Hediye Levent ile 2011’de başlayan Arap ayaklanmalarının 10. yılında Ortadoğu’yu konuştuk. Ayaklanmalar aradan geçen süreçte ne yöne evrildi, bunun bölge halkları açısından nasıl sonuçları oldu? Sokak hareketlerine katılan protestocuların profili değişti mi? 2021 yılında Ortadoğu’daki dengeleri nasıl okumalıyız?
Ertuğrul Atlı, İrem Doğanışık ve Oğul Tuna’nın söyleşisi
Ertuğrul Atlı: Hediye Levent ile birlikteyiz. İrem Doğanışık ve Oğul Tuna bize eşlik ediyor. 2011 Arap ayaklanmalarının 10. yılında Gergedan Dergi’de bir dosya içeriği hazırlıyoruz. Bu kapsamda arkadaşlarımız 2011 ayaklanmalarının etkileri ve sonuçları üzerine makaleler hazırlıyorlar. Biz de buna paralel olarak Ortadoğu’yu en iyi tanıyan isimlerden biri olan Hediye Levent’le bir değerlendirme röportajı yapmak istedik. Kendisi de davetimizi çevirmedi, bizi kırmadı. Teşekkür ediyoruz, hoş geldiniz.
Hediye Levent: Merhaba, hoş bulduk.
İrem Doğanışık: Ertuğrul girişi yaparken 2011 halk ayaklanmaları diye tanımladı ama bu süreç çoğu analizde ve medyada “Arap Baharı” şeklinde tanımlanıyor. 2011’deki ayaklanmalara “Arap Baharı” dendiği gibi daha yakın zamanda, örneğin 2019 Ekim ayında Lübnan’da başlayan protestolarda ya da Ortadoğu’daki herhangi bir toplumsal olayda da bu “Arap Baharı” tanımlamasına referans verildiğini görüyoruz. Bu referansla “Arap Baharının yeni bir dalgası mı geliyor?”, “İkinci bir dalga mı?” gibi sorular soruluyor. Bu noktada şöyle bir soru beliriyor akıllarda: 10 yıl önce sokağa dökülen insanlarla daha yakın zamanlarda, güncel olaylarda sokağa dökülenler aynı insanlar mı ya da benzer kitleler mi? Bu 10 yıl içinde Ortadoğu’da toplumsal olaylarda muhalefet eden kesimler dönüşüme uğradılar mı? Protestocuların profili değişti mi? Ne anlamda değişti?
Hediye Levent: Şimdi 2011’de başlayan Arap ayaklanmasının şartlarıyla Lübnan’da ve birkaç yıldır Irak’ta en sert şekliyle görülen gösterilerin, gösterici profili bakımından çok da paralel olmadığını söyleyebiliriz. Dile getirilen talepler aynıdır: demokratik bir yönetim, yolsuzluğa karşı temiz bir yönetim vs. gibi. Ama her biri için farklı dinamikler ve süreçler söz konusu. Burada bu değerlendirmeyi yapabilmek için 2011’deki sürecin nasıl geliştiğine bakmamız gerekir.
2011’deki ayaklanmaların aslında iki döneminin olduğunu düşünüyorum. O zaman hem Suriye’dekini hem Mısır’dakini yakından takip etme şansım olmuştu 2011’in başından itibaren. İlk haftalarda genel profil daha entelektüel, etnik, dini mezhebi olarak çeşitlilik arz eden ve gerçekten yolsuzluklara, anti demokratik yönetimlere karşı; düşünce özgürlüğünün, basın özgürlüğünün olmadığı sistemlere karşı insanlar sokağa indiler. Ama onların sokakta bulunmaları birkaç haftadan daha uzun sürmedi. Mısır’da da benzer bir durum söz konusuydu. Daha sonra ağırlıklı olarak Müslüman Kardeşler olmak üzere daha İslamcı gruplar sokağı domine etmeye başladılar. Kişisel kanaatim; ideolojik olarak çok uzun yıllara dayanan kökenleri olan Müslüman Kardeşler benzeri İslamcı örgütlerin politize olmaları, çok kısa bir sürede örgütlenebiliyor olmaları, bazı ülkelerde halihazırda örgütlü olmaları, silahlı kanatlarının bulunması, yeraltına inmiş olması -her ne kadar o tecrübeyi 15, 20, 30 yıldır pratiğe geçiremiyor olsalar da- örgüt hafızasında böyle bir geçmişin olması gibi etkileri de var.
