Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin kuruluşundan bugüne işleyişini, güncel tartışmaları ve Kanal İstanbul Projesi’nin etkilerini emekli Büyükelçi Onur Öymen’le konuştuk.
Ertuğrul Atlı: Bugün çok önemli bir konuğumuz var. Emekli büyükelçi Sayın Onur Öymen’le birlikteyiz. Hoş geldiniz Onur Bey.
Onur Öymen: Hoş bulduk efendim.
Ertuğrul Atlı: Montrö Boğazlar Sözleşmesi son zamanların en tartışmalı konularından bir tanesi. Türkiye gündeminde de önemli bir yer işgal etmeye başladı. Sayın Onur Öymen’le Montrö’yü konuşacağız.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi, kuruluş koşulları incelendiğinde olağanüstü koşulların yarattığı risklerin ve fırsatların çok iyi analiz edildiği bir politikanın sonucuydu. Boğazlar rejimi 1936 yılından beri bu sözleşme ile düzenleniyor. Bunun evveliyatı da var. Birinci Dünya Savaşı sonrasında toplanan Lozan Konferansı’nda imzalanan Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nden itibaren 13 yıllık bir ara rejim var. Ancak 1936’dan bugüne Montrö’nün, büyük bir krize yol açmadan Boğazlar rejimini düzenlediğini görüyoruz.
Bugün yeninden tartışma konusu. Sözleşme’nin güncellenmesi ve Türkiye’nin Sözleşme’den çekilmesi gibi tartışmalar var. Öncelikle Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin Türkiye açısından önemi, kazanımlar nelerdi Onur Bey?
Onur Öymen: Şimdi her zaman Türkiye’nin stratejik öneminden bahsedilir ama bu soyut bir kavram değil. Türkiye’nin stratejik önemini kanıtlayan unsurlardan biri bu Boğazlar’dır. Uzun yıllardan beri, özetle 18. yüzyıldan beri Boğazlar büyük devletler için ilgi odağı olmuştur. Bir taraftan Rusya sıcak denizlere açılmak için Boğazları kendi elinde bulundurmak, Boğazların yönetiminde söz sahibi olmak istemiştir. Bir taraftan Batılı ülkeler de açık denizlere savaş gemilerini serbestçe ulaştırabilmek için söz sahibi olmak istemişlerdir.
Burada birkaç tane nirengi noktası var. Bir tanesi şu: 1739’da biz Belgrad Antlaşması imzalıyoruz Avusturya ve Rusya’yla birlikte. Bu antlaşmaya bakarsanız Karadeniz bir Türk gölü. Kimsenin Boğazlardan geçişine izin verilmiyor. Ondan sonra çeşitli anlaşmalarla bazı haklar, imtiyazlar tanınmış ve zaman içerisinde ve Osmanlıların etkinliği azalmış. Osmanlı İmparatorluğu gerileme sürecine girdiğinden itibaren büyük devletler söz sahibi olmak istemişler. Şimdi bunun son aşaması şu: Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra imzalanan Mondros Mütarekesi ile Boğazlar bütün devletlerin ticari gemilerine ve savaş gemilerine açılmış. Serbestçe geçebilecekler, aynı zamanda savaş uçakları da geçebilecek. Osmanlı İmparatorluğu’nun hiçbir söz hakkı olmayacak. Zaten daha sonra İstanbul işgal ediliyor. 10 ülkeden oluşan bir komisyon kuruluyor. Bu komisyon idare edecek. Yani Osmanlılar savaşı kaybeden ülke olarak fiilen devreden çıkmışlar.
