Popüler kültür, kavramsal kökeni çok geriye gitmese de ontolojik olarak Endüstri Devrimi’ne uzanan bir sosyolojik olgu. Tanımına ilişkin devam eden tartışmalarda, birbirinin neredeyse zıddı yaklaşımlar ortaya konuluyor. Popüler kültürün halka mı yoksa sokağa mı referans yaptığı, sermayedar seçkinlerin mi yoksa ayak takımının mı ürünü olduğu üzerinde, akademisyenler henüz bir mutabakata varabilmiş değil; ancak şu çok açık ki kitleselliği mutlak olan popüler kültür birtakım ürünlerin, küresel düzeyde hızlı ve sürdürülebilir tüketimine dayanıyor. Bu kâr odaklı ekonomik modelin, geç kapitalizmde bütün sosyal ilişkileri nasıl kuşattığı, henüz 20. yüzyılın ilk yarısında Frankfurt Okulu düşünürlerince tartışılmıştı. Nazi Almanyası’nın propaganda araçlarını acı bir biçimde gözlemlemiş olan iki mülteci düşünür Theodor Adorno ve Max Horkeimer; endüstriyel kültür ürünlerinin, birer kâr aracı olarak hem teknolojik ilerlemenin açtığı yeni alanlarda kapitalist kontrolü sağladığını hem de kitlelerin toplumsal nesnelere dönüştürülmesine -böylece efendilerine daha iyi hizmet etmelerine- yaradığını yazmışlardı. Düşünmemek elde değil; “kültür endüstrisi” kavramsallaştırmasını borçlu olduğumuz Adorno, dizi endüstrisinin bugününe tanık olsa Aydınlanmanın Diyalektiği’ni ne şekilde yazardı?
Siyasal propagandanın çağımızdaki en güçlü araçlarından biri olan dizi endüstrisi, yeni dijital dağıtım kanalları ile dünyanın dört bir yanında milyonlarca kişiye ulaşabiliyor. Türkiye’de en çok izlenen dijital dizi platformlarından Netflix, dünyada 160 milyon, Türkiye’de 1.5 milyon civarında aboneye sahip. Tivibu Go, Blu TV, Puhu TV gibi yerli dijital platformlar da gittikçe güçleniyor. Dolayısıyla popüler kültür ürünlerindeki dijitalleşme, siyasal iletişim açısından da yeni ve daha etkili küresel mecralar yaratıyor. Uluslararası politikada “küreselleşme sonrası” dönem tartışılırken iletişim alanında küreselleşme birikimli bir ilerleme kaydediyor ve bugün, daha önce hiç olmadığı kadar yaygın sosyal ağlara ve kanallara yaslanıyor.
Dijital medyanın öne çıkan oyuncusu Netflix’in ideal evreni ve kültürel projesi üzerine tartışmalar bir dönem Türkiye’de de alevlenmişti ve hala da kapanmış değil. Kimileri, Netflix’in cinsellik içeren içeriklerinin aile kurumunu zedelediğini savunurken kimileri de onu “kültür emperyalizminin silahı” olarak görüyor. Esasen bu tartışmalar Türkiye’ye özgü değil. Netflix bir Truva atı mı, bir toplum mühendisliği aracı mı yoksa toplumları analiz etmek için bilgi toplayan bir veri avcısı mı? (Görsel içerik tüketimi eğilimlerinin toplumlar hakkında ne denli önemli veriler barındırdığını yadsımamak gerek.) Belli ki bu sorular Netflix ya da başka bir platform özelinde uzun yıllar tartışılmaya devam edecek.
Amerika Birleşik Devletleri’nde 1997 yılında kurulan Netflix, aslında içerik üreten bir merkezden ziyade bir dizi-film izleme platformu. 2019 yılında “Netflix Original” olarak adlandırılan içyapımlar, Netflix’in tüm içeriğinin küçük bir kısmını yaklaşık %8’ini oluşturuyordu. Tabi bu oranın bünyesinde, sıfırdan hareketle sıkı bir yükseliş ivmesi gizlediğini belirtmeyi de ihmal etmemek gerekir. Bu yayın politikası, yapım politikasına evriliyor ve dolayısıyla başlarda sadece bir yayın platformu olan Netflix, giderek Hollywood’a eşdeğer bir kimliğe dönüşüyor. Yani kendi sinematografik çizgisi, kısıtlı ve öngörülebilir algoritmalara dayanan senaryo yapıları ve bir elden çıkma tanıtım fragmanlarıyla Netflix; her zamankinden daha çok şey söylüyor artık bize.