Suriye örneğinden bahsedecek olursak 2011’de ayaklanmalar başladığında Suriye’de silahlı olarak ilk harekete geçen Nusra cephesi oldu. Bu çok gündeme gelmedi o dönem çünkü çok kısa bir süre içerisinde zaten vekalet savaşına döndü hem Suriye’deki hem de diğer ülkelerdeki ayaklanmalar. Ve oldukça puslu bir ortam… İç sebepler, dış sebepler vardı. 2011’in ortalarından itibaren özellikle 2012 yılında Nusra cephesi gibi -en yakın örneği Irak’ta olmak üzere- birçok ülkede savaşmış, saha tecrübesi olan Suriyelilerden oluşan birlikler çok ciddi kazanım elde etmeye başladılar. Aslında Özgür Suriye Ordusu bir tabela örgüt gibi bir şeydi. Mısır’da farklı bir süreç işledi, Irak’ta çok çok farklı bir süreç işledi. IŞİD’in ortaya çıkışı söz konusu oldu ki; birçok insan IŞİD’in ortaya çıkışını Arap ayaklanmalarıyla doğan istikrarsızlığa bağlar ama bu bölgedeki yolsuzluğa, kötü yönetime, eğitim kalitesinin düşüklüğüne, Amerika’nın Irak’ı işgaline, genel olarak coğrafyadaki yönetimlerin artık iflas etmeye başlamasına, bölge ülkelerinin bu örgütlere “banane, düşmanımı öldürüyorlar” diyerek göz yummasına hatta kimi zaman desteklemesine bağlı birçok faktör var. IŞİD’in ortaya çıkışı 2011’deki Arap ayaklanmasının birebir neticesi olarak doğmadı.
“2011’in başındaki ayaklanmalar hem her ülkede farklı profil arz etti hem de zaman içinde çok hızlı bir şekilde profil değiştirdi. Yani tek bir kimliği yok, tek bir profili yok.”
Kısacası 2011 öncesindeki süreçlerle 2011 sonrasındaki süreçleri derli toplu kısaca anlatabilmek mümkün değil. 2011’in başındaki ayaklanmalar hem o ülkede politize, hazır, örgütlü gruplarının olup olmamasına bağlı olarak her ülkede farklı profil arz etti hem de zaman içinde çok hızlı bir şekilde profil değiştirdi. Yani tek bir kimliği yok, tek bir profili yok. Yani 2011’in başında “demokrasi”, “özgürlük” gibi söylemlerin aslında 2012’nin ortasında çok da bir anlamının olmadığını, sadece göstermelik bir slogan olarak kullanıldığını da görmüş olduk. Çünkü sahada Nusra cephesi varken diğer tarafta Müslüman Kardeşler varken biraz ironik duruyordu bu sloganlar.
Ertuğrul Atlı: Çok önemli bir noktaya değindiniz. Ayaklanmaların her ülkede farklı bir seyri oldu dediğiniz gibi. Kimileri doğrudan çatışmaya evrildi, kimileri daha barışçıl bir geçiş dönemine girdi, kimilerinde iş darbeye vardı. Devletlerin kurumsallığı, güvenlik aygıtı hepsinde çok farklı işledi. Aradan geçen 10 yılın ardından Arap Baharı’nın bölge halkları üzerindeki etkileri ve sonuçları hakkında neler söyleyebiliriz?