Fakat Atatürk’ün önderliğinde Türkiye Milli Mücadele’yi başarıyla sonuçlandırdıktan sonra imzalanan Lozan Antlaşması bütün bu denklemleri değiştirmiş ve Lozan Antlaşması gerçekten yeni bir rejim getirmiş. Boğazlardan geçmek konusunda belli kurallar getiriyor. Karadeniz’de sahili olan ve olmayan ülkelerin gemileri için özel kurallar… Ticaret gemileri için, Türkiye savaşta değilse sınırsız geçiş serbestisi… Savaş gemileri için farklı: belli bir süre öncesinden izin alınacak. Karadeniz’de kıyısı olan ülkeler için daha kısa süreler, onun dışındaki ülkeler için daha uzun süreler. Belli tonajlar var. Diğer ülkelerin bulundurabilecekleri gemilerin toplam tonajı, Karadeniz’e sahildar olan ülkelerin toplan tonajını aşmayacak. Anlaşmada 30 bin ton deniyor, sonra 45 bin tona kadar artırılabilecek. Yani bir sürü teknik ayrıntı var.
Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nde bizi kısıtlayan iki tane konu var. Bunlardan bir tanesi Boğazların iki sahilinde belli bir bölge silahtan arındırılacak. İkincisi yine 10 ülkeden oluşan bir komisyon var. Türkiye burada başkan olacak ama bu işin yönetimi bu komisyona verilecek. Bu Türkiye’yi rahatsız eden bir maddeydi, başından beri Türkiye bunu değiştirmek istiyordu. Atatürk’ün önemli hedeflerinden biri buydu. Fakat Lozan’ın imzalandığı tarihteki dünya koşulları Lozan’da elde ettiğimizden daha fazlasına izin vermedi Boğazlar konusunda. Neticede 1930’lu yılların ortalarına gelindiğinde dünyanın koşulları değişti. Bir savaş tehlikesi ufukta görülmeye başlandı. Türkiye’nin ağırlığı büsbütün fark edilmeye başlandı. O koşullarda Türkiye Lozan’ın Boğazlar Sözleşmesi’ne taraf olan ülkeleri teker teker ikna etti. 1936’da Montreux’de Türkiye’nin başkanlığında bir uluslararası konferans toplandı. Görüşmeler çok çetin geçti, onu da söylemek lazım. Devletlerin farklı görüşleri vardı. Bir tarafta Rusya bir tarafta diğer Batılı devletler. Neticede orada Türkiye’nin ağırlığı etkili oldu. Şunu da unutmadan söyleyelim: Yunan delegesi de orada Türkiye’ye en açık desteği verenlerden biri oldu. Politis diye ünlü bir hukukçu. Onun müdahaleleri çok etkili oldu. Neticede Montreux’de 1936’da imzalanan sözleşme Lozan’daki eksikleri gidermemize imkan verdi. Yani silahsızlandırılan bölgeler kaldırıldı, Türkiye Boğazların her iki yakasına da askeri gücünü dilediği gibi yerleştirme hakkına sahip oldu. İkincisi de komisyon kaldırıldı, bütün geçişleri düzenleme yetkisi Türkiye’ye verildi.
Türkiye bir yerde, Montö Sözleşmesi’nin de yöneticisi durumundadır. Bütün izinler Türkiye’den alınıyor, Türkiye bunları denetliyor, yıllık raporlar hazırlıyor, karantina tedbirlerini uyguluyor… Yani Montrö şu anda Türkiye’nin en önemli anlaşmalarından biri haline geldi. Uluslararası dengeler açısından da önemli.
Biz Montrö Sözleşmesi’nin 1936’dan bu yana büyük bir titizlikle uyguladık. Bu anlaşmayla biz İkinci Dünya Savaşı’nı geçirdik.
