Pandemi siyaseti birkaç zaman önce görüldüğü haliyle, ancak bu sefer tersinden, soldan radikal dönüşümleri beraberinde getiriyor. Bilhassa Latin Amerika örneğinde sokakta birbirinden izole biçimde mücadele eden kitlelerin öfkesi, 2020-2021 seçimlerindeki sandık sonuçlarına da yansıyor. Peru’da, Arjantin’de, Bolivya’da yanan ateş şimdi de Şili’ye sıçrayarak 35 yaşındaki bir öğrenci liderini, Gabriel Boric’i iktidara getirdi. Bunun üzerine hem dünyada, hem de Latin (daha özelde Güney) Amerika coğrafyasında beliren birtakım eğilimlerin saptanması, muhtemel siyasal sonuçları ve sundukları alternatifleri saptamamızı mümkün kılıyor. Şu ana kadar sol partiler, Latin Amerika’da dört ülkede iktidara gelmiş durumda: Peru, Arjantin, Bolivya, Şili. Dört ülkenin de kendine has sosyo-politik yapıları bulunmakla birlikte, ağırlaşan pandemi koşullarının sağ popülizmi bazı bölgelerde iktidarından indirecek koşulları yaratıyor. 2008 krizinin yol açtığı yepyeni siyasal dönüşümlerde kitlelerin, parti örgütlerinin, devletlerin bölgesel-uluslararası eğilimlerinin saptanması bugünkü koşulları daha iyi okumamıza olanak verecektir.
Açılışını 1999’da Seattle’da, Dünya Ticaret Örgütü protestolarıyla yapan küreselleşme karşıtı hareketin başlattığı yeni sosyal hareketler silsilesi, Latin coğrafyasında 2000’lerden 2010’ların ortasına kadar sol hükümetlerde ifadesini buldu. Bu dönemde Latin solu alternatif küreselleşme hareketinin merkezi haline geliyor; Brezilya, hareketin örgütsel ifadesi olan Dünya Sosyal Forumu’na ev sahipliği yapıyordu. Bunun yanında Latin solu “Pembe Kuşak” (Pink Tide) adıyla, kendisini daha radikal sosyal demokrat bir çizgide tanımlıyordu.
Latin Amerika’daki sol dönüşüm, pandemiyle derinleşen toplumsal ilişkilerin damgasını taşıyor. Pandemi politikalarında halka yeterince yardım edemeyen hükümetler, artan gelir eşitsizlikleri, çalışan sınıfların sosyal ödenekleri ve tüketimlerinde aşırı kısılma, kırsal ağırlıklı ülkelerde sermaye tekelleşmesinin mülksüzleştirdiği kitlelerin hareketi 2015-2021 arası dönemde oluşan temel siyasal itkileri hazırladı. Ana Esther Ceceña’nın tespit ettiği gibi, tarihsel olarak Güney Amerika’da, neoliberal dönüşüme paralel, sosyal mücadeleleri şekillendiren yeni değişkenler de rol oynuyor: mücadele eden grupların heterojenleşmesi (sınıf, cinsiyet, etnik vb. ezilme formlarının tek harekette kaynaşması), mevcut siyasal nizamların sorgulaması ve yeni sistem arayışları, hareketin yatay düzleme yayılması, kültür devrimi ve yeni dünya anlayışları etrafında bir toplum inşası. (Ceceña, 2009, s. 244-247)
Latin Amerika’daki sol dönüşüm, pandemiyle derinleşen toplumsal ilişkilerin damgasını taşıyor.
Latin Amerika’da iki senedir başlamış olan dönüşümü hem dünya politikası, hem de 2008 sonrası kapitalist üretim tarzının girdiği dönem açısından önemli buluyorum. Önümüzdeki yıllarda, kapitalizmin yeni değişkenleri, derinleşen bunalım tarafından belirlenecektir. 2020 sonrası sol, 2015 öncesindeki pembe kuşağın sahip olduğu birtakım koşullara sahip olmadığı gibi önceki dönemde sol partileri iktidardan indiren koşullar bugün daha ağırlaşmış biçimde varlığını sürdürmektedir.