Hediye Levent: Birçok açıdan değerlendirmek mümkün ama bölge halkları üzerinden değerlendirecek olursak 2011’den bu yana çok çalkantılı, kanlı süreçler yaşandı. Az ya da çok her ülke doğrudan ya da dolaylı olarak etkilendi bundan. Bütün coğrafyadan bahsediyorum, sadece Suriye, Mısır vs. değil. Mesela Irak’ta Arap ayaklanması yaşanmadı ama Arap ayaklanmasının en sert etkilerinin ortaya çıktığı ülkelerden biri Irak oldu. Ya da Lübnan… Arap ayaklanması ilk anda Lübnan’da yoktu ama ekonomik olarak, toplumsal olarak, kültürel olarak ve iç/dış siyaset olarak en sert etkilerini Lübnan yaşadı. Genel olarak bakacak olursak 2011’den bu yana ekonomik, siyasi, güvenlik… bütün boyutlarıyla coğrafyadaki herkes, milyonlarca insan doğrudan etkilendi. Bundan ne kazandılar, ne başardılar, nasıl bir sonuç getirdi diye soracak olursak açıkçası pozitif sonuçları henüz çok belirgin değil. Aksine negatif sonuçlar domino etkisi yaratarak daha da büyüyor gibi görünüyor.
Mesela Suriye’de on yıllardır sicili karanlık bir yönetim var. Demokrasi askıda, anayasa askıda, basın özgürlüğü yok vs. ama şu anda yönetim daha güçlü. Çünkü insanlar demokrasi mi istikrar mı ikileminde bir seçime zorlandılar. İş kısa bir süre içerisinde vekalet savaşına dönünce… Ben Suriye’deydim o zaman, hâlâ bugün bile yönetimden hiç hazzetmeyen, bütün kurumların baştan sonra yeniden düzenlenmesi gerektiğini düşünen insanlar, Amerika’nın Irak işgali senaryosu sebebiyle devletin yanında durmayı tercih etti. En azından muhalefet adı altında ortaya çıkan yapılara katılmadılar. Bu bile “bir tarafı desteklemek” oldu. Tabii diğer taraftan ortaya çıkan muhalif yapıların basiretsizliği, öngörüsüzlüğü, bir tarafın Türkiye’ye, diğer tarafın Suudi Arabistan’a, Amerika Birleşik Devletleri’ne doğrudan ve çok açık bir şekilde angaje hareket ediyor olmaları, sahada karşılıklarının olmaması gibi faktörler de vardı.
Bir başka örnek mesela Tunus. Tunus normalde Ortadoğu’da sendikal hareketlerin, kadın hareketlerinin vs. olduğu numunelik bir ülkeydi. Lübnan’dan çok daha iyiydi. Lübnan çok parıltılı görünür ama içi çürümüş bir ülkedir. Birçok açıdan da çok geridir: kadın hakları mesela medeni kanunla evlilik yoktur. Tunus öyle değil ama Tunus’ta da Müslüman Kardeşler’e yakın Gannuşi hükümeti ile birlikte çok ciddi hak kayıpları var. Şimdilerde kadın hareketleri bir 10 yıl önceki haklarını korumaya çalışıyorlar, yeni bir kazanımları yok. Suikastlar çok arttı, siyasi partilere, hareketlere, muhalif isimlere yönelik baskılar çok arttı.
Velhasıl coğrafyada insanlar ekmek derdine düşmüş durumdalar. İkincisi kötünün en kötüsü IŞİD ve radikal örgütlerle yüz yüze geldiler bazı ülkelerde. Üçüncüsü Müslüman Kardeşler örgütü Türkiye’de, Avrupa ülkelerinde, Amerikan basınında farklı algılanıyor olabilir ama bu coğrafyada insanların hafızalarında Müslüman Kardeşlerin silahlı eylemlerinin yer aldığı derin bir hafıza da var. Bu ayaklanma döneminde Suriye dahil olmak üzere birçok ülke bu hafızayı çok net bir şekilde canlandırdı, hatırlattı insanlara.