Biz Montrö Sözleşmesi’nin 1936’dan bu yana büyük bir titizlikle uyguladık. Bu anlaşmayla biz İkinci Dünya Savaşı’nı geçirdik. Savaşan devletlerin, Almanlar başta olmak üzere, Boğazardan farklı beklentileri vardı. Biz bunlara hiç taviz vermeden Sözleşme’de ne yazıyorsa tam olarak uyguladık ve bugüne kadar Montrö sorunsuz bir şekilde yaşadı. Yalnız şunu söylemek lazım. Şimdi dünyanın değişen koşullarına göre büyük devletlerin beklentileri var. Özellikle denizcilik alanında güçlü ülkeler dünyanın bütün denizlerine kayıtsız, koşulsuz, sınırsız, kuralsız girmek istiyorlar. Her tarafa da giriyorlar. Tek istisnası Karadeniz. Burada Montrö kurallarına uymak zorundalar ve bu ülkeler bundan rahatsız oluyorlar. Yani Karadeniz’de çok güçlü bir askeri donanma bulundurarak bölgede söz sahibi olmak, caydırıcı güç sahibi olmak istiyorlar. Özellikle kriz zamanlarında bu ön plana çıkıyor. Mesela Rusya’yla Gürcistan arasındaki savaş sırasında Amerikalılar bazı büyük savaş gemilerini Montrö’ye sokmak istediler ama kurallara uygun değildi ve Türkiye buna izin vermedi. Fakat o zamandan beri hissediyoruz ki “bir fırsat olsa da Montrö’yü değiştirip kayıtsız koşulsuz Karadeniz’e girme hakkında sahip olsak” diye bir arayış içerisindeler. Şimdi Rusya’yla Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri arasında bu Ukrayna meselesi dolayısıyla ihtilaf çıktı. Son zamanlarda bir gerginlik yaşanıyor. Rusya bölgeye 8 bin tank sevk etti. Amerikan Dışişleri Bakanlığı ve Savunma Bakanlığı “Karadeniz’e güçlü bir filo göndermek istiyoruz” tarzında açıklamalar yapıyorlar. Türkiye’den geçiş için izin aldınız mı, diye sorulduğunda “Montrö’yle ilgili yükümlülüklerimizi biliyoruz. Avrupa’daki Amerikan kumandanlığı ayrıntılarla ilgileniyor” gibi yanıtlar veriyorlar.
Oğul Tuna: Sayın Büyükelçim, aslında bu noktada şunu sormak istiyorum. Montrö konusunda şu an iki seçenek tartışılıyor: Türkiye’nin çekilmesi ve güncellemek. Sizce güncellemek mümkün mü? Tam da aslında sizin bıraktığınız noktada: sizce bu tartışmalar ya da Montrö’nün güncellenmesi en çok hangi uluslararası aktörlerin işine yarar?
Onur Öymen: Montrö 20 yıl için yapılmış. 20 yıl bitmeden belli bir süre önce bütün ilgili ülkeler bu sözleşmenin değiştirilmesi veya feshedilmesi için başvurabiliyorlar. Daha sonra da belli zaman dilimleri içerisinde herkes değişiklik önerisinde bulunabiliyor. Fakat bugüne kadar böyle bir öneride bulunan olmamış. Her ne kadar İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında, Potsdam Görüşmeleri sırasında Ruslar Montrö’nün değiştirilmesini, kaldırılmasını ve kendilerinin daha fazla söz sahibi olacakları bir rejimin kurulmasını önermişlerse de onlar da bunu sonuna kadar götürmediler.
