. Onu daha kolay çevirdim çünkü daha iyi biliyordum çevirirken. Fakat Pasternak ile ve Pasternak’taki Doktor Jivago olsun, Lara olsun, o dönemin koşulları olsun onunla birlikte dört yılı aşkın bir süre geçirdim. Çok fazla eser okumam gerekti anlayabilmem için çünkü bildiğim bir yazar değildi Pasternak. Neden çevirdin derseniz öyle geldi, ben aslında klasik çevirmek istemiyordum ve klasiklerle uğraşmak istemiyorum, Pasternak’ın çevirisine de uzak durdum ama o dönemdeki Yapı Kredi Yayınları’nın Genel Yayın Yönetmeni Raşit Bey çok baskıcı oldu, “Bunu ille de sizin çevirmeniz lazım” diye.
Çok ızdıraplı, tırnak içinde, biliyorsunuz edebiyat çevirmeni biraz mazoşist de oluyor, biz acı çekmekten hoşlanan insanlarız galiba. Biraz acılı bir dönemdi ama şimdi çok mutluyum o zamanda o acıyı çektiğime ve o eseri çevirdiğime. Bana bir bambaşka bir dünyanın, dönemin ve bakış açısının kapılarını açtı. Dediğim gibi o çok uzun sürdü, sadece çeviriden besleniyor olsam inanın açlıktan ölürdüm. Hayatımı sadece çeviriden kazanıyor olsaydım. Bu kadar uzatacak lüksüm olmazdı. Ama Dostoyevskiy’e daha kolay, Raskolnikov’la daha kısa süre beraber olduk ama o süreyi daha çabuk atlattık. Şimdi daha zorlu bir eserdeyim galiba tabii hoş hangi eseri elinize alsanız zorlu gibi geliyor, bakalım onun üstesinden nasıl geleceğim. Ama dediğim gibi çileli bir süreç ama seviyorum galiba bunları. Tabii ki sadece bununla uğraşmadığım için daha rahat ve telaşa kapılmadan yapıyorum. Yayınevlerine karşı sorumluluğumuz var ama her sözleşmede diyorum bana baskı yapmayacaksınız, beni rahat bırakın ben çabuk yapamıyorum. Ben biraz daha tembel ve çabuk üretemeyen bir çevirmenim, birazcık daha sürecin keyifli çile çekme kısmına bakıyorum. Böyle oluyor.
Deniz Tunç Kalyoncu: Şu an çalıştığınız çevirinin ne olduğunu bizimle paylaşabiliyor musunuz?
Hülya Arslan: Şimdi paylaşmayayım çünkü sonra bana bir yük olarak kalır.
Oğul Tuna: O halde sürpriz olsun, heyecanla bekliyoruz.
Hülya Arslan: Daha var biraz bekleyeceksiniz.
Deniz Tunç Kalyoncu: O halde yayını kapatabiliriz, “Rusya’dan Sevgilerle”nin 15. bölümü böyleydi, geldiğiniz için çok teşekkür ederiz hocam, şeref kattınız programımıza.
Hülya Arslan: Rica ederim benim için de keyifti, özellikle dediğim gibi farklı alanlardan gençlerin buna ilgi duyması beni çok heyecanlandırdı. Derste ya da bölümde öğrencilere haydi bunu da oku derken alan dışından gençlerin böyle işler yapmaları ya da böyle bir sohbet için beni seçmiş olmalarından dolayı heyecanlandım açıkçası. Ben size teşekkür ederim, her şey özellikle 2021 yılında çok güzel olsun sizler için.
Oğul Tuna: Çok teşekkür ederiz.
Deniz Tunç Kalyoncu: Hepimiz için öyle olsun diyoruz ve programı kapatıyoruz.
Oğul Tuna
1995 yılında Adana’da doğdu. 2019’da Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Master eğitimini hâlen Fransa’da Lille Siyasal Çalışmalar Enstitüsü’nde (Sciences Po Lille) sürdürmektedir.
Siyasî tarih ve karşılaştırmalı siyaset çalışan Tuna Türkiye, İran ve Rusya üzerine yoğunlaşmaktadır.
Deniz Tunç Kalyoncu
1996’da Bişkek’te doğdu. 2020’de İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünden mezun oldu. İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde lisans eğitimi almaya devam etmektedir.
Tarih ve hukuk alanlarında çalışmalar yapmakta olup Gergedan Dergi’de Sovyetler Birliği ve Rusya üzerine yazılar yazmaktadır.