Yatırım oranının, istihdam ve aynı zamanda gelir düzeylerinin belirlenmesinde kilit rol oynadığını görüyoruz. Peki yatırım oranını ne belirler? Şimdi bakış açımızı bir bütün olarak dünya ölçeğinde tutalım. Daha sonra tekil düzeyde tek bir ülkede cereyan eden yatırımları ele alacağız.
Kapitalistler sermaye mallarını, tüketmek için veya başka sermaye malları üretip kârlı olarak satmak için talep ediyorlar. Onlara olan talebi ise mevcut faiz oranı ile gelecekteki kâr beklentisi şekillendiriyor. Sermaye malının beklenen getirisi onun maliyeti üzerinden hesaplanırsa; bakım onarım harcamaları ve risk göz önünde bulundurulduğunda mevcut faiz oranının ötesinde bir getiri bekleniyorsa sermaye mallarına olan talep gerçekleşir. Çünkü onların kullanımı kârlıdır ve dolayısıyla firmalar çekinmeden borçlanırlar. Temelde aynı düşünce, firmaların kendi kaynakları üzerinden sermaye malı satın almasını da belirler. Bu noktada firmalar, mevduat faizi ve herhangi bir hisse senedi getirisi yerine faiz maliyetini karşılayıp borçlanmaya son derece yatkındır. Çünkü sermaye malının getirisi, olası diğer finansal yatırımların getirisinin ve borçlanma maliyeti olan faizin üzerindedir. Böylece yatırım oranlarını, faiz oranıyla kıyaslanmış beklenen kâr oranları belirler.
Tüm bunlara bir de şu şekilde bakılabilir: var olan sermaye mallarının fiyatı, onların beklenen getirileri ve faiz oranı tarafından belirlenir. Ve ayrıca, onların maliyeti fiyatını geçmediği sürece yeni sermaye malı üretimi son derece kârlıdır.
Şimdi sıradan bir evin herhangi bir şehirde 6 bin pounda yıllık kiraya verildiğini ve bunun bin poundunun evin yıllık bakım ve onarım masraflarına harcandığını düşünelim. Dolayısıyla evin yıllık net getirisi 5 bin pound olur. Faiz oranı yüzde 5 olduğunda bu evin değeri 100 bin pound olur ve hiç kimse getirisi yıllık 5 bin pound olan bir evi, 100 bin poundun üzerinde para ödeyerek satın almak istemez. Çünkü 100 bin pound’un yıllık faiz getirisi yaklaşık olarak 5 bin pounda tekabül eder ve bu rakam evin bir yıllık kira bedeline eşittir.
Faiz oranı yüzde 6 olduğunda evin değeri 83.3 bin pound, yüzde 4 olduğunda ise 125 bin pound olur. Eğer ki bir ev inşa etmenin maliyeti yüzde 5 faiz oranında 100 bin pound ise yeni bir ev yalnızda kendi satış fiyatına eş bir maliyetle inşa edilebilir. Eğer ki faiz oranı yüzde 6 olursa yeni bir ev inşa etmenin maliyeti 100 bin pound iken evin satış fiyatı 83.3 bin pound olacağı için hiç kimse yeni ev inşa etmez. Fakat faizler yüzde 4 olursa yeni üretilecek olan evin maliyeti 100 bin pound iken satış fiyatı 125 bin pound olacağından ev üretiminde bir patlama yaşanması beklenir. Dolayısıyla, faiz oranı yatırımların belirlenmesinde muazzam düzeyde bir öneme sahiptir. Faiz oranını neyin belirlediğini ise ileriki derslerde tartışacağız.
Beklenen Kâr
Sermaye mallarının gelecekteki getisinin hesaplanması büyük oranda tahmine dahalı bir iştir ve hesaplanan bu getiri yüksek olduğunda yatırımlar artar. Dolayısıyla gelecekteki ticari işlemlere dair güvenin canlanması, yatırımların artmasında kritik etkiye sahiptir. İşte tam da burada kapitalist sistemin istikrarsızlığının nedenlerinden birine değinmiş oluyoruz. Tüketim mallarına olan mevcut talep düzeyi, sermayenin beklenen getirisi üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Fakat, sermaye mallarının üretilme düzeyindeki artış, daha önce gördüğümüz üzere, tüketim mallarına olan talebin de artmasına neden olur. Böylece iktisadi faaliyetteki aşağı veya yukarı doğru hareket, belirli bir noktaya kadar kendini genişletme eğilimindedir.