Dijital medyanın öne çıkan oyuncusu Netflix, siyasal bir tahayyülü temsil ediyor ve bu tahayyül de en çok tarih konulu yapımlarda kendisini buluyor.
İdeal (düşünsel) evreninden söz etmiştik Netflix’in. Bu evren; cinsel özgürleşme, Nazi karşıtlığı gibi Türkiye’de de ilgi çeken toplumsal idelerin yanı sıra kurgusal ideleri de içinde barındırıyor. Her iki türden ürünleriyle Netflix, siyasal bir tahayyülü temsil ediyor ve bu tahayyül de en çok tarih konulu yapımlarda kendisini buluyor. Milyonlarca insanı emperyalist bir savaşın içinden çekip alan insanlığın en büyük atılımlarından Ekim Devrimi, gösterişli saraylardaki büyülü yaşama son veren gaddar bir darbe olarak karşımıza çıkabiliyor. Filistin’deki apartheid rejiminin mümessili Mossad, Ortadoğu’da oynayan her taşın altındaki gizli servis imajını popüler dizilerle güçlendirebiliyor. Kültür endüstrisinin siyasal iktidarlarla ya da gizli servislerle ilişkisi bir sır değil: konu hakkında çok sayıda makale ve kitap bulunuyor (Örn. Tricia Jenkins, The CIA in Hollywood). Kaldı ki “kültür endüstrisi” kavramı ortaya çıkışı itibariyle bir kültürün, kâr ve siyasal kontrol-yönlendirme amaçlı metalaşmasına dayanıyor. Yine de bu bir “Netflix’in ardındaki gizli gerçek” yazısı değildir; Netflix’in ideal evrenine politik propaganda ekseninde bir giriş yazıdır. Ortadoğu’yla ilgili üç yapım (The Spy, The Angel, Messiah) üzerinden söz konusu propagandanın içeriğini kabaca değerlendirelim.
Mossad tarihinin en başarılı casusluk hikayesine imza atarak Suriye Arap Cumhuriyeti’nin damarlarında gezinen Eli Cohen’in sürükleyici hikayesini anlatan The Spy, 2019’un en çok konuşulan yapımlarından biri oldu. 1965’te Hafız Esad’ın emriyle idam edilen Cohen, casusluk filmlerine meraklı Netflix kullanıcılarına, oturdukları yerden Ortadoğu tarihinin ilginç vesikalarını tanıma imkânı sunuyordu.
Tabi bu Eli Cohen, Arap coğrafyasındaki ünüyle çelişir şekilde bir kahramanlık hikayesi sunuyordu. Üstelik insani yönü hep öne çıkan, karısına aşkı hiç bitmeyen cesur ve yurtsever bir ajan olarak…
Malum, Ortadoğu’da petrol biter ihanet, casusluk, istihbarat oyunları bitmez. Mısır’ın efsanevi cumhurbaşkanı Cemal Abdülnasır’ın damadı Eşref Mervan’ın casusluk hikayesi de Nasır’ın ölümüyle başlıyor. Türk ve Arap izleyicilerin gündemine ise The Angel filmiyle geliyor.
The Angel’ın henüz başlarında masalsı karşıtlıkları gözlemlemek mümkün. Eski kafalı ve doktriner bir lider olarak görünen Nasır’ın karşısında damadı Mervan, vizyoner açık görüşlü bir genç imajı çiziyor. SSCB’nin çökeceğini öngörerek ABD ile anlaşmak gerektiğini savunduğu bir toplantıda Nasır başta olmak üzere üst düzey yöneticilerin tepkisini çekiyor. Mervan, Amerikancı görüşlerinin yanı sıra bir meslek sahibi olmaması nedeniyle de kayınpederi Nasır’ın antipatisini kazanmış olduğu halde; Nasır’ın ölümünün ardından Enver Sedat’ın en yakınında bulunuyor.
Netflix’in, Ortadoğu’ya ilişkin her içeriğiyle söylediği bir şey var sanki bize.
