Behlül Özkan ve Tolga Gürakar’ın derlediği “Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni” 2020 yılının sonunda raflarda yerini aldı. Tekin Yayınevi etiketiyle çıkan kitapta 10 sosyal bilimci ordu, sermaye ve ABD üçgeninde siyasal İslamcılığın gelişmini inceliyorlar. Dış politika analizinde egemen Soğuk Savaş anlatısına ve Türkiye’nin merkez-çevre eksenli sosyolojik tahliline eleştirel bir yaklaşım ortaya koyan bu çalışma, Türkiye’nin bugünkü siyasi rejimini anlamak için de yol gösterici nitelikte.
Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni‘nin yazarlarıyla gerçekleştirdiğimiz kısa röportajların dördüncüsünde konuğumuz “Soğuk Savaş ve Türkiye’de Siyasal İslam’ın Yükselişi: 1945-1970” başlıklı makalenin yazarı Dr. Mehmet Ali Tuğtan.
Gergedan Dergi: Türkiye’de siyasal İslam’ın yükselişini incelerken sizi Orta Asya Müslümanlarının II. Dünya Savaşı’ndaki faaliyetlerine ulaştıran neydi? 1945 sonrasında Türkiye’de İslamcılığın örgütlenmesi ile bu faaliyetler arasında nasıl bir bağlantı var?
Mehmet Ali Tuğtan: II. Dünya Savaşı zaten, 20. Yüzyıl siyasal tarihi ve dünya siyaseti öğreten bir akademisyen olarak çalışma alanlarımdan birini teşkil ediyor. Orta Asya Müslümanları konusuna ilgimi ilk olarak Münih’te Bir Camii kitabını okumam çekti. II. Dünya Savaşı bitip de ABD ve İngiltere’nin Sovyetler Birliği ile ittifakı sona erince Soğuk Savaş başladı. Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında ABD istihbaratı, oldukça gelişkin Sovyet istihbarat ve propaganda unsurları karşısında ihtiyaç duyulan insan kaynağı, kurumsal yapı ve finansal desteğe sahip olmadığını gördü. Bu açığı kapatmak için başlangıçta, komünizm karşıtı mücadelenin yürütülmesi amacıyla 1930’lar ve II. Dünya Savaşı boyunca bu işlevi Nazi Almanyası adına üstlenmiş kişiler ve onların Avrupa ve Sovyet coğrafyasına yayılmış işbirlikçilerinden faydalanıldı. Bunlar arasında Orta Asya, Kafkas, Kırım ve Balkan Müslümanları da vardı. Bu grupların üyeleri Nazilere özel bir sempati beslememekle birlikte, halkları için Sovyet boyunduruğundan özgürlük elde etmek umuduyla işbirliği yapmışlardı. Savaş bittikten sonra aynı amaç çerçevesinde Batı ittifakı için çalıştılar.
Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında ABD istihbaratı, oldukça gelişkin Sovyet istihbaratı karşısında ihtiyaç duyulan insan kaynağı, kurumsal yapı ve finansal desteğe sahip olmadığını gördü.