Sermaye mallarının beklenen getirisi ayrıca onların halihazırdaki miktarına bağlıdır. Ani bir deprem şehrin önemli bir kısmını yok ederse, ayakta kalan konutların fiyatı artar ve dolayısıyla yeni bir konut inşa etmek kârlı hale gelir. Aynı prensip normal zamanlarda da işlemektedir. Ekonomideki çöküşün yarattığı koşullar kötüyse, çalışmakta olan makinalar yıprandıkça yenilemeye bile değmiyor gibi görünüyorsa, bu durum kapitalistlerin var olan makinaların değerli hale geldiğini ve dolayısıyla yenilerinin de değerli bir yatırım olacağını düşüneceği yeni bir güne uyanması ile değişebilir. Diğer yandan, sermaye birikimi artarken daha fazla makina, tüketim mallarına olan talebi karşılamak için birbiriyle yarışır. Bu yüzden kâr oranları düşer.
Böylece yatırımlarda ritmik bir eğilim olduğunu görüyoruz. Ekonomideki çöküş belirli bir düzeyde devam ederken, yatırımlar canlanmaya başlar. Yatırımların artması, ekonomik aktivitenin düzeyini artırır ve yatırımlardan el edilecek kâr umudunu ateşler. Yatırımların yukarı doğru hareket etmesi, sermaye birikiminin kâr oranını baskılayacağı noktaya kadar kendi kendini besler. Umut yerini karamsarlığa bırakır ve yatırımların hareketi aşağı doğru yön alır. Belirli bir zaman sonra bu durumda tersine döner.
Ülke nüfusu arttıkça, iktisadi aktivitenin ritmik olarak yükselmesi ve düşmesinden bağımsız olarak yeni icatlar sürekli olarak gerçekleşir. Yeni bölgeler ticarete açılır ve sermaye malı talebi sürekli olarak artar. Nüfus ve teknik bilgi stabil bir şekilde artarken ekonomik çöküşün yarattığı kötü koşulların sonuna doğru gelinir. Bu yüzden işsizlik 19. yüzyılda bugüne kıyasla daha az dikkat çeken bir öneme sahipti. 19. yüzyılda Batı’nın iktisadi dünyası sürekli olarak genişlemekte ve dolayısıyla yeni sermaye talebi sürekli olarak artmaktaydı. Ayrıca, beklenen kârlılık zaman zaman düşse de asla çok düşük bir düzeye gerilemedi.
Kamu Yatırımları
Yol, okul, telekominikasyon ve alt yapı inşası, oyun alanları, gaz istasyonları ve benzeri geniş çaplı yatırımlar devlet tarafından gerçekleştirilir. Bu yatırımlar, özel teşebbüs yatırımları gibi kâr motivasyonu ile gerçekleştirilmezler. Süreklilik içermeyip, ritmik bir düzeyde gelişim göstermezler. Bu yatırımların bazılarında, -örneğin belediye ölçeğinde gaz istasyonları vb. alanlarda- işletmenin parasal getirisini gözetilirken bazı yatırımlarda -kamusal alanların inşası gibi- kamu yararı güdülerek doğrudan parasal getiri amaçlanmaz. Diğer yandan savunma sanayi yatırımları ile ülke güvenliği amaçlanabilir.
Tüm bu yatırımlar bir yandan gelir oluşum süreçlerini canlandırırken kâr odaklı özel teşebbüsün ürettiği tüketim malları talebini de artırarak ekonomiye doğrudan etki eder. İstihdamı doğrudan tetikleyen bu etkinin ne üretilen malların yararlılığıyla ne de üretilen sermaye mallarının kazanç gücü ile alakası vardır. Babil kulesi, çok sayıda üretken olmayan emek sahibi işçi tarafından inşa edilse de bu işçilere kıyafet ve gıda sağlandı. İşçiler ücretleri ile tüketim ürünleri satın alıyor, tüketim malları üreten işkolları, inşaat devam ederken ürünlerine olan talep artışının keyfini yaşıyordu. Proje yarım kaldığında ise şiddetli bir çöküş meydana geldi.
