Robert Skidelski, bağımsız merkez bankası fikrinin iki nedene dayandığını söyler. Bunlardan ilki, iktidar için oy peşinde koşan politikacıların ellerindeki politika araçlarını olabildiğince azaltmak; diğeri ise enflasyonu kontrol altında tutmak. Merkez bankası, dönemsel olarak açıkladığı enflasyon hedeflemesini faiz oranlarını manipüle ederek yakalamayı ve dolayısıyla enflasyonu kontrol altında tutmayı amaçlar[1].
Yukarıda Robert Skidelski’nin kısa bir paragrafta açıkladığı bu düşüncenin 1960’lardan bugünlere ulaşan monetarist anaakım iktisat literatürü ekseninde oluştuğunu ve hakikatin çok daha farklı olduğunu belirtmek gerekir. Dolayısıyla bu düşüncenin tarihsel seyrine göz atarak meseleye giriş yapabiliriz.
Miktar Kuramından Enflasyon Hedeflemesine
1960’ların sonlarına doğru ve özellikle 1970 yıllarda Milton Friedman, daha önce “Paranın Miktar Teorisi”nden yararlanarak ortaya arttığı monetarism düşüncesi üzerinde bazı değişikliklere gitti. Friedman uzun dönemde paranın miktar teorisinde belirtilen unsurların, fiyat düzeyini yönettiğine inanırken[2] kısa dönem için “doğal işsizlik oranı” fikrini ortaya attı. Yapılan bu düzenlemeye göre merkez bankası, para politikası ile “reel efektif talebi ve dolayısıyla işsizlik oranını doğal işsizlik oranına yakınsayacak şekilde” değiştirerek enflasyonu kontrol altına tutabilirdi.[3] Eğer ki merkez bankası, emek piyasalarındaki kurumsal engelleri de dikkate alarak yeterli düzeyde bir para politikası uygularsa değişen faiz oranlarının sonucu olarak etkilenen efektif talep, işsizlik oranlarını etkiler. Bu politika sonucu ortaya çıkan işsizlik oranı, doğal işsizlik oranının üzerindeyse enflasyon hızlanarak artar; aksi durumda ise hızla düşer. 1990’lı yıllara kadar Friedman’ı takip eden birçok monetarist iktisatçı, doğal işsizlik oranını parametrik ve zaman içerisinde pek de değişmeyen bir oran olarak varsaydı. Bu oranın %6 düzeyinde olduğu varsayılırsa stabil bir enflasyonun sağlanabileceği fikri hakimdi.[4] Fakat 1990’lı yıllarda işsizlik oranı, %6’nın altına doğru hareket etti. Zaman içinde değişen doğal işsizlik oranı, merkez bankasının enflasyon tahminini tutturmasını imkansız hale getiriyordu. Dolayısıyla doğal işsizlik oranı üzerine yönelmiş çalışmaların seyri yön değiştirdi. Monetaristler, merkez bankasının ekonomi için stabil bir enflasyon oranı hedefleyip belirlenen hedefi yakalamaya yönelik politikalar uygulaması gerektiğini söylediler. Tam da buradan merkez bankasının amacının “fiyat istikrarını sağlamak” olduğu düşüncesi ortaya çıktı. Özetle merkez bankası, piyasalarda istikrarlı bir fiyat düzeyi için bir enflasyon hedeflemesi yapar ve para politikası araçları ile bu hedefi tutturmaya çalışır. Bu noktada merkez bankasının bağımsız olması koşuluyla belli bir düzeyde tutulan enflasyon ve anaakım iktisatın sıkça vurguladığı yapısal reformlar yapılırsa tam istihdam sağlanabilirdi.
Kısaca çerçevesi çizelen bu monetarist bakış açısında eleştiri bekleyen iki önemli unsur vardır. Bunlardan ilki Paranın Miktar Teorisi diğeri ise tam istihdam ya da gönüllü işsizlik tezi.
Neoklasik Fantezi Dünyasının Bir Ürünü Olarak Tam İstihdam Fikri
Milton Friedman’ın yaptığı çalışmalar ekseninde şekillenen bu anaakım düşünce temelde Walrazyan Denge Teorisine dayanır. Saf değişim ekonomisinden türetilen bu modelde “takas ekonomisi” (barter economy) varsayımı yapılır. Böyle bir ekonomide piyasaların tamamının denge halinde olabileceği varsayılarak[5] paranın yansız (neutral) olduğu kabul edilir. Nitekim Milton Friedman’ın yukarıda anlatılan teorik dönüşümü, paranın kısa dönemde ekonomideki temel değişkenleri etkilese de uzun dönemde paranın miktar teorisinin geçerli olduğu inancı bu ön kabullere dayanır.