1990’lı yıllarda Latin Amerika’da yaşanan neoliberal dönüşümler, kapitalist üretim tarzının kır-kent çelişkisi etrafında örülmüş üç büyük sınıfının (işçiler, sermayedarlar, büyük toprak sahipleri) yeni siyasette farklı biçimlere bürünmesine neden olmuştur. Orta-büyük işletmelere sahip sermaye, kıtanın çevre (periferi) konumundan ileri gelen özgün bir konuma sahip: dış sermayenin yerli temsilciliği. Devlet de yerli sermaye ile dış sermaye arasında oydaştırmacı bir konuma sahip. (Worsley, 1980, s. 299) Ancak devletin sınıf siyaseti sonucunda gelebileceği göreceli konumu es geçmemek gerekiyor. Çünkü sol partilerin iktidarı devralmasıyla ağırlığını koyan eski yönetilen sınıflar, devletin sermaye cephesinden oydaşmacı konumunu kendilerinden yana çevirebilme potansiyeline sahiplerdi. Lakin aşağıda da değineceğim üzere, sivil-politik toplum arasında sürdürülemeyen uyuşmazlıklar devletin yine yüksek oranda sermaye hareketlerine bağımlılığına neden oluyordu. Brezilya örneğinde Bolsa Familia ve Fome Zero gibi sosyal programlar eşitsizliğin giderilmesinde rol oynasalar da, tamamen bitirilmesini sağlayamadılar. (Öniş & Gençer, 2018, s. 1795) Çünkü bu dönemde dış sermaye girişlerine bir hayli bağımlı devlet yapısı, 2013 FED kararları sonucu tersine dönen rüzgarla gerekli kaynak tahsisini sürdürmekte sorunlar yaşamıştı. Son tahlilde devlet yapılarının sermayeden özerkliği sınırlıydı.
Yukarıda da belirtildiği gibi, küreselleşme ve neoliberalizmin yeni döneminde sınıf yapılarında farklı değişimler söz konusu. Üç büyük sınıfın kırdaki ve kentteki farklı biçimleri sınıf siyasetinin temelini oluşturacak. Örneğin, eski dönemin kırdaki küçük köylü, kır işçisi ve toprak sahibi arasındaki çelişkisi, neoliberalizmin mülksüzleştirmesi yoluyla büyük toprak sahiplerinin elini güçlendiren bir çizgiyi doğuruyordu. Kente doğru göçle boşalan topraklar, büyük toprak sahiplerinin mülkiyetine geçiyordu. Kent cephesinde ise kentlerde biriken işsiz kitlelerin yanında, kamunun daraltılmasıyla pozisyonunu kaybeden uzmanlaşmış kamu işçileri-memurları var ve bunlar artık mevcut bilgileriyle kendi küçük girişimlerine sahip oldular. (Portes & Hoffman, 2003, s. 44-48) Bu da iki eğilim doğurmakta: rekabet yoğunluğundan dolayı mülksüzleşme tehdidine uğrayan yeni kitleler ve mevcut kent işsizliğini emen yeni bir iş tipi. Böylece Latin ekonomisinin belkemiklerinden birini oluşturan küçük burjuva girişimi, kapitalizme bir dizi üretim tarzını atlayarak eklemlenen Latin Amerika kıtasında, devletin yakınında bulunmak zorunda kalıyordu.
Latin ekonomisinin belkemiklerinden birini oluşturan küçük burjuva girişimi, kapitalizme bir dizi üretim tarzını atlayarak eklemlenen Latin Amerika kıtasında, devletin yakınında bulunmak zorunda kalıyordu.
Bütün bunların sonucunda Latin Amerika’daki devrim dinamiklerini günümüzde etkileyen birtakım etkenler var. Bunlar sınıfsal açıdan mülksüzleşen kır sınıfları, işsizlikle sınananlar, devlete yakın bulunan küçük işletme sahipleri gibi toprak sahipleri, işçiler ve küçük burjuvazi etrafında toplanmaktalar. Meseleye sermaye cephesinden bakarsak özellikle 2017’den sonra yurtdışına çıkan yabancı sermayenin yarattığı toplumsal sarsıntı, yerli sermaye sınıflarının devlet şemsiyesinde yeniden toplanması yönünde kuvvetli bir baskı yaratıyor.
Toplumsal işbölümünde çıkarları ayrıksı şekilde belirlenmiş sınıfların birbiriyle siyasetini de incelemek gerek. Eski dönemde halk sınıflarını temsil eden sol partiler, 2000’li yıllardan 2015’e kadar giderek radikal biçimde azalan oy oranlarıyla karşı karşıya kaldılar. Kimi ülkelerdeki sağ ve sol partilerin oyları arasındaki geniş makas kapanırken (Brezilya), kimi ülkelerde de (Peru) makas hiçbir zaman fazla açık olmamıştır. Yani sol-sağ parti dengelerinin aktif biçimde eridiği bir eğilim söz konusu. Bugün yeni sol siyasetin söz konusu eğilimi ne kadar tersine çevirebileceği bir dizi değişkene bağlı. Bu değişkenlerin hem toplumsal hem iktisadi düzeyde neler olabileceğine aşağıda bakalım.