Elbette, emek gücünün işlevsiz projeler yerine sermaye malları endüstrilerinde kullanılması gelecekteki refah düzeyini artırması bakımından her daim arzu edilir; ancak istihdam üzerindeki anlık etki, sermaye mallarının gelecekteki kullanımından hiçbir şekilde etkilenmez. Bu olgu genel olarak halk tarafından kavranamaz. Kamu yatırımların yararsız ve hatta uzun dönemde zararlı olabileceğine karşı güçlü bir ahlaki direnç vardır ve bu direnç istihdamın ve gelir düzeyinin artması bakımından önemlidir. Kamu yatırımı ister yararlı olsun ister yararsız olsun arttığında istihdamın da artacağı gerçeğinden hiç kimse kaçamaz. Bu argümanın güvenlik veya savunmaya yapılan yatırımlara uygulanması son derece açık bir olgudur.
İşsizliğin yaygın olduğu dönemlerde kamu yatırımlarının hükümete maliyeti – örneğin bir yol inşası- normal zamanlara kıyasla oldukça düşüktür. Yatırımlar arttığında – örneğin bir yol inşasına, ara malına veya tüketim endüstrilerinin ihtiyacını karşılayacak bir iş koluna- hükümetin ve yerel belediyelerin işsizlik ödeneğine sağlayacağı fon miktarı da azalır. Dahası, iktisadi aktivitenin artması vergi gelirlerindeki artışı da beraberinde getirir. Artan gelir düzeyi, daha fazla gelir vergisinin; çay, bira ve sigara gibi dolaylı vergilerin de artmasına neden olur. Dolayısıyla hazinenin bir önceki dönemde elde ettiği vergi gelirleri artmaya başlar. Kamu harcamalarının neredeyse yarısı -ikincil (dolaylı) istihdamın bir kısmı ithal tüketim malı talebiyle yurt dışına kaçsa dahi- bir şekilde hükümete geri döner. 100 milyon poundluk bir finansal harcama gerektiren plan için hükümet 50 milyon poundu ekstra olarak elde edebilir.
Bu olgu, işsizlik düzeyi yüksek olduğunda kamu yatırımlarının artmasında hızlı davranması için hükümetin bakış açısını güçlendirir. Faiz oranının yüzde 3 olduğunu varsayalım. Kamu yatırımının getirisi, ister doğrudan parasal bir getiri (devlet konutlarının inşası ve kiraya verilmesi ile kira kazancı) isterse de dolaylı olarak fayda (daha iyi yollara sahip olmanın ulaşım sektörüne olumlu etkisi) yaratsın; başlangıç maliyetinin yarısını (yüzde 1.5 faizi) karşılaması dahi bu yatırımın gerçekleştirilmesi, son derece gerekli gözükür.
Bu, bireysel ve toplumsal avantajlar arasındaki ayrışmanın en çarpıcı örneklerinden biridir. Yatırım kararı alan herhangi bir kapitalist, diğer sermayedarlara ve -gelirler ile tüketim harcamalarının artmasıyla- hükümete fayda sağlayabilir. Fakat bir kapitalist yüzde 3 faiz ile borçlanarak gerçekleştirdiği yatırımın yarattığı ekstra gelirden ve o gelirin yaratacağı dolaylı istihdamdan herhangi bir fayda görmez. O yalnızca yüzde 3’lük faiz ödemesiyle gerçekleştirdiği harcamanın getirisini dikkate alır. Bu yüzden hükümet, sıradan bir kapitalistin hissedemeyeceği bu güçlü motivasyona (gelir yaratımı) sahiptir.
Tüm bu anlatı elbette burada bitmez. Yatırımlar gerçekleştiğinde, yatırımlar arttığı kadar gelir ve tasarruf düzeyi de artış gösterir. Bu yüzden özel işletmeler kendi mal varlıklarını, hükümetin borçlanmasına denk yeni varlıklarla genişletmeye devam ederler. Kamu borçlanmasının faizi, vergi ödemeleri üzerinden karşılanması gerekir ve eğer ulusal borç artarsa, faiz ödemelerinin karşılanması için vergi ödemelerinin artması gerekir. Diğer yandan bir ekonomide vergiyi ödeyenlerle faize tabi olanlar genellikle aynı kişilerdir. Bu kişilerin serveti hem sermaye sahibi sıfatlarıyla hem de ulusal borçtan sorumlu vergi mükellefleri sıfatıyla, tam da finansal yükümlülükleri kadar artmıştır. Bu yüzden, ekstra vergi toplamanın yarattığı toplumsal sıkıntı haricinde (kamu aşırı borçlu olduğunda bu önem arz edebilir), toplum bir bütün olarak hükümetin ek borçlanmasından dolayı daha yoksul bir hale gelmez. Toplum yüksek düzeydeki istihdamdan, gelirden ve dolayısıyla tüketimden yararlanırken, kamuda yaratılmış olan işler temelde oldukça faydasız olsalar dahi bir bütün olarak toplum için herhangi bir masrafa neden olmaz.
