Muhafazakâr ahlak kalıplarının çok hızlı aşındığı bir toplumda gerekli koşullar oluştuğu takdirde liberal ahlakın tabulaştırdığı sınırların da geçilmesi kolaylaşır. Yüzyılların toplumsal kurallarını hem dışsal baskıları hem de içsel bir ontolojik krizi göze alarak ezen bir kuşak ortaya çıktıysa benzer güçte dürtülerle koşullanmaları durumunda rahatlıkla demokratik değerleri alt edeceklerdir. Tüketim toplumu içinde yoğunlaşan cinsel arzuların muhafazakâr ahlakı geçersiz kılması gibi, ekonomik kriz ortamında kolektif öfkenin yoğunlaşması kitlelere liberal ahlakın yasalarını çiğnetecek güçte bir motivasyon sağlayabilir. Cezalandırılmayacaklarını bilmeleri halinde bu kuşağın liberal ahlakı askıya alması muhafazakâr değerleri ezmesinden kolay olacaktır. Mehmet Ali Aybar’ın meşhur anektodunu hatırlamak gerekiyor. Sovyetlerin Çekoslovakya’yı işgali sırasında TİP içinde çıkan tartışmada bir partili Aybar’ın Marx’ın kitabına karşı çıktığını söyler. Bunun üzerine arka sıralardan cevap gelir: “Biz Allah’ın kitabını bırakıp geldik buraya, kim takar Marx’ın kitabını.” Gerçekten de muhafazakâr değerlerin kitleler üzerindeki etkisi modern normlara göre daha kuvvetlidir. Bu nedenle modern ideolojiler çoğu zaman dinî jargonu kullanırlar. Dinsel ve töresel bağlılığın çok şiddetli bir etkiyle koptuğu toplumda görece yeni ve kesinlikle içsel yönü zayıf aidiyetlerin -insan olmak gibi- kaderi meçhuldür. Geleneğe başkaldırı bir kere başlarsa, nerede duracağına gelenek değil, başkaldıranlar karar verecektir.
Toplumsal özgürleşmenin en açık görüldüğü alan cinselliğin yaşanma biçimlerinde gerçekleşti.
Cinsel devrim ve siyasi radikalizm arasındaki bağlantıya en sarsıcı örnek kuşkusuz Weimar Almanya’sının yazgısı olacaktır. Şan, şeref, namus, aile gibi ataerkil/ askeri değerler üzerine oturan Prusya Rejiminin ani çöküşünden sonra, Almanya’da hızlı bir liberalleşme süreci başlamıştı. Ancak bu, belki süreç olarak ifade edilemez biçimde, neredeyse bir tür şok halinde, Helmut Lethen’ın tercih ettiği kavramla “soğuk temas”tır. Toplumsal özgürleşmenin en açık görüldüğü alan cinselliğin yaşanma biçimlerinde gerçekleşti. Pornografinin ortaya çıktığı, avangard (askeri bir kavram olmakla birlikte kültür alanında yerleşik kabulleri yıkmak anlamına gelir) sanat hareketlerinin geliştiği -ki bu hareketler her açıdan Viktoryen dönemin etik ve estetik yargılarına radikal başkaldırı ve onları olumsuzlamak demektir- altın yirmiler bilindik şekliyle modern çağı sona erdiren devrimci momentuma işaret etmektedir. Ancak madalyonun öteki yüzünde, içerikten bağımsız değerlerin ve utanç duygusunun yitimi, anlam kaybı ve güdülerin, arzuların mutlak dışa vurumuyla gerçekleşen, Spengler’in deyimiyle, Faustian bir kültür devrimi yaşanmaktadır. Alman halkı hızla “içlerinden nasıl geliyorsa öyle yaşamaya” doğru, disiplin toplumundan arzu toplumuna, ironik biçimde burjuva demokrasisinin genel ilkelerine ve varsayımlarına aykırı bir rasyonalizm karşıtlığına doğru ilerlemektedir. Berlin’in babilleşmesi (Babylon Berlin- bu ifade “günah şehri” anlamında kullanılır) yasak olana, günah olana, ayıp olana, suç olana karşı anarşizan bir arzunun olgunlaşması olarak görülmelidir. Arzunun anarklaşması, tam da Nietzsche’nin öngördüğü gibi, aydınlanmanın değerler sistemini yıkan ve aklın yerini duygunun aldığı yeni bir dünya kurmaya yönelen insanları anlatır. Dıştan hiçbir baskıyı kabul etmeyen, içsel bir deneyim olarak dünyayı algılayan “yeni insan”ın ilk eylemi, toplumsal normların baskıladığı temel içgüdüyü serbest bırakmak olmuştur. Ama burada dikkat edilmesi gereken sadece cinsellik meselesi değildir.
