Written by 02:47 Eleştiri

Pusulasını Yitiren İnsanlık

Nezih Kavaklı yazdı…

Amin Maalouf, son kitabı Uygarlıkların Batışı’nda özyaşamöyküsünden hareketle insanlığın sosyal, politik, ahlaki krizini bastıramadığı hüznün gölgesinde tartışıyor.

Maalouf’un Semerkand, Doğu’nun Limanları, Tanios Kayası gibi romanlarına yansıyan Doğu imgelemi, hep nostaljik ve hülyalı bir tondadır. Günümüzde yerli yersiz ve bilinçsizce kullanılan “oryantalist” tanımlaması -kendisi her ne kadar bunu reddetse de- Amin Maalouf için de yapılıyor. Bu tanımlamanın yerindeliği tartışmasından bağımsız olarak ben de Amin Maalouf’un ikinci vatanı Fransa’dan Doğu’ya belli kültürel kalıplarla baktığını, romanlarında yapay bir mistisizmi ve nostaljiyi kullandığını düşünmüşümdür. Uygarlıkların Batışı da pek tabii, yazarın bu karakterinin kendisini gösterdiği bir anı-deneme kitabı.

Maalouf’un ikinci vatanı Fransa’dan Doğu’ya belli kültürel kalıplarla baktığını, romanlarında yapay bir mistisizmi ve nostaljiyi kullandığını düşünmüşümdür.

Amin Maalouf, büyükbabasının devrim öncesi Mısır’da tanık olduğu dönüşüm sürecinden alıyor kişisel anlatısını. Yarı sömürge parlamenter monarşinin sonu, Hür Subaylar Darbesi, bu anlatının erken trajedisini oluşturuyor. O dönemde yalnız Mısır’ın değil, tüm Arap dünyasının entelektüel başkenti olan kozmopolit Kahire’nin, yeni egemen zümrenin kontrolünde girdiği dönüşüm sürecinde ailesi Mısır’ı terk ediyor. 1952 yılı; Mısır için temsil ettiği görkemli anıların aksine Amin Maalouf’un ailesi için maddi-manevi çöküşün sembolüne dönüşüyor. Aile içerisindeki travmatik anlatının etkisine karşın Maalouf, yeni cumhuriyete ve onun lideri Cemal Abdülnasır’a zaman zaman sempati duyabildiğini aktarıyor.

“Nasır Arap Dünyasının son büyük devi, hatta belki de doğrulmak için son şansıydı. Bununla birlikte en temel konularda öyle ağır yanılgılar içine düştü ki arkasında üzüntü, pişmanlık ve hayal kırıklığından başka bir şey bırakmadı.[1]

Maalouf’un, “Arap umudunun sonu” olarak tanımladığı 1967 Arap-İsrail Savaşı, bütün coğrafyanın ve Başkan Nasır’ın kaderini belirleyen dönüm noktalarından birini oluşturuyor. İsrail yayılmacılığının yeni bir evreye geçtiği ve o hayalî uluslararası toplumun cılız itirazlarla işgali meşrulaştırdığı bu tarih, Arap milliyetçiliğinin sonunu getirdi. Nasır, yenilgi karşısında istifa girişiminde bulunsa da kitlesel gösteriler sonucunda istifasını geri çekti, üzerinden çok geçmeden kalbine yenilecekti. Nasır’ın ardından Arap ülkelerinde iktidara gelen pan-arabist öğrencileri, onun bağımsızlık tutkusundan çok uzakta kaldıkları gibi halklarına yoksulluk, yolsuzluk, savaş ve zulümden ötesini vaat etmediler.

Uygarlıkların Batışı, 1967’den itibaren Doğu Akdeniz’in girdiği şiddet sarmalında çok kültürlü yapısını adım adım yitirişini gemi metaforu ile tasvir ediyor.