“Bunun bir efsane olduğunu zannederdim: Irak’ta birkaç sene önce ‘Saddam iyiydi’ diyen insanlarla karşılaştım.”
Yani şu anda çok pozitif bir sonuç ortaya çıkmış değil. Bölgede herhangi bir ülkenin de o ayaklanmaların ardından demokratikleşme sürecini başlattığını görmedik. Böyle bir sinyal de yok. Ekonomik açıdan insanların durumu daha da kötüleşiyor. Bu durum istikrara olan ihtiyacı daha da artıracak, artırıyor da zaten. Uzun bir süredir devam eden istikrarsızlık ve güvenliğin olmayışı insanları siyah-beyaz şeklinde bir cendereye sokuyor. Böyle bir dönemde açıkçası “demokrasi” diyene insanlar “bir sus, en azından hayattayız, soframızda ekmek var” diyecek noktaya geldi. Bunu Suriye’de de Irak’ta da birçok insandan duydum. Ben bunun bir efsane olduğunu zannederdim: Irak’ta birkaç sene önce “Saddam iyiydi” diyen insanlarla karşılaştım.
Yeni yeni filizlenen birtakım hareketler var. Yeni bir gençlik var, onların talepleri var. Bölge dışına giden çok fazla göçmen var; yeni diller, yeni kültürler, yeni anlayışlar öğreniyorlar. Bunların hepsi geri dönmüyor ama sonuçta doğrudan ya da dolaylı bir anlayış, bir zihniyet aktarımı var. Ama bu da çok yavaş ilerliyor.
2011’de başlayan sürecin sonucunda bölge, iyice vekalet savaşına açılmış durumda. 2021’de Rusya’nın daha etkin olduğu, Amerika’nın daha baskın olduğu, İsrail’in politik dümenini kırdığı, epeyce çalkantılı bir yıl olacak.
Oğul Tuna: Ben de tam bu noktada bir soru sormak istiyorum. Evrensel’deki son yazılarınızda 2020’nin genel bir değerlendirmesini yaptınız ve gelecekle ilgili perspektifleri ortaya koymaya çalıştınız. Özellikle son makaleniz “Ekonomi Girdabında Diplomasi” önemli, ABD seçimlerine ve yeni başkana vurgu yapıyordu. Joe Biden, yeni ABD başkanı olarak Trump’tan çok farklı bir perspektif sunuyor. En azından makyajı bu şekilde. Biden, Arap Baharının, halk ayaklanmalarının başladığı dönemde başkan yardımcısıydı, ABD’de en önemli ikinci isim konumundaydı. Obama yönetiminin tabi ki bu dönemde çok önemli kararlar aldığını, ayaklanmaların gidişatını şekillendirdiğini biliyoruz.
Siz tam 2021’den bahsederken ABD’deki bu devir teslimin, yeni Amerikan başkanının Ortadoğu’nun ve yaşadığımız girdabın geleceğini nasıl şekillendireceğini öngörüyorsunuz?
Hediye Levent: Öncelikle “öngörülebilirlik” ciddi bir avantaj olacak; çünkü Trump döneminde 2020’ye suikastla başladık. 2021’ye girerken İran’a savaş açar mı, açmaz mı diye konuşuyorduk. Yani bu öngörülemez, günlük, Amerikan dış politikasını şekillendiren kurumları büyük ölçüde bypass eden anlayış bu coğrafyada çok ciddi olumsuz sonuçlar doğurdu. Ciddi bir istikrarsızlık yarattı, dengesizlik yarattı. Hatta zaman zaman tarafları birbirine düşüren, bölgedeki aktörleri birbirine düşüren yaklaşımlar da söz konusu oldu ki bu da çok tehlikeli bir şeydir bölge açısından.