Az önce anlattım, Türkiye orada kilit rol oynuyor. Yani Türkiye’yi çıkarırsanız Montrö yumurtasız bir omlete benzer. Türkiye Montrö’nün olmazla olmaz şartıdır. Türkiye’yi çıkardınız, kim Türkiye’nin görevini yapacak? Montrö’yle Türkiye’nin üstlendiği görevler, sorumluluklar, sahip olduğu haklar… Kim bizim yerimizi alacak? “Efendim Lozan’a geri dönelim.” Lozan’a geri dönemezsiniz çünkü Lozan’ın Boğazlar Sözleşmesi bölümü ortadan kaldırılıp yerine Montrö geçti. Nereye gideceksiniz? Tutun ki Lozan gibi bir sistem kurduk. Lozan’da da bugünkü gibi kısıtlamalar, ön bildirimler aynen var. Orada bir komisyon kuruluyor. Türkiye o yetkileri bir komisyona mı versin? Bugün sahip olduğu yetkileri kullanmaktan vazgeçsin ve bir komisyon mu kursun? Ne diyor Lozan’da, silahsızlandırılmış bölgeler. Böyle bir şey Türkiye’nin aklına, çıkarlarına, stratejik menfaatlerine uyar mı? Onun için Lozan’a dönemeyiz. Peki ondan önce ne vardı? Sevr vardı. Sevr neydi? Bütün devletlerin, demin söyledik, ticaret ve savaş gemileri, savaş uçakları her zaman kayıtsız koşulsuz geçebilirlerdi. Yani buna mı dönelim? Nereye döneceğiz? “Efendim, Karadeniz’in Türk gölü olduğu dönemlere dönelim: Türkiye kimi isterse geçirir, kimi istemezse geçirmez.” Böyle dönemler olmuştu vaktiyle, hatta Kırım Savaşı’ndan (1856) sonra bir süre Rus gemilerinin orada var olmalarına bile izin verilmemişti. Böyle dönemler yaşandı, tarihte filvaki ama bugünkü dünya koşullarında “Karadeniz yeniden bir Türk gölü olsun, orada Rus gemileri olmasın veya Türkiye ne isterse onu yapsın.” Böyle durumlar aslında gerçekçi bir şekilde düşünülemez.
O zaman Türkiye çekilsin, demek yetmiyor. Yerine neyi koyacaksınız? Diyelim ki siz Montrö’den daha iyi bir sözleşme yapmak istiyorsunuz. Daha iyi sözleşmenin koşulları ne olacak? Ondan sonra, Montrö’yü o zaman imzalamış ülkeler bugünkü dünya koşullarında razı olacaklar mı? Türkiye’ye bugünkünden daha fazla hak ve yetki vermeye razı olacaklar mı? Bütün bunları düşündüğünüz zaman bunun gerçekçi bir çözüm olmadığını görüyorsunuz.
‘Türkiye çekilsin’ demek yetmiyor. Yerine neyi koyacaksınız?
Peki bütün bu tartışmalar nerden çıkıyor son zamanlarda? Kanal İstanbul projesi ortaya atıldığından beri bunun Montrö bağlantısı tartışılıyor kamuoyunda. Çeşitli nedenlerle, çevre konuları, stratejik konular, güvenlik, altyapı, deprem konularıyla bunun hayata geçirilmesini doğru bulmayanlar da var. Ama bunların hepsini bir tarafa bırakırsak Kanal İstanbul, Montrö’yle ilgili bazı tartışmaları gündeme getirebilir. Montrö’ye tabi olmadan bazı ülkelerin gemileri veya bütün gemiler kanaldan geçebilir mi Karadeniz’e veya Karadeniz’den güneye. Çanakkale Boğazı oldukça bunu yapamazlar çünkü Montrö’yü uygularken bir taraftan Çanakkale’yi, bir taraftan İstanbul Boğazını düşüneceksiniz. Güzel de Kanal İstanbul için hazırlanan ÇED Raporunda Çanakkale için de bir benzeri kanal açılması fikrinden söz ediliyor. Yani ilerde öyle bir durum ortaya çıkabilir ki Çanakkale’de bir kanal, İstanbul’da bir kanal, ortada Marmara baki ama Çanakkale Kanalından geçip İstanbul Kanalından Karadeniz’e çıkacak veya tersi. Gemiler Montrö’ye tabii olmadan bunu yapabilirler mi? Bu gibi tartışmalara sebep olabilir. “Efendim, işte biz küçük bir resim dışında para almıyoruz Boğazlardan geçince, halbuki kanal açarsak oradan geçecek gemilerden para alırız.” Peki Montrö yürürlükte olduğu sürece parasız geçebilecek ülkeler niye aynı yerden geçmek için para ödesinler? Bunların mantığını bulmak çok zor.
