Written by 08:16 Dosya, Röportaj

“Siyasetin dilinin değişmesi gerekiyor”

Türkiye siyasi tarihinin en genç genel başkan yardımcısı, hukukçu Gökçe Gökçen’le söyleşi

Ekibimizden İrem Doğanışık (İD), Oktay Özden (OÖ) ve Ömer Baysan (ÖB), CHP İnsan Haklarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Gökçe Gökçen ile 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü öncesinde yeni bir siyaset dilini, kadınları ve gençleri konuştular.

***

İD: İlk sorumuz geçtiğimiz günlerde açmış olduğunuz Youtube kanalınızla ilgili. Yüklediğiniz ilk videonun ismi de “Kendi dilimizle siyaset konuşmak istiyoruz”. Neden ilk vurgunuz bu oldu?

Gökçe Gökçen: Söylemek istediğim aslında yalnızca siyasetin diliyle ilgili değil. Siyaset yapanın kim olduğuyla da ilgili. Sanki siyasetin gündemi, siyasetçilerin konuşmaları ve jargonu, değinilen konular ve konuşma şekli gündelik hayatta herhangi bir insanın dilinden farklı, iki tarafın gündemi birbirinden farklı. Biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak bu düşünceyi kırmaya ve gerçekten sorun veya sorunların ne olduğunu tespit edip bunlara gerçek çözümler üretebileceğimizi göstermeye çalışıyoruz.

Nasıl ki kendi hayatlarımızda kişisel hikayemiz dilimize de yansıyor; aynı şekilde siyasetin de dilinin değişmesi ve artık siyasette de herhangi bir insan gibi konuşmamız gerekiyor.

Şunu çoğu zaman net bir şekilde yaşıyoruz: işsizlik rakamları çok yüksek ve bu birçok kişi için yalnızca bir grafik ama Türkiye’de bu durum gerçekten kötüye gidiyor. İşsizlik artıyor ve bundan en çok etkilenen kesim gençler.  Bu bana göre diğer her konudan daha önemli. Neden? Çünkü staj yaptığım dönemi de sayarsak, ki ben maaş alınmayan ya da çok az maaş alınan stajyerliği işsizlikten sayıyorum, ben de 1 buçuk yıl işsiz kaldım. Üstelik diğer üniversitelerden görece daha nitelikli bir üniversiteden mezun olmama rağmen… Bu işsizlik iş beğenmemekten değil, çalıştığım işten hakkımı alamamanın yarattığı öfkeyle işsizlikti aslında. Arkadaşlarımın işsizliğine ve işsizliğin rakamların ötesinde yarattığı duygusal duruma da bununla birlikte daha çok şahit oluyorum.

Gençler üniversite tercihi yaparken hangi alanda kendimi nasıl geliştirebilirim ve topluma nasıl faydalı olabilirim diye düşünerek heyecanla akademik eğitimlerine başlıyorlar. Sınırlı burs imkanları ve büyük zorluklarla mezun olmalarına rağmen önlerine konan teklif asgari ücret, daha altı ya da birazcık üstü. Böyle bir maaşla gençlerin ailelerinden bağımsız hale gelmesi, geçinmesi imkansız. Ve bu gençler bir önceki kuşağın daha ortalama bir işte çalışarak aldığı maaşla para biriktirebilip ev, hatta yazlık alabildiğini, araba alıp,  evlenip aile kurabildiğini biliyor. Bugün çok iyi okullardan mezun olup üst düzey iş yapan ve para kazanabilen nadir gençler bile “bir gün acaba bir ev alabilecek miyim?” diye düşünüyorlar. Çünkü öyle bir paranın biriktirilme ihtimali neredeyse yok. Bu durum, haliyle güvencesizliği getiriyor.

Bana, iktidarın yaptığı gibi büyük sloganlarla bir şeyler anlatılmasın. Bana hangi sorunun neden kaynaklandığı ve nasıl çözüleceği anlatılsın.