Kamu sektörünün savurgan ve müsrif olduğu düşüncesi şiddetli işsizliğin meydana geldiği dönemlerde büyük bir yanılgıdır. Elbette mantıklı projeleri hayata geçirmek yerine saçma/gereksiz projeleri tercih etmek savurganlık olur, ancak böyle zamanlarda son derece gereksiz görülen projeleri kamunun üstlenmesi israfa neden olmaz. Hiçbir şey yapılmaz ise kaynaklar atıl halde kalır ve hiçbir şey de kurtarılmış olmaz.
Böylece özel sektörün, yüksek düzeyde istihdamı sağlamak için yeterli yatırımları gerçekleştiremeyeceğini görmüş olduk. Devletin bu noktada kamu sektöründe istihdam yaratmaya yönelik güçlü bir motivasyonu vardır. 1929’u takip eden şiddetli depresyon yılları boyunca, hükümetlerin bu motivasyonu artarak devam etti. Fakat İngiltere her nasılsa bu noktada istisnai olarak ticaretin geliştiği dönemlerde dönemde özel sektöre paralel olarak kamu harcamalarını artırarak işsizliği azaltmaya çalıştı. Fakat bütün dünyada özel yatırımlar çöktüğünde hükümetler, kamu harcamalarını artırarak istihdam yaratıp iktisadi dalgalanmalarının engellenmesine yönelik tavır aldı. Dolayısıyla kamu yatırımları bir yere kadar kâr peşinde koşan özel sektörün yatırımlarındaki dalgalanmaya bir denge unsuru olmaktadır.
İşletme Sermayesi ve Stok Yatırımları
İki özel yatırım türü de dikkate alınmalıdır. Bunlar işletme sermayesi yatırımları ile stok yatırımlarıdır. Çıktı düzeyi artarken işletme sermayesi yani halihazırda kullanılan sermayenin değeri de artmak zorundadır. Çıktı düzeyi yeni yüksek seviyesine ulaşır ulaşmaz, işletme sermayesine yapılan yatırımlar da son bulur. Bir tost hazırlamaya giriştiğinizde tost makinasına malzemelerin içinde bulunduğu ekmeği birkaç dakika boyunca pişirmek üzere atmanız gerekir. Fakat tost makinasının aynı anda pişirebileceği ekmek sayısı kısıtlıdır. Dolayısıyla aynı anda daha fazla sayıda tost yapmak istendiğinde tost makinası sayısı da artırılmalıdır. Bu basit örnekte görüldüğü üzere, endüstrilerdeki çıktı oranındaki herhangi bir değişim işletme sermayesine yatırım yapmayı veya yapmamayı belirler. İşletme sermayesine yapılan yatırımının var ettiği istihdamın etkisi, sermaye mallarına yapılan yatırımın yarattığı istihdam etkisine benzerdir. Metalar satılmaya hazır olmadan önce işçilerden kendilerine ücret ödenerek onları üretmeye başlamaları istenir. Böylece çıktıyı artırmak için karar alındıktan sonra belli bir süre boyunca işletme sermayesi yatırımı gerçekleştirilir.
Diğer yandan stok yatırımları diğer yatırım türlerine karşı bir denge unsuru olarak hareket eder. Talep düzeyi düşerken ve bir yandan da işletme sermayesi yatırımları ve dayanıklı tüketim malları yatırımları düşerken, satıcılar fiyatları aşağı çekmek yerine satılmaya hazır olan metaları stoklamaya ve dolayısıyla envanter yatırımlarını da artırmaya yönelebilir. Benzer bir şekilde ticaret stoklarda bulunan ürünlerin satışlarında canlanmayı tetiklerken, stoklar azalmaya başlar. Tüketim mallarına yapılan harcamaların bu artışı, stoklardan ötürü yeni malların üretim çıktısında daha düşük boyutta bir artışa neden olur.
İşletme sermayesi ve stok yatırımlarının değişimi, çıktı düzeyinde artış ile devreye girer. Dolayısıyla bu yatırımlar oldukça önemlidir fakat kendi başlarına iktisadi faaliyette bir değişikliği tetiklemeleri olası değildir.
Sonraki Bölüm “Tasarrufların Dalgalanması” haftaya yayınlanacaktır.
Not: Joan Robinson’ın “Introduction to the Theory of Employment” kitabının dördüncü bölümünden çevrilip derlenmiştir.