Karadeniz’den Marmara’ya geçecek veya tersi durumdaki gemiler için güvenlik koşulları iyileştirildi son yıllarda. Geçen gemilerin sayısı azaldı petrol boru hatlarının döşenmesi sonucunda. Yani “O kadar büyük bir tıkanıklık var ki Boğazlarda, o nedenle gemiler mecburen kanaldan geçecekler” demek de o kadar kolay değil. Diyeceğim o ki bu işleri sakin bir şekilde uzmanların da katılımıyla konuşmak, değerlendirmek lazım. Siyasi ve stratejik boyutlarını bence Meclis’te görüşmek lazım. İktidarla muhalefetin bunun gibi önemli milli meselelerde bir araya gelmeleri lazım. İç politika malzemesi yapılmayacak kadar ciddi bir konudur Montrö. Nasıl Kıbrıs, Hatay vaktiyle iç politika malzemesi yapılmadıysa bugün de bunun gibi konular doğrudan doğruya ülke menfaatlerini ilgilendirdiği boyutuyla iktidar ve muhalefet arasında, basının, sivil toplum örgütlerin, akademik çevrelerin katılımıyla görüşülmeli, tartışılmalı. Böyle bir çekişme konusu yapılmamalı. Benim kanaatim bu.
Ertuğrul Atlı: Konu hakkında 31 Mart’ta sizin de imza koyduğunuz ortak bir açıklama yapıldı 126 emekli büyükelçi tarafından. Burada da Kanal İstanbul projesinin Montrö’yü tartışmaya açması endişesini büyükelçiler olarak belirtmiştiniz. Bunun üzerine gelişmeler de hızlı ilerledi. Ama geçtiğimiz günlerde dikkat çeken farklı bir yorum vardı: Bahçeşehir Üniversitesi Denizcilik ve Global Stratejiler Merkezi Başkanı Emekli Tümamiral Cihat Yaycı, bir açıklama yaptı ve Kanal İstanbul’un Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne ilişkin bir sorun yaratmayacağını, eğer bir sorun yaratırsa Boğazlara “iç su rejimi” uygulanabileceğini söyledi. Bu görüşe nasıl yaklaşıyorsunuz?
Onur Öymen: Çeşitli görüşler, tabii, ileri sürülebilir. Bir kere tuhaf gelişmeler oldu son günlerde, onu da söyleyeyim size. Bu bahsettiğiniz 31 Mart tarihli Büyükelçiler Açıklaması aslında geçen yılın Ocak ayında yapıldı. Şimdi bunu kim yeniden piyasaya sürdü de tartışmaya açtı? Sanki üst üste iki açıklama olmuş, biri büyükelçiler, biri amiraller, gibi bir hava yaratıldı. Alakası yok. Bizim açıklamamız geçen senenin Ocak ayında yapıldı. O günün yine tartışılan konuları çerçevesinde büyükelçiler bir açıklama getirmek istediler görüşlerine, bilgi vermek istediler kamuoyuna Montrö’nün önemi üzerine.