Günümüz ekonomileri parasal ekonomilerdir ve dolayısıyla para, hem kısa dönemde hem uzun dönemde hiçbir zaman yansız (neutral) olamaz (Keynes 1930[6], 1936[7]; Graziani 2003[8] ;Davidson 2011[9]). Parasal ekonomilerde paranın biçiminin kredi olduğunu ve bankalar tarafından piyasa talebiyle üretildiğini (loans make deposits), merkez bankasının parasal genişlemeyi düşünüldüğü gibi kontrol edemeyeceğini bir önceki makalede detaylıca anlatmıştık. Tam istihdam, Walrasyan denge modelindeki emek arzı ile talebinin denge halinde olduğu noktadır. Dolayısıyla bu noktadaki işsizlik Friedman’a göre “Gönüllü İşsizlik” tir.
Eleştirinin Birinci Kutbu: Paranın Miktar Teorisi
Paranın miktar teorisi, “M.V=P.T” denklemi ile ifade edilir. Bu teoriye göre para arzı (M) ile paranın dolaşım hızının (V) çarpımı malların ortalama fiyatı (P) ile satılan mal miktarının (T) çarpımına eşittir. Paranın dolaşım hızının ve mal miktarının sabit varsayılmasıyla para arzındaki her artış genel fiyat düzeyindeki artışı da beraberinde götürür. Bu teoriden hareket eden anaakım iktisat birçok şeyi gözden kaçırır. Örneğin ekonomide ihracat fazlası veren bir ulus, malların dışa akışıyla birlikte bunun karşılığı olarak dolar/euro vb. uluslararası nitelik taşıyan para elde eder. Dolayısıyla o ülkenin elindeki para miktarı arttığı gibi dolaşım araçları kütlesi de genişler. Bunun sonucu olarak paranın miktar teorisine göre eldeki malların fiyatlarının yükselmesi gerekir. Lakin olaylar böyle vuku bulmayabilir. Elde edilen yeni para, dolaşıma girmeyebilir ve dolayısıyla dolaşımdaki para kütlesini genişletmeyebilir. Yani, bankalarda tutulabilir. Diğer yandan içe akan para, üretim gücünü genişletebilir de. Bu toplam mal miktarını da genişletmiş olur. (Satlıgan 41-43)[10]. Dahası, bu süreçte mallarına talebin arttığı ülke, dünya çapında hareket halinde olan sermayenin ilgisini çekebilir ve sıcak para o ülkeye akıp para miktarını artırabilir.
Paranın miktar teorisi; Keynes’in eleştirilerinin odak noktası olan likidite tercihini[11], para arzındaki artışın üretimi kısa ve aynı zamanda uzun dönemde tetikleme potansiyelini ve -bir önceki bölümde ve makalede de sıkça belirttiğimiz üzere- para oluşum süreçlerinde üretimin belirleyiciliğini göz ardı eder. Para, varsayılanın aksine hiçbir dönemde yansız olmamıştır.
Eleştirinin İkinci Kutbu: Tam İstihdam ve Gönüllü İşsizlik
İstihdam meselesine doğru bir bakış için Richard Goodwin’nin büyüme ve iş çevrimi modelini[12] anlamak önemlidir. Goodwin; Marx’ın ücret, kar ve işsizlik argümanlarını yeniden formüle etmiştir. Modelde üç kritik nokta göze çarpar: I. ücretler ve işsizlik arasındaki ilişki, II. birikim ve karlılık arasındaki ilişki, III. teknik değişimi ve emek arzındaki büyümenin yeri (Shaikh, 2016, pp. 641)[13] . Kar oranı ve dolayısıyla birikim oranı, istihdam ile reel ücretler üzerinden bir ilişkiye sahiptir. Üretkenlik ve emek arzı büyümesi sabit ve dışşal olarak alınır. Emeğin gelirden aldığı payın değişim oranı, reel ücretlerin değişim oranı eksi üretkenlikteki değişimin oranına eşittir. Dolayısıyla Goodwin; Phillips eğrisini, emeğin toplam gelir içerisindeki payının değişimini (üretkenlik artışı sabit alındığında) reel ücretlerdeki değişime indirger. Dolayısıyla reel ücret değişim oranı ile işsizlik oranı arasında aşağıdaki figürde gösterildiği üzere negatif bir ilişki vardır (UL*= normal işsizlik oranı; UL_FE= tam istihdam düzeyi).