“Öngörülemez, günlük, Amerikan dış politikasını şekillendiren kurumları büyük ölçüde bypass eden anlayış bu coğrafyada çok ciddi olumsuz sonuçlar doğurdu.”
Bu konudaki genel yaklaşıma göre -ki ben de buna katılıyorum- Biden döneminde Amerikan dış politikasını şekillendiren kurumların da katılımıyla yeni bir dış politika uygulanacak. En azından öngörülebilir olacak. Bu iyi bir şey. Kurumların dahil olması, dolayısıyla ülke çıkarlarına dayalı ve bölgesel aktörleri, müttefiklik ilişkilerini ya da şartları gözeten yaklaşımlar, sahadaki aktörlerin de biraz daha aklıselimle hareket etmesini sağlayabilir.
Buna İran’dan örnek verecek olursak eğer, İran’la yarın savaş çıkar mı çıkmaz mı şeklinde tartışmayacağımız, daha dengeli politikaların yürütüldüğü, mücadelenin de en azından esasları belli bir zemine oturtulduğu bir süreç olacak diye umuyoruz. Ama bu şu anlama gelmiyor: Biden döneminde Amerika İran’la barışır, Suriye’ye barış gelir, Mısır’la işler her şey girer vs. böyle bir dönemden bahsetmiyoruz.
Arap ayaklanması bölgeye Rusya’nın da girmesini sağladı. Bu sonuçta ABD ile Rusya arasında, Körfez ülkeleriyle İran arasında, İsrail ile Körfez ülkeleri ve İran arasında, hatta Türkiye arasında yeni çekişmeleri ve ittifakları da tetiklemiş oldu. Şimdi bütün bu ittifaklar içinde tabi ki Amerika’nın attığı her adım her bir aktörü doğrudan etkiliyor. Biden döneminde en azından biraz daha dengeli, biraz daha temel esasları belirgin, biraz daha öngörülebilir bir süreç olacağı yönünde tahminler var. Açıkçası ben de buna katılıyorum.
Ertuğrul Atlı: Yine Evrensel’deki yazılarınızda değindiğiniz bir IŞİD gerçeği var. Bugün IŞİD ne durumda? Sizce bu coğrafyadan tamamen elimine edildi mi? Yoksa hâlâ bir tehdit olarak varlığını sürdürüyor mu?
Hediye Levent: IŞİD kesinlikle elimine edilmedi, aksine çok güçlendi. Çok daha geniş coğrafyalara yayıldı. Üstelik IŞİD’e çeşitli sebeplerden dolayı kendini yakın hisseden kitle çok büyüdü, çok fazla ülkeye yayıldı. Aynı zamanda bu zihniyeti besleyen sosyoekonomik şartlar; istikrarsızlık, eğitim seviyesinin çok düşük olması vs. gibi faktörler de bu tip radikal örgütlere oldukça işlevsel bir zemin sağlıyor. IŞİD adını belki duymayız ama birkaç sene içerisinde birden fazla IŞİD’in ortaya çıkması mucize olmaz.
Mesela Irak’ta yerel halktan IŞİD’e çok büyük katılım oldu. Bu militanların çok büyük bir kısmı evlerine, köylerine geri döndüler. Yani hepsinin yargılanması mümkün değil, hepsinin hapse atılması mümkün değil. Zaten Irak’ta çok sağlıksız bir yargılama devam ediyor. Göstermelik bir yargılama… Irak içinde de çok ciddi eleştiriler var.