Farklı görüşler her zaman her konuda olabilir. Bunlar doğal, demokratik koşullar içinde tartışılır. Uzmanlar bir araya gelirler, hangi ihtimaller ortaya çıkabilir deminden beri konuştuğumuz boyutlarıyla. Fakat bizim görüşümüz: Montrö, Lozan’la birlikte, Türkiye’nin kilit taşlarından biridir. Bu kilit taşını çekerseniz bir duvarın yıkılması söz konusu olabilir. Bu da Türkiye’nin güvenlik, siyasi, ekonomik çıkarlarına ciddi zararlar verir, diye düşünüyoruz. “Efendim, işte öyle olursa böyle de olur.” Herkes bir görüş savunabilir. Bunlar tartışılır kamuoyunda. Ama böyle başkalarının görüşü yok farz etmek de bence isabetli olmaz. Uzmanların, diplomatların, bu konuda çalışmış insanların, bu konuda görev yapmış siyasetçilerin, tarihçilerin görüşlerini de dikkate almak lazım. Yayımlanmış kitaplar var. Bu kitaplardan bir tanesinin bir bölümünün yazarlarından biri de benim. Kanal İstanbul’u tartışırken dünyadaki kanallarla mukayese eden bir yazı yazdım oraya. Dünyadaki kanalların başına ne gelmiş? Böyle bir kanal açarsanız, bir ülkenin bir topraklarına arkasından neler olabilir? Mesela Yunanistan’da böyle bir kanal var, Korint Kanalı. Savaş sırasında düşman uçaklarının ilk bombaladıkları hedef bu kanal olmuş. Bütün o köprüler yıkılmış ve kanal geçilemez hale gelmiş yıllarca. Almanya ve Danimarka arasındaki bölgede Kiel Kanalında aynısı olmuş. Mısır’da daha geçenlerde bir gemi karaya oturdu, muazzam bir zarar çıktı ortaya. Panama Kanalında çeşitli sorunlar oldu. Bunları iyi araştırmak lazım, serinkanlılıkla düşünmek lazım ve Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda bir yaklaşım benimsemek lazım. Ama “Biz karar veririz, biz nasıl uygun görürsek öyle olur” diyorlarsa o zaman yapacak bir şey yok. Ama bu gibi milli meseleler, hele ulusal güvenliği ilgilendiren meseleler bence mutlaka Meclis’te bütün boyutlarıyla tartışılmalıdır.
Ertuğrul Atlı: Bu söz ettiğiniz kitap neydi Onur Bey?
Onur Öymen: Kitabın adı “Çılgın Proje”, Kaynak Yayınlarından çıktı.
Oğul Tuna: Siz “çıkarlar” demişken, tabii, bir de uluslararası çıkarlar, farklı devletlerin çıkarları meselesi var. Kanal İstanbul projesi ve Montrö Boğazlar Sözleşmesiyle ilgili en çok dillendirilen argüman Montrö’den farazi çıkışın ABD ve NATO’ya yarayacağı. Bunun yanı sıra, Çin için de Karadeniz’in yeniden silahlanmasının avantajlı olabileceği gibi fikirler var. Ve en son olarak, sizin de dediğiniz gibi, Doğu Ukrayna’da şu anda hızla yükselen gerilim, bir çatışma sahası mevcut. Siz bu jeopolitik tartışmalarla Kanal İstanbul tartışmalarını arasında nasıl bir ilişki görüyorsunuz? Rusya’daki gelişmelerle doğrudan bir ilişkisi var mı? Sizce en çok çıkar sahibi devlet, örgüt hangisi olur?
Onur Öymen: Türkiye’nin çıkarı, bana soracak olursanız, bu konunun tartışmaya açılmasından kaçınmaktır. Tabii, sözleşmenin hükümlerine göre bir devlet kalkıp da (mesela ABD, Montrö’ye taraf değil, bu açıdan bir girişimde bulunamaz) “Bunun şu maddesi değiştirilsin” diye bir öneride bulunursa bunun bir süreci var. Belli bir süre önce bu müracaatı yapması lazım. Ondan sonra yine sözleşmenin hükümlerine göre tartışılır. Bütün ülkelerin onayını almak lazım. Yani aslında kolay bir süreç değil. Ama bana göre bugünkü dünya koşullarında “Montrö’yü değiştirelim” dedikten sonra ortaya çıkabilecek tabloların hiçbiri Türkiye’nin menfaatlerine bugünkünden daha çok hizmet edecek gibi gözükmüyor. Zaten bugünkü Hükûmet’in de farklı düşündüğünü zannetmiyorum. Sayın Cumhurbaşkanı da söyledi “Bizim Montrö’den çekilme niyetimiz yok. Daha iyi bir çözüm çıkarsa bakarız” diye. Daha iyi bir çözüm de benim gördüğüm kadarıyla ufukta gözükmüyor. Yani bunlar biraz nazari tartışmalar.