Bu sorunları kendi hayatında yaşayan ya da yaşamaya yakın olan biri olarak şunu bekliyorum: Bana, iktidarın yaptığı gibi büyük sloganlarla ya da her şeyi çözmüş algısıyla bir şeyler anlatılmasın. Bana hangi sorunun neden kaynaklandığı ve nasıl çözüleceği anlatılsın. Örneğin biz, yerel seçim kampanyamızda kamu kaynaklarının ne kadarının israf edildiğini ve bu bütçeyle halk için nelerin yapılabileceğini gösterdik. Ve yavaş yavaş görüyoruz o parayla neler yapılabildiğini. Siyasetçiliği bir yana koyuyorum, ben bir seçmen olarak çok somut bir şekilde, bana neyin ne olduğunun açıklanmasını istiyorum. Ama bir yandan da bir siyasetçi olarak da şunun sorumluluğunu hissediyorum, ben neyi, neden söylediğimi ve sorunu yaşayan insanın hikayesini bilmeliyim.

Gençlerin dili, kadınların dili egemen siyasetten daha farklı. Nasıl ki kendi hayatlarımızda kişisel hikayemiz dilimize de yansıyor; aynı şekilde siyasetin de dilinin değişmesi ve artık siyasette de herhangi bir insan gibi konuşmamız gerekiyor.

İD: Aslında siyasetin diliyle toplumun dilinin örtüşmesi anlamında herhalde…

GG: Öyle, ama tabii şu da var: popülist bir ifadeyle “bu toplumun dilidir” iddiasından da uzak durmak lazım. Ben şunu söylüyorum: toplumun önemli bir kısmını gençler oluşturuyorsa, bizim sesimizin de yansıması şart. Bu yüzden Cumhuriyet Halk Partisi olarak her kademede yüzde 20 gençlik kotasını benimsedik, çünkü toplumun sorunlarını ve dilini gençler olmadan yansıtmak imkansız.

Dayanışmayı daha da büyütmemiz gerekiyor

İD: Kendi dilimizde siyaset yapacağız diyerek aslında geleceğe yönelik bir plandan söz ediyorsunuz. Bu bir yandan da bunu bu zamana kadar sistematik bir şekilde yapamayan bir CHP ya da siyasetçiler var demek sanki. Sizce bu tarz bir siyaset daha önce yapılamayan bir şey miydi? Ya da yapan var mıydı ve sizce kimler?

GG: Hiç yapılamadı demek bence çok iddialı olur ve haksızlık da olur. Bununla birlikte hiçbir parti bu söylediğimden muaf değil, partimiz de buna dahil. Ama Cumhuriyet Halk Partisi olarak bu konuda tutarlı ve uzun vadeli sonuçlar verecek adımlar atıyoruz. Kotalar konusunda gençlik örgütünün ve kadın örgütünün mücadelesi var. Bunun dışında örnek vermek ismi sayılmayacaklara haksızlık olur ama genç ve kadın siyasetçiler tek tek incelemeye değer örnekler. Gittikçe de sayımızın arttığını ve daha da politikleştiğimizi düşünüyorum. Tabii bunun yanında yaşı 30’dan büyük olan erkekler arasında da iyi örnekler yok değil.

Siyasetin süregelen kuralları ve özellikle anaakım medyanın durumu da siyasetçilerin kendi hikayelerini yansıtabilmesinin önüne geçiyor. Kendi hayatlarımızda ne yaşıyorsak bunları daha rahat anlatabildiğimiz bir alana ihtiyacımız var. İşte bu yüzden videolu bir iletişim kanalı açtık. Mesele youtube’da var olmaktan çok kendimize ait bir alan olması. Kendimize ait alanda sadece o günün konusu değil, bizim konuşmak istediklerimiz olacak. Bu nedenle “kendi dilimizle siyaset” demiştim.

İD: Peki genel olarak partinizin sizin dilinizi paylaştığını düşünüyor musunuz?

Herkesin kendi geçmişinden yansıttığı bir şey var, yansıtılması gereken bir hikayesi var.