Uygarlıkların Batışı, 1967’den itibaren Doğu Akdeniz’in girdiği şiddet sarmalında çok kültürlü yapısını adım adım yitirişini gemi metaforu ile tasvir ediyor. Maalouf’a göre “batış” sürecinin bir başka dönüm noktası ise 1979 yılı oluyor. Demir Leydi Thatcher’ın neoliberal yeminini Reagan’ın başkan seçilmesi, muhafazakâr kardinal II. İoannes Paulus’un (II. Jean Paul) Papa seçilmesini İran Devrimi takip ediyor. 1978-1980 arasında yaşananlar, İkinci Dünya Savaşı sonrası refah devleti kazanımlarıyla biraz nefes almış olan dünyanın artık başka bir yere gitmekte olduğunun kanıtıydı. Yazarın bu olayların ortasında yer alan 1979 yılını uygarlıkların batışı için başka bir milat olarak kabul etmesi aklıma Yalçın Küçük’ün yıllar önce okuduğum “Fitne: Gizli Tarih” kitabını getirdi. Hoca bu kitabında 1977’den 1980’e kadar yaşanan bir dizi gelişmeyi dinselleşmenin ve korkunun yükselişi olarak değerlendirmiş ve yeni bir Orta Çağ’ı ilan etmişti. Prof. Küçük, 1977’de Likud Partisinin İsrail’de iktidara gelmesinden başlattığı süreci elbette 12 Eylül 1980’e, Türkiye’ye getirmekteydi. Bu tarihlerde İtalya’dan Endonezya’ya kadar bütün dünyada değişen dinamikler siyasal iktisatta neoliberal tahakkümün kuruluşunu, kültürde de post-modern arayışların öne çıktığını gösteriyordu.

Amin Maalouf, yoğun bir hüzünle, tüm bu anlatının Orwell’ci bir distopyaya evrildiğini kabul ediyor, insanlığın pusulasını yitirdiğini söylüyor. Bu son ifadesine katılmamak elde değil, ama tarihsel süreci bir teoriden yoksun, kimi zaman dramatik bir nostalji içerisinde okuması -ki kendisi de bunun farkında görünüyor- somut hatalar yapmasına yol açıyor. Kutsadığı Doğu Akdeniz kozmopolitizminin zaman ve mekan bakımından sınırlı örneklerin dışında gerçeklikle pek de uyuşmadığı ortada. Bu masalsı kozmopolitizmin izlerini, çok kez haksız bir şekilde mahkum ettiğini düşündüğüm Marksist örgütlerin dışında bulamayışı da bundan.

Kitapta “cesur” olarak nitelediği ama benim “iflah olmaz” tanımlamasını daha uygun bulduğum idealizminin, insanlığın krizini anlamlandırmakta sorun yaşadığını düşünüyorum.

Öte yandan Doğu Akdeniz için bir çöküşten söz edebilirsek eğer, Maalouf bu çöküşün sorumluları konusunda talihsiz yanılgılara düşüyor. Eşitsizliklerden, etnik ve dini çatışmalardan dem vururken emperyâl bir mirasın üzerine inşa edilen AB bütünleşmesine ya da ABD’nin dünya gemisine kaptan olması fikrine umut bağlayabiliyor. Doğu Akdeniz’deki çöküşün birincil sorumlularının bölge halkları olduğunu söylemekte haksız değil ama bu tespitle kalarak düzen kurucu Batı’nın günahlarını temize çıkarıyor.  Irak Savaşı’ndan DEAŞ’a kadar Ortadoğu’nun en kanlı sayfalarının yazımında ABD’nin ve Avrupalı müttefiklerinin başat rolünü görmezden geliyor. Bu bana Mısırlı teorisyen Samir Amin’in Amerikancı liberalizmin eleştirisinde kullandığı şu ifadeyi anımsattı: Liberal düşünüre göre “ABD’nin öncü hegemonyası insanlığın ilerlemesi için gereklidir. Amerikan emperyalizmi yoktur, sadece mülayim bir önderlik söz konusudur.[2]

Aslında her ne kadar Doğulu ve Arap kimliğini sık sık öne çıkarsa da Maalouf, fikrini uygar Batı-barbar Doğu ikiliğinden özgürleştiremiyor. Kitapta “cesur” olarak nitelediği ama benim “iflah olmaz” tanımlamasını daha uygun bulduğum idealizminin, insanlığın krizini anlamlandırmakta sorun yaşadığını düşünüyorum. Hepimizin yaşadığımız coğrafya ile kurduğu duygusal bağa hitap eden, yazınsal anlamda da oldukça başarılı olan romanlarının ruhuna işleyen o hüznün ideolojik arka planı da burada zannederim. Barışı, insan haklarını, eşitliği, kardeşliği ve bu gibi nice ideal değeri; siyasal iktisada kulaklarını tıkayarak savunabileceğini varsayan liberal körlüğün pek de yeni olmayan bir pratiği aslında bu.


[1] Amin Maalouf, Uygarlıkların Batışı, çev. Ali Berktay, İstanbul: YKY, 2019, s.32.

[2] Samir Amin, Liberal Virüs, çev. Fikret Başkaya, İstanbul: Yordam Kitap, 2016, s.14.

(Visited 620 times, 1 visits today)
Close