Kitle Radikalizmi ve Dünya Bunalımı: Günümüz sınıf siyasetine yön veren temel iki dinamik ekonomide dünya bunalımı, toplumsal yansımada ise kitle radikalizmidir. Dünya bunalımından ne anlamamız gerektiğini Üçüncü Büyük Depresyon hakkında yazdığım tanıtım makalesinde anlatmıştım. Ekonomik büyümenin yavaşlaması, sermaye hareketlerinin yarattığı krizler, dış borçların artması, tüketimin kısılması, düşen ücretler, artan emek rekabeti gibi meseleler ekonomi alanından toplumsal alana açılan bir dizi kitle dinamiği yarattı. Yaratılan dinamiği genel olarak ‘kitle radikalizmi’ kavramıyla açıklıyorum.
Günümüz sınıf siyasetine yön veren temel iki dinamik ekonomide dünya bunalımı, toplumsal yansımada ise kitle radikalizmidir.
Kitle radikalizmi, derinleşen toplumsal çelişkiler içinde sıkışmış yönetilen sınıfların, yaşamlarını üretmek için gereken geçim-üretim araçlarından giderek kopmasıyla ortaya çıkan bir eğilime karşılık gelmektedir. Böyle anlarda kitleye mensup her sınıfın radikalleşmesinin ayrı sebepleri olur. Köylülük ve kentli küçük burjuva gruplar özel mülklerinden olmakla, kentlerde biriken işçi sınıfı ise işsizlik ve düşen ücretlerle sınanır. Üretim-geçim araçlarından giderek kopan kitleler kendilerini güvende hissetmemekte, güvenliklerini sağlayabilmek adına en radikal öneriler sunan hareketlere kaymaktadır. Kitleler eğer başta bulunan iktidar başarısız ise diğer alternatifleri yoklamakta, sağdan sola olduğu gibi soldan sağa geçmekte büyük akışkanlık göstermektedir.
Benzer bir hususu 1970’li yılların ikinci yarısından başlayıp 1980’li yılların başına değin süren stagflasyon dönemi bunalımında da bulabiliriz. Kitleler derinleşen bunalım karşısında önce sosyal demokrasiden yana kredilerini kullanmış, ancak bunalım aşılamadıkça kitlelerin tercihi neoliberalizm yönünde olmuştur. Elbette dönüşüm anına kitleler bir bütün olarak tepki göstermezler, tam aksine, birbirleriyle bir çatışma içine bile girebilirler. Thatcher hükümetinin politikalarına gösterilen madenci direnişleri bunun bir örneğidir. Ancak günün sonunda gidişatı tam tersine çevirecek bir irade ortaya çıkamamıştır. Bugün de benzer bir hususun günümüz siyasetinde belirleyici rol oynayacağını düşünüyorum. Mevcut iktidarlar yeterli çözümleri sunmazsa, kitlelerin talepleri her seferinde daha da radikal oluşumlara yönelme eğiliminde olacaktır.
Alternatif Küreselleşme: Alternatif küreselleşme hareketi, DTÖ protestolarından büyük bir sosyal harekete dönüşen 1999 Seattle olaylarıyla gelişti. Neoliberal küreselleşmenin 90’lar boyunca hızla ilerlediği bir dönemde, Seattle ruhunun yükselişi anti-küreselleşme hareketini doğurdu. Ancak anti-küreselleşme hareketinin programatik-stratejik bir hedeften yoksunluğu ve örgütsüzlüğü birçok sosyal harekette olduğu gibi barutunun hızla tükenmesine neden oldu. Alternatif küreselleşme, temelde bu barutun tükenmiş olmasından ortaya çıkan bir eğilimi temsil etmektedir. Adından da anlaşılacağı gibi küreselleşmeye her yönüyle karşı olmamanın yanında, çokuluslu şirketlerin ve küreselleşmenin başat kurumlarının (IMF, DTÖ, DB) meydana getirdiği düzene muhaliftir.