GG: Bence toplumun yüzde yüzü adına tek bir dilin benimsenmesi doğru değil, samimi de olmaz. Herkesin kendi geçmişinden yansıttığı bir şey var, yansıtılması gereken bir hikayesi var: örneğin partimizdeki gençlerin genç işsizliğini anlatırken kendi hayatından verebileceği örnekler var, yaşı daha büyük olanlarınsa emeklilikte yaşa takılanların sorununu daha iyi aktarması mümkün.

Ancak nüfusun çeşitli katmanlarının siyasette bir arada bulunması ve temsil edilebilmesiyle toplumun sorunlarını daha iyi görebilir ve çözüm üretebiliriz. Cumhuriyet Halk Partisi’nde bu çeşitlilik var, özellikle de son dönemde.

İD: Yani siz dilinizin partinizin dili olmasından çok herkesin kendi diliyle kendi hikayesini yansıtmasını ve bunun bir yöntem olarak partinizce benimsenmesini önemsiyorsunuz.

GG: Aynen öyle.

İD: Parti içindeki dönüşümde, yeniliklerde gençlerin ve kadınların öncü olduğundan bahsettiniz. Peki siz hem genç olarak hem kadın olarak hem de insan hakları savunucusu olarak ne tarz zorluklarla karşılaşıyorsunuz en çok?

GG: Yaşamın her alanında kadınlara yönelik birçok ayrımcılık var. Aşılması gereken önyargılar çok fazla. Bu, Türkiye’deki depolitizasyon sürecinden de kaynaklı. Örgütlülük kötü bir şey gibi görülüyor. Onun ötesinde şöyle bir anlayış da var: “herkes işinin sahibi olacak, işinde başarılı olacak, ondan sonra siyaseti hobi olarak yapacak” Önyargının bir kısmı bundan kaynaklı

Erkekler bizim yaşadığımız sorunları, üzerine çalıştığımız konuları neredeyse her zaman bizden daha iyi bildiklerini iddia ediyorlar. Bunu doğrudan söylemeseler bile hissettiriyorlar.

Birincisi kadınlar olarak şununla çok karşılaşıyoruz: Erkekler bizim yaşadığımız sorunları, üzerine çalıştığımız konuları neredeyse her zaman bizden daha iyi bildiklerini iddia ediyorlar. Bunu doğrudan söylemeseler bile hissettiriyorlar. İkincisi genellikle sistemin dışına itilen veya engellerle karşılaşan gruplara şöyle bir yaklaşım görülüyor: Sizin alanınız budur, sadece bunu konuşabilirsiniz. Mesela gençsen sadece gençliği, kadınsan kadını konuşabilirsin, “al burada oyalan” gibi bir mantık… .

Bir alana hapsedildiğimizde kendi içimizde de şunu düşünmek seçeneklerden biri: “Bize ayrılan bu alan içerisinde rekabet etmeliyiz.” Böyle bir bakış açısı varken başka türlüsü de mümkün:  Çizilen çerçeve içinde kalmak zorunda değiliz.  Sıkıştırıldığımız alanda kalmalıymışız gibi bir düşüncedense dayanışmayı daha da büyütmemiz gerekiyor.

Devletin kurumsallığı ortadan kalktı

ÖB: Geçtiğimiz günlerde açıklanan TÜİK verilerine göre ağustos ayında genç işsizliği %27’nin üzerinde ölçüldü. Bunu destekleyen ve detaylandıran pek çok veri de var elimizde. 1 milyonun üzerinde kadın işsiz var, %27’nin dışında ümidi kırılmış olup iş aramayanlar var. Bizim etrafımızda da çok sayıda böyle genç var ve Gergedan dergi ekibi olarak bir süredir bu arkadaşlarımızla birlikte bir “genç işsizliği” dosyası hazırlıyoruz. Siz de bu duruma çok uzak olmadığınızı belirttiniz, sizce işsizliğin bu genç insanlar ve ülke için sonucu ne olacak?