Filmde kişisel kırgınlıklarının intikamını almak için harekete geçen bir adamın gizli servislerle girdiği tehlikeli oyun anlatılıyor. Mervan bunu yaparken -her nasılsa- insani yönünü hiç kaybetmiyor ve çift taraflı ajanlık yaparken aynı zamanda barış masası kurmak için çalışabiliyor. Özetle on yıllardır Arap coğrafyasında birçokları tarafından ihanetle, 1973 Arap-İsrail Savaşı’nda casuslukla suçlanan Mervan’ı farklı bir kişilik olarak görüyoruz The Angel’da: göbek dansından ve tutucu liderlerin iktidar savaşlarından ibaret bir Ortadoğu’da istihbarat oyunlarıyla barışı savunan bir genç (Eşref Mervan) imajıyla kapanıyor perde. Müziklerden mekanlara, filmin Ortadoğu’ya yabancılığı hikayenin önüne geçiyor benim için. Hikaye mi, elbette gerçekliği yüzde yüz yansıtmak gibi gaye taşımıyor ve beklentimiz de bu değil. Kaldı ki Enver Sedat’ın halefi Hüsnü Mübarek tarafından da casus olmadığı savunulan ve gerçek gayesi hakkında çok az şey bildiğimiz bu tarihi karakterin doğru bir şekilde beyaz perdeye aktarılmış olması da mümkün. Ancak Netflix’in, Ortadoğu’ya ilişkin her içeriğiyle söylediği bir şey var sanki bize.
Bu iki yapım üzerinde Batı ve Arap medyasında tartışmalar sürmekteydi ki “Messiah” adlı Netflix yapımı dizi büyük gürültü kopararak yayına girdi. IŞİD’in Şam’ı kuşattığı ve kuşatmanın ancak bir ay süren bir kum fırtınası ile savuşturulduğu bir senaryoda nereden geldiği, kim olduğu belli olmayan genç bir adam, doğaüstü becerileriyle ilahi bir mesaj taşıdığını iddia ediyordu. Hakkını verelim: merak uyandırıcı ve izleyiciyi bir yanıt arayışına iten hikaye, mesaj ve sembol bombardımanı ile izleyiciyi kilitliyor; bir an önce dizinin sonunu izlemeye sevk ediyor. Bütün İbrahimî dinlerden çok sayıda sembol, iklim krizi, doğal afetler, Washington siyaseti ve elbette İsrail ve ABD güvenlik bürokrasisi…
Bütün bu karmaşa içinde dizi, diyalektik bir akışla izleyiciyi kuşatıyor. Bir yandan insanlığın en büyük sorunları hakkında apokaliptik bir ürperti vaat ediyor, bir yandan kurtuluş -ki tüm dinlerin en büyük vaadiydi- ümidini diri tutuyor.
Çok zekice kurgulanmış ve yarattığı etki ile bunun meyvelerini toplayacak gibi görünen Messiah, dikkatli izleyiciler için aslında çok sayıda basit hata da içeriyor. Suriye’den İsrail’e sivil bir kafile yürütecek, Mescid-i Aksa’daki Müslümanlara “turist” diyecek kadar da yabancı aslında coğrafyaya. “Arap-müslüman terörist” imgesinin kullanışlılığına sığınmaları da gösteriyor bunu.
Kültür endüstrisinin bu parlayan yıldızı, hem yayın haklarını elinde bulundurduğu yapımlar hem de kendi hazırladığı işlerle ne kadar güçlü bir rıza üretim aracı olduğunu şimdiden dünyaya kanıtladı.
Andığımız üç örnek Netflix’in nasıl bir ideolojik aygıt olduğunu anlamak açısından fikir verici ancak kesinlikle yetersiz. Kültür endüstrisinin bu parlayan yıldızı, hem yayın haklarını elinde bulundurduğu yapımlar hem de kendi hazırladığı işlerle ne kadar güçlü bir rıza üretim aracı olduğunu şimdiden dünyaya kanıtladı. Bize düşen bu noktada, Netflix’in ya da benzeri platformların “özgürleştirici” yanına dair artık ahmaklığa varan liberal anlatı ile tek dayanağı milliyetçi-muhafazakâr mülahazalar olan cenahın sığ reflekslerinden çıkarak gerçekçi bir yaklaşım ortaya koymak.