Bugünkü dünya koşullarında “Montrö’yü değiştirelim” dedikten sonra ortaya çıkabilecek tabloların hiçbiri Türkiye’nin menfaatlerine bugünkünden daha çok hizmet edecek gibi gözükmüyor.
Ama şu var: Şimdi böyle konular olduğu zaman görüyoruz ki büyük devletler daima önce bu konuları tartışmaya açmak isterler. Çeşitli sivil toplum örgütlerinin yazdıkları raporlar, gazetelerde makaleler, televizyon konuşmaları, zaman içerisinde bazı siyasetçilerin demeçleri, kongrelerden çıkarılacak tasarılar, vs. Böylelikle mevcut durum sanki ciddi bir uluslararası sorun yaratıyormuş gibi bunun değiştirilmesi tezini ön plana çıkarmaya çalışırlar.
Türkiye’de gereksiz yere böyle tartışmaları açmak aslında bu gibi uluslararası hevesleri teşvik edebilir. Mesela üç gündür Türkiye’de hiç gereksiz bir tartışma oluyor. Bir gazeteci soru sormuş İstanbul Sözleşmesi’ni vesile ederek. “Montrö’den de çekilir misiniz?” Şimdi bu Türkiye’nin gündeminde yok, dünyanın gündeminde yok. Nereden çıkarıyorsunuz? Meclis Başkanı da demiş ki “Yetkimiz var ama düşünmüyoruz.” Benim ağzımdan Montrö çıkmadı, diyor ama sanki o söylemiş gibi, “Montrö’den çekilebiliriz” demiş gibi bir hava yaratıldı. Ona karşı başka bir demeç verdiler. Neticede ne oldu? Ankara’daki Rusya Büyükelçiliği bir açıklama yaptı Montrö’yle ilgili. Arkasından Paris’te Fransız Hükûmeti bir açıklama yaptı Montrö’yle ilgili. Yani kendi elimizle uluslararası bir mesele haline getiriyoruz. Bunun diplomasideki adı “kendi ayağına ateş etmek”tir. Kendi ayağımıza ateş ediyoruz. Hiç olmayan bir sorunu varmış gibi gündeme getiriyoruz. Peki o zaman geçen seneki Büyükelçiler Açıklaması neden kaynaklandı? Çünkü Türkiye içerisinde bazı kavram kargaşasına yol açabilecek gelişmeler oldu. Neyin ne olduğunu tam olarak bilmeyen insanlar kamuoyunda, basında bir şeyler söylemeye kalktılar. Biz de o zaman Montrö nedir, önemi nedir, niçin muhafaza edilmelidir, anlamına gelen bir açıklama yaptık. Bundan ibaret. Bugünkü son gelişmeler nerden çıktı? Bugün televizyonda bazıları bazı yeni şeyler söylemişler. Bence bu gibi tartışmaya açmak bizim açımızdan mantıklı değildir, gerekli de değildir. Türkiye’nin çıkarlarına da uygun değildir.
Ertuğrul Atlı: Teşekkür ederiz.
Oğul Tuna
1995 yılında Adana’da doğdu. 2019’da Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Master eğitimini hâlen Fransa’da Lille Siyasal Çalışmalar Enstitüsü’nde (Sciences Po Lille) sürdürmektedir.
Siyasî tarih ve karşılaştırmalı siyaset çalışan Tuna Türkiye, İran ve Rusya üzerine yoğunlaşmaktadır.
Ertuğrul Atlı
1995 yılında Bursa’da doğdu. Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden 2019 yılında mezun oldu.
Çocuk (H)aklı Projesi’nin koordinatörlüğünü yürütmekte ve televizyonculuk sektöründe çalışmaktadır. Bir gönüllülük projesi için iki ay bulunduğu Mısır başta olmak üzere Ortadoğu’ya ve Çin siyasetine ilgi duymaktadır. İstanbul’da muhtelif kuruluşlarda staj ve sivil toplum deneyiminin ardından bir süredir Ankara’da yaşamaktadır.