“Önümüzdeki yıllarda yeni IŞİD’lerle karşı karşıya geleceğiz. Üstelik El-Kaide gibi de olmayacak. Kendilerini güncellemiş, teknolojiyi kullanan, interneti kullanan, propagandayı bilen, toplum mühendisliğinden anlayan…”
Toplumsal çatlaklar birçok ülkede derinleşti. Din-mezhep üzerinden siyasi söylemlerin umursamaz bir şekilde çok sıkça kullanılıyor olması da bu zihniyeti besleyen şeylerden biri. Uzun lafın kısası IŞİD bitmedi, önümüzdeki yıllarda yeni IŞİD’lerle karşı karşıya geleceğiz. Üstelik El-Kaide gibi de olmayacak. Kendilerini güncellemiş, teknolojiyi kullanan, interneti kullanan, propagandayı bilen, toplum mühendisliğinden anlayan… IŞİD’i El-Kaide’den ayıran buydu: gittiği her köyde oranın yerel kaynaklarına, halkın yapısına, durumuna göre farklı bir sistem kuruyordu. Kendini hızlı güncelleyebiliyordu. Yeni kurulacak örgütler IŞİD’in bir tık üstü olacak.
Ertuğrul Atlı: Donald Trump’ın son döneminde İran’a yönelik baskının arttığını gördük. Kasım Süleymani suikastının ardından çok erken bazı analizler yapılmıştı. İran’ın özellikle Suriye ve Lübnan’daki etkisinin kırılabileceği söyleniyordu. Onun üzerine son olarak Muhsin Fahrizade suikastı yaşandı. Bazı analistlere göre bu suikastlarla İran’ın bölgesel nüfuzu adım adım tasfiye ediliyor. Bu değerlendirmelere nasıl yaklaşırsınız?
Hediye Levent: Açıkçası bazen temennilerle öngörüler birbirine karışabiliyor, özellikle böyle dikenli meselelerde. İran’daki sistem, sonuçta, şahısların üzerine kurulmuş bir sistem değil. Kasım Süleymani gider; onun yerine bir şahıs değil, üç şahıs koyarlar ama o boşluğu doldururlar bir şekilde. Önemli olan anlayışın, politikanın, adımların, hamlelerin devamıdır. Zaten Kasım Süleymani’nin ölmesi de İran’a geri adım attırmadı bölgede. Hatta Irak sahasında bile attırmadı. Haşdi Şabi’nin durumunu, Irak sahasında hükûmete etkisini, vs. İran’ın siyasi olarak daha da güçlendiğini söyleyebiliriz Kasım Süleymani suikastinden sonra. Hatta İran’a bir kart da vermiş oldu, İran yanlılarının elini güçlendirmiş oldu o suikast. Çok anlamsız bir suikastti yani.
Velhasıl, şimdi İran’la ilgili şöyle bir durum var: Bir kere, İran içinde çok ciddi sorunlar var. İran’ın 70’ler anlayışıyla yönetiliyor olması ya da bu anlayışta ısrar edilmesi çok mantıksız. Ülke içinde yaptırımlardan ya da yolsuzluk gibi faktörlerden kaynaklı çok ciddi ekonomik kriz var. İnsanlar yönetim anlayışından, baskıdan vs. oldukça huzursuz. Buna ek olarak; Suriye’de, Lübnan’da, Yemen’de vs. çok ciddi askeri bütçelerin harcanıyor olmasına yönelik tepkiler de var. Ama diğer taraftan İran içinde radikal olan tarafın da sesi çok yüksek çıkmaya başladı. Kasım Süleymani suikastinde bu kadar yüksek çıkmamıştı sesleri; ama bu Fahrizade suikastinden sonra siyasi olarak radikal kesimin “Daha ne kadar alttan alacağız? Bu yönetime ‘reformist’ deniyor ama gururumuz çiğneniyor. Hep mi alttan alacağız, biz niye cevap vermiyoruz?” gibi bir şeyi de körüklüyorlar. İran içinde nispeten biraz daha dengeli dış politika yürütmeye çalışanları da hedefe koyuyorlar ve onları da zayıflatmaya çalışan bir bakış açısı var.
“Katar’ın, Müslüman Kardeşlerin bölgedeki propagandasını gönüllü yapan ülke olduğunu biliyoruz; hem İran’la hem de Türkiye’yle ilişkileri çok iyi. Bu Katar’ın değil, İran’ın politik başarısı aslında.”