Esas mesele, ritim meselesidir. Bu konuyu beden üzerinden örneklendirelim. Çok sık diyet yapanların bileceği ilginç bir durum vardır. Hızlı kilo vermeniz durumunda, bir süre sonra diyeti bırakıp eskisi gibi yemeye başlasanız bile, kilo vermeye devam edersiniz. Tersi de mümkün. Çok hızlı kilo aldığınız dönemlerde “ne yesem yarıyor” düşüncesine kapılırsınız. Bu aslında doğrudur. Fizikteki eylemsizlik ilkesinin temel fonksiyonu söz konusudur. Ritim hareketi belirleyen bir noktaya gelebilir. Burada, yukarıdaki nihilizm göstergelerine benzer bir “elan vital” durumu vardır. Umursamazlıkla nedensiz bir istek arasında, faşistleri anlatan estetizm siyasetini, yani bir şeyi ondan bir fayda ummadan yapmak anlamına gelen romantik tavrın oluşum zeminini buluruz. Devrimciler sadece yıkma cesaretini göstermezler, yıkmaktan zevk alırlar.
Devrimciler sadece yıkma cesaretini göstermezler, yıkmaktan zevk alırlar.
Rus nihilistlerinin önderi Neçayev, “önemli olan sınırı aşmaktır” der. Fransız anarko sendikalizminin sonradan faşist saflara geçen büyük teorisyeni Georges Sorel’in hem Charles Maurras gibi aşırı sağcılardan hem de Lenin gibi sol devrimcilerden heyecanla bahsetmesi boşuna değildir. Toplumsal kriz dönemleri, kuşaklar arası uçurumun derinleştiği dönemlerdir aynı zamanda. Kopuş daima boşluk yaratır. Sonradan doldurulacak bile olsalar bu boşluklar tarihte keyfiliğe, yani güdüsel olana alan açan geçiş dönemleri başlatır. Nihilist kuşaklar böyle dönemlerde ortaya çıkarlar. İnsanlar inançlarını kaybetmişlerdir ve sistemin dayandığı normlar onlara makul gelmemektedir, çünkü bozuk bir makinanın atıl ve görüntüsü çirkin parçaları gibidirler. Toplumun savunduğu değerler ne kutsaldır ne de rasyonel. Anlam ve mantık aynı sürecin içinde yitirilir. Böylece insana hareket motivasyonu sağlama noktasında geriye sadece güdüler kalacaktır. Sınırları aşmaktan korkmayan, hatta gitgide sınır aşmayı narsistlerin kutsal ayinine dönüştüren bir self realizasyon (kendini gerçekleştirme) toplumsal krizin altında ezilen bedenlerin gerçek tepkisi ve onlara bu bozuk dünyayı bırakan atalardan intikam almanın etkileyici yolu haline gelir. Bilinçli ya da bilinçdışı olsun fark etmez, devrimi politik amacından kopararak teatralleştiren narsist ve nihilist kuşaklar, aynı zamanda kolektif güdüleri oluşturan nesnel koşullara bağlı olmayı sürdürmektedir. Kolektif güdülenme rastlantısal değildir, belirli patternleri izler. Cinsel devrim ekonomik kalkınmaya, kentleşmeye, tüketim ve eğlence kültürünün gelişimine bağlıyken liberal demokrasiyi yıkan şiddet patlamaları büyük ekonomik buhranlara denk düşmektedir.
Cinsel devrim ekonomik kalkınmaya, kentleşmeye, tüketim ve eğlence kültürünün gelişimine bağlıyken liberal demokrasiyi yıkan şiddet patlamaları büyük ekonomik buhranlara denk düşmektedir.