GG: Burada belki ayırmak da gerekir, üniversiteli işsizler bence ayrı bir yer tutuyor. Çünkü üniversite bir alanda uzmanlaşmak üzere girdiğiniz yer. Üniversite okumak için hem kendi cebinizden çok harcıyorsunuz, hem de devletin bu eğitimi sağlamak için harcadığı büyük bir bütçe var. Bunun sonucu ne? Koca bir sıfır. İş arama süresi de çok uzadığı için işsizlik oranının yüzde kaç olduğundan daha önemlisi, uzayan iş arama süreçleri ve umutsuzlaşma.

Siz o toplumdan hiçbir şey almadıysanız ve o topluma hep verdiğinizi hissediyorsanız, o zaman toplumsal barıştan da, dayanışma kültüründen de, kural oluşturma ve kurallara uyma motivasyonundan da bahsedemezsiniz.

Sonucu ne olur? Birçok ülkede yaşandı. Siyasal sistemde de ekonomik sistemde de “gençlere yer yok” anlayışı, “artık Türkiye benim ülkem değil” gibi bir hissiyat yaratıyor. Mesela bizim alanımızda, akademisyen olmak için bir üniversitede kadro arıyorsunuz ama şunu görüyorsunuz: belli alanlara çok fazla kadro veriliyor, belli alanlara neredeyse hiç verilmiyor. Sizin akademik araştırma yapmak için alabileceğiniz burs ya da ödenek yok denecek kadar az, kütüphaneler az. Dolayısıyla yurt dışına gitmeyi düşünüyorsunuz. Yurt dışında da çok güvenceli olmasa bile en azından yeteneğinizi doğrudan aktarabileceksiniz ya da iş aradığınızda ayrımcılığa uğramayacağınızı düşünüyorsunuz. Birinin sırf önemli bir tanıdığı olduğu için veya sırf ilahiyatçı olduğu için atanmayacağını biliyorsunuz. İş bulabilmenin sadece umudu bile beyin göçünü tetikliyor. Dolayısıyla beyin göçü önemli, çünkü Türkiye’de akademisyenlere ve kaliteli eğitim almış üniversite mezunlarına çok ihtiyacımız var. Şu an devletin nasıl yönetileceği, şirketlerin nasıl yönetileceği, belediyelerin nasıl yönetileceği, 20 yıl sonra yaşamayacak insanlar tarafından biliniyor sadece. Bu ciddi bir sorun. Türkiye’de devletin kurumsallığı zaten ortadan kalkmış durumda. Bu kurumsallığın ortadan kalkması ekonomik sistemi de sürdürülebilir kılmanızın önüne geçiyor. Bu kurumsallığı tekrar kim sağlayacak? Tabii ki gençler! Eğitimli gençler ülkeyi terk ettiğinde ne yapacağımız belirsiz. Onun dışında da “sen yaşama, ne yapıyorsan yap, ailenin evinde yaşa” anlayışı, ülkeye, topluma aidiyet sorununa neden oluyor. İnsanların birbirine karşı olan bağı kopuyor. Siz o toplumdan hiçbir şey almadıysanız ve o topluma hep verdiğinizi hissediyorsanız, o zaman toplumsal barıştan da, dayanışma kültüründen de, kural oluşturma ve kurallara uyma motivasyonundan da bahsedemezsiniz. Dolayısıyla devletin çöküşü demek bu bana göre, devletin ve toplumsal kültürün, kuralların çöküşü… Ki bu sadece devlet açısından baktığımız, pragmatik kısmı. Bir de insanların yaşadıkları var. İşsizlik aynı zamanda bir toplumsal patlamaya da sebep olabilir, daha fazla intihar ve cinayet haberleri duyabiliriz, umuyorum ki böyle bir şey olmaz.

“Herkes iş bulacak diye bir kaide yok” diyor.
O zaman niye borçlandırıyorsun?