Figür 1: Klasik Phillips Eğrisi
Ücretlerin gelirden aldığı pay tarihsel koşullar içerisinde belirlenmiştir. Bu pay, aynı zamanda sistem için kalıcı bir işsizlik oranına tekabül eder. Dolayısıyla Marx’ın vurguladığı yedek işgücü ordusu sisteme içseldir. Kapitalizm sürekli olarak “gönülsüz” bir işsizlik havuzuna ihtiyaç duyar. Bunun nedeni ise modeldeki birikim ve karlılık ilişkisinde yatar. Kapitalist sistem, kar öncüleyen bir sistemdir. Firmaların t zamanındaki toplam kar miktarı t+1 zamandaki yatırımlarının ana kütlesini oluşturur. Ayrıca bu karlılık düzeyi, firmalar için banka kredilerine giden yolda büyük önem taşır. Bir firmanın normal Kapasite Kullanım Oranı[14]’nda üretim yaptığı düşünülürse kısa dönemdeki ücret artışının yarattığı gelir ve yeni satınalma gücü, firmaların kapasite kullanım oranlarını artırmasına ve dolayısıyla birim başı maliyetlerde artışa neden olur. Bu, aynı zamanda kısa dönemde istihdam artışı da demektir. Kısa dönemdeki en önemli maliyet girdisi olan emek girdisinin fiyatındaki artış da şu anki kar oranlarını (actual rate of profit) düşürdüğü gibi işletme birikiminin de düşmesine neden olur. Artık teknolojinin, birim başı emek maliyetindeki artışla (emeğin gelirden aldığı payın artmasıyla) birlikte değişeceğini söylemek yanlış olmaz. Buradaki teknolojik değişim, üretkenliği artırarak kapasite kullanım oranını normal düzeye itmeyi amaçlar. Teknik değişimi ile işsizlik havuzu tekrar dolmaya başlar. Ve sistem Harrod’un belirttiği normal işsizlik oranı düzeyine doğru hareket eder. Böylece sistem içsel olarak işsizliği sürekli yeniden üretir (644). Belirli bir düzeydeki işsiz havuzu, ücretlerin kapitalist birikime olanak verecek elverişli bir düzeyde durması için şarttır. Sonuç itibari ile sistem, hiçbir zaman tam istihdamı sağlamaz aksine piyasada geniş bir işsiz havuzuna ihtiyaç duyar.
Sonuç olarak…
Günümüz merkez bankacılığının özünde; enflasyon hedeflemesi yapan, elindeki para politikası araçları ile hedefi tutturmaya çalışan ve bunları yaparken “bağımsızlık” koşulunun varlığı yer tutar. Merkez bankalarının enflasyon hedefi şaştığında ise gözler kamuyu arar. Bu noktada merkez bankasının enflasyon hedefinin neden saptığına daha sağlam bir yanıt vermek gerekir. Devletin ekonomideki varlığının en temel nedeni işsizlik sorunudur. Burada anaakım iktisatın varsaydığı “gönüllü işsizlik” tezini çürütmek üzere bir önceki bölümde sunduğumuz çerçeve tekrar düşünülürse merkez bankasının ve para politikasının tek başına ekonomiyi stabilize edemeyeceği açıktır. Gönüllü işsizlik varsayımı tamamıyla yanlıştır. Sistem içsel olarak işsizliği yaratır. Nitekim, sosyal devletin budanmasına ve emekçi sınıfların tüm kazanımlarının birer birer koparılıp alınmasına yönelik talepler ya da yaygın bilinen adıyla yapısal reformlar tam da bu noktada devreye girer. Bağımsız merkez bankası fikri, makalenin başında dile getirdiğimiz Skidelski’nin de söylediği üzere, kamunun her türlü emek yanlı istihdam politikalarına uygulanan bir frendir; işsizlik havuzunun musluğudur. Bunların gerçekleşmesi için bağımsız bir merkez bankası şarttır. Kamu, aksine piyasadan çekilmeli ve işgücü piyasalarını yapısal reformlar ile esnekleştirmeli yani emeğin gelirden aldığı payı baskılamalı ve dolayısıyla kapitalist birikimin önünü açmalıdır.
Peki bağımsız merkez bankası fikrine, Heterodox bir çerçeveden nasıl bir alternatif sunulabilir?
Yazı
dizisinin üçüncü makalesi ilerleyen günlerde yayınlanacaktır.
[1] Skidelsky, R. (2017, 28 Eylül) Skidelsky Doesn’t See Central Bank Independence Lasting. Retrieved from: https://www.bloomberg.com/news/videos/2017-09-28/skidelsky-central-bank-independence-won-t-last-video
[2] Friedman, M. “A Theoretical Framework for Monetary Analysis”, Journal of Political
Economy, 78, 1970, pp. 222.
[3] Davidson, P. (2006). Can, or should, a central bank inflation target?. Journal of Post Keynesian Economics, 28(4), pp. 277.
[4] A.e.g., pp.278
[5] Bunun neredeyse imkansız olduğunu anlattığım makalem için:
https://evrimagaci.org/neoklasik-iktisat-genel-denge-modeli-ile-neyi-aciklar-7460
[6] Keynes, J. M. (1930). Treatise on money: Pure theory of money Vol. I.
[7] Keynes, J. M. (1936). The general theory of interest, employment and money.
[8] Graziani, A. (2003). The monetary theory of production. Cambridge University Press.
[9] Davidson, P. (Ed.). (2011). Post Keynesian macroeconomic theory. Edward Elgar Publishing.
[10] Detaylı bir okuma için:
Satlıgan, N. (2014, pp 33-45). Emek Değer Teorileri ve Dış Ticaret. İstanbul: Yordam Kitap.
[11] Makalenin boyutunu artırmamak için burada detaylı olarak girmiyorum.
[12] Goodwin, Richard M. 1967. “A Growth Cycle.” In C. H. Feinstein, Socialism, Capitalism and
Economic Growth, 54–58. London: Cambridge University Press.
[13] Shaikh, A. (2016). Capitalism: Competition, conflict, crises. Oxford University Press.
[14] O sektör için en düşük birim başı üretim maliyetinin olduğu düzey.