Siyasal İslamcıların Soğuk Savaş sırasındaki komünizm karşıtı mücadelede oynadıkları rolün anlaşılabilmesi için bu gruplara mensup kişilerin Müslüman coğrafyada ve tabii Türkiye’de oynadığı role bakmak gerekiyor. Bu inceleme, önceden başka grupların (Milliyetçi, sol liberal, muhafazakar vb) Soğuk Savaş dönemindeki rolü; eski Naziler ve işbirlikçilerinin ABD istihbaratı tarafından anti-komünist mücadelede kullanılmış olması gibi konulara dair bilgilerle birleştirince, Soğuk Savaş sırasında anti-komünist mücadele resminin kafamda netleşmesini sağladı. Zira Sovyet boyunduruğundaki Müslüman halklar arasından çıkan grupların, milliyetçi ve siyasal İslamcı gruplar arasındaki köprüyü oluşturduğunu, Soğuk Savaş sırasında bu iki grubun komünizm karşıtı faaliyetlerinin koordinasyonunda önemli rol oynadıklarını gördüm. Tabii bu rolü Türkiye bağlamında da oynadıklarını özellikle Ruzi Nazar gibi figürlerin hayat hikayeleri ile ilgili bilgi ve belgelerden teşhis edebiliyoruz. Yine bu grubun II. Dünya Savaşı sırasında işbirliği yaptığı Nazi akademisyenlerin, istihbaratçıların, SS ve ordu mensuplarının daha sonra ABD istihbaratı hizmetine girdiğini de, Reinhard Gehlen başta olmak üzere pek çoğunun hikayesinden görebiliyoruz. Münih’te Bir Camii ve onu izleyen başka eserler sayesinde birincil kaynaklardan, Soğuk Savaş dönemi komünizm karşıtı mücadelesinin üzerine oturduğu sacayaklarını ve onların arasındaki ilişkide Orta Asya –ve aynı ölçüde Kafkas, Kırım ve Balkan- Müslümanlarının oynadığı rolü anlamak mümkün.
Gergedan Dergi: 1945-1960 arasında komünizmle mücadele eden Türk sağının üç rengi arasında siyasal İslamcılık nasıl öne çıktı?
Mehmet Ali Tuğtan: Siyasal İslamcılığın öne çıkışını tamamen dış etkenlere bağlamak yanlış olur. Geleneksel olarak İslamcılık, tıpkı milliyetçilik gibi Türk siyasal geleneğinin köklü unsurlarından biridir. II. Dünya Savaşı sonrasında çok partili siyasal hayata geçiş ve kapitalist ekonominin gelişimi, köyden kente göçün yarattığı toplumsal dönüşümler, tek parti döneminde bastırılan İslamcılığın yeniden Türkiye siyaset sahnesine ağırlığını koymasına zemin hazırlamıştır. Ancak benim kitabımızda tarif ettiğim ve -belki de biraz tartışmalı biçimde “geleneksel İslamcılığa karşı siyasal İslamcılık” şeklinde ayırt etmeye çalıştığım- siyasal İslamcılık, 1950’lerin ikinci yarısından itibaren Batı ittifakı içinde komünizmle mücadele çerçevesinde desteklenen ve Batı ittifakının istihbarat birimlerinden doğrudan aldığı destekle öne çıkan daha spesifik bir akım. Bunun nasıl öne çıktığını iç dinamiklerden çok dış dinamiklerin açıkladığına inanıyorum. Değindiğimiz üzere, ABD Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında komünizm karşıtı mücadelede Nazi Almanyası adına bu işi yapmış kişiler ve onların işbirlikçilerine bel bağlamıştı. Tabii bu gruplar ideolojik geçmişleri gereği seküler milliyetçi-faşizan bir çizgiyi temsil ediyorlar ve komünizmle mücadele için de ana unsur olarak bu ideolojik araçları kullanıyorlardı. Naziler, kendi amaçlarına hizmet edecek işbirlikçiler kazanmak için İslam dinini kullanmayı Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyni gibi kişiler aracılığı ile özellikle Arap yarımadasında daha yoğun olarak düşündüler, ancak bu cephedeki faaliyetleriyle sınırlı kaldı. Dolayısıyla Soğuk Savaş’ın başlangıç yıllarında seküler milliyetçi-faşizan çizgi komünizmle mücadelede daha başat bir rol oynadı.
ABD Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında komünizm karşıtı mücadelede Nazi Almanyası adına bu işi yapmış kişiler ve onların işbirlikçilerine bel bağlamıştı.