Almanya’da yirmilerin başında yaşanan hızlı cinsel özgürleşmeyi, yirmi dokuzda ABD borsasının çökmesinden sonra başlayan büyük ekonomik buhranla birlikte, Hannah Arendt’in iktidarın aracı olmaktan çıkarak iktidarın yerini aldığını söylediği şiddetin serbestleşmesi takip etmiştir. Faşizm, sahiden bir şiddet devrimidir; ama bu şiddet içeren devrim anlamına gelmez. Arendt’in söylediği gibi, şiddetin bir yaşam biçimi halini alması söz konusudur. Medeniyet öncesine, vahşi hale dönüştür. Hümanizmin baskıladığı insanın hayvani yanı açığa çıkmıştır. Ancak bu yalnızca saldırganlık fenomeniyle açıklanamaz. Freud’un Uygarlığın Huzursuzluğu’nda anlattığı bastırılanın dönüşüdür. Bir tarafında saldırganlık varsa, öteki yanda mutlaka cinsel arzular yer alır. İki temel içgüdü, “boşluk” buldukları anda insan bedeninde hortlamıştır. İki devrim -cinsel devrim ve şiddet devrimi- arasında doğrudan ilişki olmak zorunda değildir. Ancak güdülerin mayalandığı uygun ortam oluştuğunda onları baskılayan kalıpları kırmalarında toplumsal dönüşümün ivmesi etkilidir. Tabuları yıkmak, nihilizm ve narsisizm başta olmak üzere bazı patolojik durumlara işaret edebilir. Alışkanlık yapar. Sonuçta alışmış kudurmuştan beterdir. Özellikle insanları kudurtan maddi koşullar söz konusuysa tabuları yıkmayı alışkanlık haline getirmiş bir kuşak pekâlâ liberal günahları hiçe sayarak faşizan eylemlere önderlik edebilir.
2010’lu yıllar Türk toplumu için her açıdan “yaratıcı yıkım” kavramının işlediği bir tarihsel dönemdir. Marksist tabirle söylersek hem üst yapısal rejim değişikliği hem de son zamanlarda sıklıkla bahsi geçen alt yapısal sekülerleşme bu süreçte gerçekleşti. İki fenomen arasında açık bir çelişki var gibi duruyor. Bu çelişkiyi açıklamak için de çoğunlukla kuşak farkına atıf yapılıyor. İlginç olan post liberallerin piyasacı kuşak tasnifine iki binlerin başında kemalizmin kaçınılmaz tasfiyesini izah etmek için de başvurulmuştu. 2007’de gerçekleşen pasif liberal devrim- ki başlayan yeni dönemi ifade etmek için liberal aydınlar açıkça “Weimar Türkiyesi” tabirini kullanmışlardı- on yıl süren bir “boşluk” yarattı. Bu dönem yer yer sıcak çatışmaların yaşandığı bir soğuk savaş dönemidir. 2017’de açık bir rejim değişikliğiyle son bulmuştur. Bu on yılın en çarpıcı olayı ise cinselliğin tabu olmaktan çıkması, cinsel özgürleşmedir. Kurulan aşırı muhafazakâr ve ataerkil başkanlık sistemi bu nedenle birçok kesim tarafından hayatın akışına ters düşen, sağcıların nafile çırpınışı olarak görülmektedir.
Göçmen krizi piyasacı kuşak analizlerine sekte vurdu. Cumhur ittifakının, kültürcü/idealist/hamasi milliyetçi retoriğine gençlerin büyük oranda kayıtsız kalması liberalleri heyecanlandırmıştı. Tıpkı doksanlarda İslamcıların devlete karşı olan protest tavırlarını yanlış yorumladıkları gibi burada da yanıldılar. Başörtülü kadınların yaşadığı duruma benzer şekilde, tehdit doğrudan kendi bedenlerine yöneldiğinde seküler kadınların -ve erkeklerin- liberal dogmaları pek de umursamadıkları ortaya çıktı. Yine de kesin konuşmak için henüz erken.
Bu yazıda göstermek istediğim, mesiyanik bir kuşak tezinin mutlaka devrimci bir karakter içermek zorunda olduğudur. Bu gerçekte bir kopuştan ve boşluktan bahsetmelidir. Hızlı ve şiddetli bir etki söz konusu olmalıdır. Eğer devrimci karakteri tanımlayan temel semptom “özgürlükçülük” ise, burada hızdan kaynaklı bir nihilizm ve şiddetten kaynaklı bir narsisizm olması lazım. Bu da özgürlük kavramının, bugün tanık olduğumuz biçimde, estetikleşmesi anlamına gelir. Neyden ve kimden özgürleştiğin önemli değildir. Önemli olan özgürlüğün kendisidir.