OÖ: Dayanışma kültürünün kopuşu noktasında aslında işsizlik bunu sürekli besleyen bir şey. Çünkü işsizlik arttıkça insanlar kaçınılmaz olarak daha düşük ücretlerde çalışmak için birbirleriyle rekabet etmek zorunda kalıyor. Yani günün sonunda insanın hayatını yeniden üretmesi gerektiğinden dolayı emek piyasasına sirayet etmiş aşırı rekabet ortamını besleyen devasa işsizlik, insanların kişiliklerinde yıpranmaya ve en temel insani duygulardan biri olan dayanışma duygusunun yıkılmasına neden oluyor.

GG: Çok doğru.

OÖ: Az önce dediğiniz gibi şu an çok ciddi bir kitle, gençlerin dörtte birine tekabül ediyor galiba, ne istihdamda ne de eğitimde. Hem okumuyor hem de çalışmıyor.

GG: Daha da fazla, üçte birinden de fazla.

OÖ: İnanılmaz bir rakam bu yani. Dolayısıyla hep şu söyleniyor mesela Türkiye için “genç nüfus, dinamik nüfus…” Siz bu gençlere hayatlarını yeniden üretmek için iş imkanı tanımazsanız istihdam veremezseniz bu genç nüfusun hiçbir avantajı yok.

Türkiye’de gençlerin ülkeye ilişkin bir hayalleri olmadığını konuştuktan sonra söz Fransa’nın Lyon şehrinde bir öğrencinin kendini yakmasıyla yükselen öğrenci hareketliliğine geldi. Gökçe Gökçen’e Türkiye’de öğrencilerin durumunu sorduk.

GG: Fransa’da öğrencilerin kendi kiraladıkları evlere devletin kira desteği var. Türkiye’de de bunun olması lazım, özellikle de büyük şehirlerde. Çok yüksek bir enflasyon varken, hayat bu kadar pahalıyken devletin çok sınırlı yurt imkanı sunması ve kira konusunda hiçbir tedbir almaması kabul edilemez. Hem kira artışlarının devlet kontrolüne alınması, hem de kiralanan evlerin sağlık koşullarının denetleniyor olması lazım. (…) Öğrencilerin yaşadıkları temel sorunlar bunlar, yani sorun sadece maddiyat değil.

“Büyük şirketlerden vergi silinmesi normal, KYK borçları silinsin dendiğinde anormal ve lüks” oluyor. Bu dengesizliğin çözülmesi lazım.

Burs ve kredi sorunu… “Mezun olduğu zaman iş bulma garantin yok” diyor, hatta “herkes iş bulacak diye bir kaide yok” diyor. O zaman niye borçlandırıyorsun? Bir de niye faizle borçlandırıyorsun? Çok büyük şirketlerin vergi borçları silinirken gençler zaten dolaylı vergi sebebiyle vergi ödüyorlar üstüne burs alamıyorlar, kredi alıyorlar. Sen de o krediye hemen faiz uyguluyorsun ve ödemezse haciz gönderiyorsun veya bankadaki hesabına el koyuyorsun. Yani “büyük şirketlerden vergi silinmesi normal, KYK borçları silinsin dendiğinde anormal ve lüks” oluyor. Bu dengesizliğin çözülmesi lazım.

OÖ: Son dönemde ciddi bir şekilde özel sektörün borcu kamuya doğru akmaya başladı. Kamunun borcu şişmeye başladı. Devlete doğru bir borç akışı var. Şirketlerin borçları silindiği zaman iktisatçıların televizyonlarda “ne oluyor!” diye bir tepki gösterdiğini hiç görmüyoruz. Ama ne zaman ki para emekliye gidecek, ne zaman ki işçiye, halk kitlelerine gidecek, o zaman “efendim enflasyon olur, bilmem ne olur…” hemen bir tepki doğuyor.

ÖB: Çok teşekkür ederiz Gökçe Gökçen, bu sohbete katıldığınız ve sorularımızı yanıtladığınız için.

GG: Ben teşekkür ederim.

(Visited 838 times, 1 visits today)
Close