Alternatif küreselleşmenin, küreselleşmeye karşı geliştirdiği eleştiri ekonomik büyümenin sadece gelişmiş ülkelerin değil, azgelişmiş ülkelerin de çıkarına olması karşısında sallantıdadır. Üstelik bütün ülkelerin kaderlerinin birbirine bağlandığı dünya pazarında, herkesin eşitçe kazanacağı bir ekonomi fikri sınıf siyasetinin önüne geçmektedir. Dış sermayenin ucuz üretim faktörlerini ele geçirmek, dış pazarları borçlandırmak vb. eylemlerinin neoliberal küreselleşmenin genel karakteristiğini oluşturduğunu düşünürsek meselenin emek gücünün, toprağın, hammaddenin, yerli sanayinin kaynakları üzerinden mülk gaspına dönüşmesi eğilimi ağır basmaktadır. Üstelik sadece mülkiyetin özel ellerde toplanması bir kenara, sermaye hareketliliğine karşın emek hareketinin sınırlılığı işçiler arası rekabeti de yoğunlaştırmaktadır. Böylece yeni küreselleşmiş ekonominin temel dinamiklerinden birisi işsizliğin artırılmasına dönüşmektedir.
Bu çerçevede Dünya Sosyal Forumu etrafında örgütlenen alternatif küreselleşmenin, ana akım küreselleşme dinamiklerine dair eleştirisi sınırlı kalmaktadır. Dış sermaye kaynaklı ilişkilere eleştiriler mantıklı bir yerden gelirken sunulan alternatif, neoliberalizmi yaratan koşullarla aynı dinamiklerdir. Harekette birbirinden farklılaşmış öznelerin siyaseten yalıtılmışlığı, iç içe geçip aynı nesnel koşullardan kök alsalar da iktidar pratiğinde ayrışmaktadır. Ekonomi alanında toplumsal rekabet devam ettikçe, üretimin toplumsallaşmasına rağmen servet özel ellerde toplandıkça, ülkeler aynı uluslararası işbölümünde dünya pazarının kaprislerine bağımlı kaldıkça neoliberalizmden eşit oranda kazanç, gerçekçi bir hedef değildir.
İşyeri Demokrasisi ve İşçi Komiteleri: Radikal sosyal demokrasinin işyerini demokratikleştirmeyle ilgili önerileri yerinde olsa da sınıf siyasetindeki temel sorun siyasal iktidar sorunudur. Siyasal iktidar ancak elde tutulduğu müddetçe işyeri demokrasisinin üretici güçleri ihtiyaca göre düzenlemesi söz konusudur. Bu yüzden ekonomik alanda bir işyeri demokrasisi varsa, toplumun bu kısmıyla dolayımlanacak siyasal alanın yönetiminde işçi komitelerinin tesisi gerekir. Özellikle ekonomik-politik alanın birbiriyle iktidar aracılığıyla uyumu, bizi ikinci bir konuya daha götürüyor: halk-iktidar uyuşmazlığı. 2000’lerdeki halk hareketlerinin ana güdüsü alternatif küreselleşmeden çok anti-küreselleşme üstüne kuruluydu. Ancak örgütsel bir platform olan Dünya Sosyal Forumu’nun kuruluşu, anti-küreselleşmeci hareketin yavaşça alternatif küreselleşme eğilimine dönmesine neden oldu. Böylece halk kanadında radikal taleplerin 2015’e değin mevcut iktidarlar tarafından tatmin edilememesi, çelişkileri derinleşen bir düzende farklı siyasal alternatiflere yönelmeyi zorunlu kıldı. Bu sebeple büyük/stratejik mülk alanlarının ve sektörlerinin kamusal yarar adına işletildiği bir ekonomide meselenin basitçe ekonomik alana hapsedilmesi, siyaseti kısıtlayan bir tür ekonomizm etkisi yaratmaktadır.[1]
Çevre Ekonomisi ve İşbölümü: Latin Amerika ülkelerinin iç siyasetinin yanında dünya pazarında bulundukları konum da önemli. Neoliberal küreselleşme sonucu yoğunlaştırılmış dış sermaye girişlerine bağlanan, sermaye birikimini uluslararası ticaretten sağlayan, düşük kârlı sektörlerde düşük gelirli bir biçimde üretim yapmaya hapsolan ülkelerdeki sınıf siyaseti dünya pazarındaki konumları eliyle belirlenir. Düşük kârlı bir ekonomi, sosyal tüketimin sosyal sistemler tarafından desteklendiği Atlantik ekonomilerinin tersine çevre ülkelerde daha zordur. Böylece devlet ile tabii sınıflar arasında oydaşma daha zor tahsis edilir. Alternatif küreselleşmenin önerisinin aksine, yeni dönemde toplumsal yeniden üretimin sağlanması adına stratejik sektörlerde planlama usülüyle hareket etme gerekliliği ortaya çıkar. Eski Pembe Kuşak iktidarından farklı biçimde, yeni dönemde çevre ülkelerin maruz kaldığı krizler daha sık. 1970-1980’li yıllar boyunca borcu katlanan Latin ekonomilerinin girdiği kriz göz önünde bulundurulmalıdır.