1950’lerin ikinci yarısında dekolonizasyon sürecinin hızlanması, enerji güvenliği ve jeopolitik çıkarları açısından Batı için kritik öneme sahip Arap ülkelerinde Sovyetlerle yakın ilişkiler geliştiren Baasçı iktidarların ortaya çıkması gibi etkenler, özellikle Müslüman coğrafyalarda kitlelerin komünizme karşı seferber edilmeleri gereğini doğurdu. Bu noktada seküler milliyetçi-faşizan örgütlenmeler istendiği ölçüde etkili olamıyordu zira bu ülkelerin halklarında bu tür bir milliyetçiliği temsil eden güç de Batı karşıtı, ancak seküler Arap milliyetçisi söylemi ile Baas’tı. Hareketin merkezi olan Mısır’da Baas’ın en önemli siyasi rakibi ise Müslüman Kardeşler’di. Benzer süreçler dekolonizasyonun yaşandığı Güneydoğu Asya için de söz konusuydu ve orada da seküler milliyetçiliğin temsili aynı zamanda Batı karşıtı ulusal kurtuluş hareketlerinin elindeydi. 1950’lerin ikinci yarısı itibariyle Amerikan siyasi, askeri ve istihbarat elitleri, “Daha modern, şehirli ve reformcu; siyasallaşmış bir İslamcılığın temsilcilerinin el altından desteklenmesinin bu coğrafyalarda komünizmle mücadelede etkili olacağı” sonucuna vardı. Tabii Müslüman Kardeşler başta olmak üzere siyasal İslamcılığın temsilcileri bu desteği memnuniyetle karşıladılar, zira hem kendi ülkelerindeki siyasi rakiplerine karşı avantaj sağlıyor, hem de Soğuk Savaş’ta kendilerine daha yakın gördükleri tarafa destek vermiş oluyorlardı. Kitabımızda hem benim hem de Behlül Özkan’ın bölümlerinde ayrıntılandırdığımız üzere, aynı sürecin Türkiye’de de işlediğini söylemek mümkün.
Gergedan Dergi: Makalenizde sıkça değindiğiniz bir isim: MİT Kanunu’nun hazırlanmasından Türkiye’nin güvenlik önceliklerinin belirlenmesine kadar pek çok konuda etkin olan bir CIA ajanı Ruzi Nazar. Sizce Alman istihbaratı, CIA, Müslüman Kardeşler ve Türkiye’yi kapsayan ilişki ağının merkezindeki kilit isim Ruzi Nazar mıydı? Yoksa bu ilişki ağında yer alan ve her biri farklı çıkarlarla aynı amaca (komünizmle mücadeleye) odaklanmış pek çok aktörden biri miydi?
Mehmet Ali Tuğtan: Ruzi Nazar şüphesiz önemli bir aktör, ancak tabii bu konuda rol oynayan çok sayıda aktörden sadece biri. Sizin de ifade ettiğiniz üzere farklı kurum ve grupların köşelerinin birleştiği bir kilit taşı. Tabii hayat hikayesi ile ilgili pek çok husus halen karanlıkta, bunlar belki bir gün anılarının daha kapsamlı bir versiyonunun varislerince yayınlanması ile aydınlığa kavuşacaktır. Ancak aydınlığa kavuşmuş noktalara bakarak bile Nazar’ın John Le Carre ya da Tom Clancy romanlarında anlatılanlara benzer bir “Soğuk Savaşçı” kariyerine sahip olduğunu görebiliyoruz. Bu vesileyle bir konuyu tekrar vurgulamak isterim: Kitabımızda da birkaç noktada değinmeye çalıştığım üzere, gerek Naziler gerekse daha sonra ABD istihbaratı ile işbirliği yapan kişileri basit iyi-kötü ikilikleri çerçevesinde değerlendirmek yanlış olur. Nazar gibi II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerle işbirliği yapan grupların, Nazi ideolojik çizgi ve amaçlarını aynen benimsediğini söylemek güçtür. Bu işbirliği daha ziyade “Düşmanımın düşmanı dostumdur” gibi pragmatik bir düstur etrafında gerçekleşir. Aynı şeyi Soğuk Savaş sırasında siyasal İslamcıların Batı ittifakı ile işbirliği için de söylemek mümkündür: Bu bağlamda kullanılan kilit ifade de “ehven-i şer” olsa gerektir.