Diğer taraftan İran’ın aktif olduğu Irak var, Suriye var, Lübnan kısmen, Yemen, vs. İran’ın çok geniş bir coğrafyada nüfuz alanı, çok iyi bağlantıları var. Bir örnek verelim: Katar. Katar’ın, Müslüman Kardeşlerin bölgedeki propagandasını gönüllü yapan ülke olduğunu biliyoruz hem İran’la hem de Türkiye’yle ilişkileri çok iyi. Bu Katar’ın değil, İran’ın politik başarısı aslında. Uzun lafın kısası: İran’a o suikast geri adım attırmadı. Bu sene ne olur? İran’a yönelik baskılar artar mı? Çok büyük bir ihtimalle artar. Ama en azından Biden döneminde biraz daha makul, biraz daha dengeli politikalar güdüleceği yönünde beklentiler var. Çünkü İran da eğer çok sıkışırsa, “Madem öyle, ben yanarsam siz de yanarsınız, bakalım ne kadar ilerleyebiliyorsunuz!” şeklinde meydan okuma faslında da geçebilir. İran içinde de sıkışıklık var. Yönetim, İran içindeki siyasi sıkışıklığı en azından bir dış düşmanla kapatmak, susturmak isteyebilir. Tabii, ekonomik baskı, siyasi ambargo devam ettiği sürece bu İran’ın içini de her açıdan doğrudan etkileyecek. Velhasıl, ABD başta olmak üzere, Avrupa ve Körfez ülkeleri, Trump dönemindeki gibi dengesiz ve saldırgan bir şekilde İran’ın üstüne üstüne giderse, “Ben o kadar zayıf bir ülke değilim, görelim ne yapacaksınız en fazla. Savaş mı çıkaracaksınız, buyrun çıkarın” noktasına da gelebilir. İran basit bir ülke değil her şeye rağmen.
Peki Suriye’yi nasıl etkiler? Suriye’yi doğrudan etkiler çünkü şu anda Suriye zaten ekonomik ve siyasi ambargo altında. Birçok ihtiyacını İran’dan, Irak üzerinden temin ediyor. Müttefiklik ilişkisi açısından “stratejik ortaklık” diyorlar aralarındakine. İran’la ilişkileri çok iyi. Aynı zamanda Suriye’nin bölge ülkeleriyle, özellikle Körfez’le, pazarlık konusunda en önemli kartı İran’la ilişkileri. Çünkü Körfez ülkeleri aynı zamanda Suriye’ye yönelik ambargoların hafifletilmesi karşılığında İran’la ilişkilerini askıya almasını, azaltmasını vs. istiyor. İki taraf için de bu bir kart durumunda. İran’ın üstüne çok giderlerse tabii ki Suriye’yi de doğrudan etkiler. Ama ondan önce arada bir “Irak” var. İran’ın üstüne çok gidilirse önce Irak patlar, Suriye değil. Çünkü Suriye’de Rus varlığı da var. En kötü senaryodan bahsediyorum, Irak da patlamayacaktır çünkü orada da Amerikan varlığı var. Öyle ya da böyle Suriye’yi bir şekilde ayakta tutmaya çalışacaktır Rusya kendi çıkarları doğrultusunda. İran’a yönelik baskıların en büyük etkisi Irak’a yansıyacaktır.
İrem Doğanışık: Öncelikle çok teşekkür ederiz davetimizi kabul ettiğiniz için. Bu konu -üzerinden 10 yıl geçtiği için- hem dönemsel olarak hem de bölgedeki her ülkenin kendine has dinamikleri ve tarihsel geçmişi olduğu için ayrı değerlendirmeler ve analizler gerektiriyor. Umarım bu açıdan sizi çok zorlamamışızdır. Çok teşekkür ederiz.
Kapak fotoğrafı: Hediye Levent
Not: Bu söyleşinin gerçekleşmesini mümkün kılan dostumuz gazeteci Savash Porgham’a teşekkürler.