Proleter Enternasyonalizmi ve Bölgesel İşbirliği: Alternatif küreselleşmenin örgütlülük düzeyinde çoğulcu yapılara izin vermesi, siyasi kriz dönemlerinde toplum tabanındaki otoriter-faşist gruplara etkili cevap verilememesine neden oluyor. Üstelik üretim ağlarının ve onu takip eden insan ilişkilerinin giderek uluslararasılaşması sonucu, bir ülkede başlayan sosyal etki anında diğer ülkelere de sıçrıyor. Alternatif küreselleşme hareketinde birbirinden yalıtılmış örgütlerin bu tip sosyal patlamaları koordine etmeleri oldukça zor. Üstelik ülkelerin uluslararası işbölümündeki konumları, dünya bunalımıyla özgün ilişkileri, sınıfsal pratikleri sınıf platformu üstünde örgütlenmiş oluşumların müdahalesini de zorunlu kılıyor. Krizin tek tek ülkelerin değil, bütün ülkelerin krizi olması, ilgili oluşumların yalıtılmış varlığının etkisiz kalmasına neden olacaktır. Yukarıda belirtilen halk-iktidar uyuşmazlığı göz önünde bulundurularak sol partilerin tabana demokrasiyi yayacak örgütlenmeleri genişletmesi ve bu örgütlenmeleri işçi enternasyonaline bağlı ağlar altında buluşturması gerekiyor.
Alternatif küreselleşmenin örgütlülük düzeyinde çoğulcu yapılara izin vermesi, siyasi kriz dönemlerinde toplum tabanındaki otoriter-faşist gruplara etkili cevap verilememesine neden oluyor.
Enternasyonal tutum takınmak konusunda Latin Amerika ülkeleri diğer ülkelere göre daha şanslı, çünkü bu enternasyonal ağların oluşmasını sağlayacak bölgesel örgütlenmelere çoktan sahipler. Yalnızca örgütler arasından en uygun olanın hem ekonomik, hem de siyasal bütünleşme yoluyla dönüştürülmesi gerekiyor. Latin Amerika ve Karayip Devletleri Topluluğu (CELAC), Karayip Topluluğu (CARICOM), And Topluluğu (CAN) gibi bölgesel örgütler enternasyonal birliğin sağlanmasında gerekli yönetişim yapılarını ve kurumsal ağları sağlıyor. Uluslararası sistemdeki diğer bölgesel blokların aksine, planlama ve enternasyonal yapı etrafında bir araya gelmeleri bu toplulukların yeni türde bir ekonomik bölgeselleşmeyi icat etmelerini sağlayarak diğer bölgelere örnek olacaktır. Zaten bölgesel örgütlerin yeni bölgeselci akım altındaki başat temeli ekonomik saiklere dayanmaktadır. Ekonomik saiklere dayanmayan örgütler ise (Arap Birliği) kültürel-diplomatik işbirliği ağlarından öteye gidememektedir. Bu örgütlerin gelecekte oynayabilecekleri yol, sol partilerin geliştirecekleri siyasal pratiklerle belirlenecektir. Üstelik enternasyonal değerlerin yayılımını hızlandırmada önemli platform görevleri göreceklerdir. Avrupa Birliği gibi demokrasi normunu üreten ve normatif güce sahip bulunan bölgesel örgütler, ulus-üstü kurumların bu bağlamda kullanımına güzel bir örnektir.
Kaynakça
Ceceña, A. E. (2009). On the Forms of Resistance in Latin America: Its ‘Native’ Moment. Socialist Register(44), 244-247.
Öniş, Z., & Gençer, A. (2018). Democratic BRICS as role models in a shifting global order: inherent dilemmas and the challenges ahead. Third World Quarterly, 39(9), 1795.
Portes, A., & Hoffman, K. (2003). Latin American Class Structures: Their Composition and Change during the Neoliberal Era . Latin American Research Review , 38(1), 44-48.
Worsley, P. (1980). One World or Three: A Critique of the World System of Immanuel Wallerstein. Socialist Register(17), 299.
[1] Ekonomizm hakkında daha derin bilgi için bkz: Vladimir Lenin, Emperyalist Ekonomizm & Marksizmin Bir Karikatürü, Sol Yayınları, 2008.