Toplumun ahlak yargıları sadece cinsellikle ilgili yargılar değildir. Birçok defa ikiyüzlüce ihlal edilse bile, 6-7 Eylül ya da Sivas/Maraş katliamları gibi, toplumsal ahlak şiddeti sınırlandıran ve asgari düzeyde bir tolerans kültürü oluşturmaya yönelik dogmalar içerir. ’Eski’lerin değerlerine şüpheyle bakışın, bir süre sonra, önyargı ve hatta kategorik bir reddetme aşamasına gelmesi durumunda, gençlerin kendi olma durumlarını temsil eden çıplak duyguları -öfke ve arzu gibi- ve aslında onlara geçmişten miras kaldığı için de kendi olmalarını engellediği düşünülen ‘töre’ye toptan bir başkaldırı haline dönüşebilir. Törenin evrensel veya ulusal olması önemli olmayacaktır. Dayandığı kozmolojinin mantıksal açıklaması da. Öğretilene, öğütlenene karşı içten gelen bir tiksinme duygusu söz konusudur artık. İyi niyetli bile olsa her emir (bu, ister “sevişmeyeceksin” isterse “öldürmeyeceksin” şeklinde olsun, fark etmez) bu kuşağın içgüdüsel bir agresyon durumuna geçmesine neden olabilir.
Öğretilene, öğütlenene karşı içten gelen bir tiksinme duygusu söz konusudur artık.
Teorik tartışmanın sınırında duruyoruz. Ne söylesem tekrara düşmüş olurum. Türkiye’de siyasi gündemi meşgul eden ‘sekülerleşme’ kavramı büyük oranda yaşam tarzlarıyla ilgilidir. Cinsel özgürleşme, toplumsal dönüşümün sosyal medyanın etkisiyle görünür olan temel semptomudur. Bu yazıda, gerçekleşen cinsel devrimin toplumun üzerindeki muhafazakar baskıyı kırarak demokratikleştireceği tezini eleştirdim. Muhafazakar değerlerin devrimsel hızda yitimi sadece muhafazakarlığın krizine indirgenemez. İnsanın özbenliğini sınırlandıran normativizmin yadırgandığı ve çıplak duyguların kutsandığı yeni kültürel ekosistemde geçerli olan tek evrensel yasa, ‘içinden geldiği gibi yaşamak’tır. İçten gelen her duygu-istek, bireyi kuşatan dışsal sınırları kırmaya yönelik bir kuvvet oluşturur. Bu aşamada kritik olan, duyguların yeteri kadar yoğunlaştığı nesnel zemine kavuşmasıdır. Cinsel devrim, faşizme yol açmaz. Ancak duyguların aklı öncelediği bir ekosistem yaratır. Sonuçta içlerindeki cinsel arzuya boyun eğerek toplumsal yasakları çiğneyen genç kuşak; öfke, hınç, nefret gibi duyguların yoğunlaştığı ekonomik çöküş ortamında şiddeti sınırlandıran liberal yasaları bozmakta kendini haklı görecektir. Önemli olan kendisidir, başkaları değil. İster yabancı nefreti olsun isterse cinsel arzular, duygunun kaynağı bireydir; ahlak yasaları ise geçmişin mirasıdır. Halbuki yeni kuşağın alameti kendinden önce gelen kuşaklara ‘redd-i miras’ yapmasıdır.
Geleceğimiz hakkında kesin konuşamayız. “Yanılma korkusu” bizi konuşmaktan alıkoymamalı. Özverili eylemlere kalkışmadan önce düşüncede yürekli olmak zorundayız. “Dindar ailelerin çocukları” meselesiyle başlayan sekülerleşme tartışmasında kendimizi milliyetçiliğin yükselişini konuşurken bulduk. Üstelik bu defa devletten topluma değil, toplumdan devlete yönelen bir dalga söz konusu. Bu dalganın geçici mi kalıcı mı olduğu henüz belli değil. Z kuşağı ifadesindeki Z harfi, liberallerin umduğu gibi tarihin sonunu temsilen alfabenin son harfi mi, yoksa Türk vatanını “zararlı” unsurlardan temizleyerek bin yıl sürecek Türk hakimiyetini başlatacak “Zafer”in ilk harfi mi, yaşayarak öğreneceğiz.