Cumhuriyetimiz son yirmi yıllık sınavında ağır hasar aldı, almayı da sürdürüyor. AKP’li yıllar elbette, önceki 80 yıla yayılan eksikliklerin, yanlışların ve cumhuriyete yönelen kesintisiz saldırıların bir devamı. Bu sınavdan siyasal eşitliğe ve adil bölüşüme dayanan cumhuriyetçi bir mantığın galip çıkması en azından kısa vadede mümkün görünmüyor.
Alain Badiou, Ekim Devrimi’nin 100. yıldönümü vesilesiyle yaptığı incelemesinde “Devrimci bir olayın insanların hafızasında ölmesini mümkün kılmak için onun gerçekliğini değiştirmek, onu kanlı ve uğursuz bir masala dönüştürmek gerekir. Bir devrim ilmi bir iftira ile öldürülür” diyordu[1]. Türkiye’de de erken cumhuriyetin bayrağını taşıdığı tüm aydınlanma savaşı, uzun yıllar boyunca Badiou’nun başka bir bağlamda işaret ettiği gibi iftiraların, anakronik yargılamaların hedefi oldu. Bugün ise milliyetçi bir değerler sistemini meşrulaştırmak için başvurulan 1923 referansı, temsil ettiği medeniyet tasavvurunun epey uzağında kalan bir rejimin yararına dönüştürülüyor. Cumhuriyet’in 100. yıldönümü etkinlikleri biçimsel bir Atatürkçülükle süslenirken ikinci yüzyıla ilkinden neyin miras kaldığını sorgulamak ve yeni bir cumhuriyeti hayal etmek gibi tarihsel bir görevimiz var.
Durum Tespiti
1980 sonrasında yurttaşlığa, cumhuriyetin özüne yöneltilen saldırılar, yıldırı politikalarıyla direnci kırılmış toplumsal kesimler tarafından dizginlenemedi. 12 Eylül’ü izleyen on yıllarda Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının üzerine kurulu olduğu ilkelerin içi tamamen boşaltıldı. Bugün hukuk, siyasetin vesayeti altında. Hukuk kurallarının ne düzeyde işlediğini, iktidar odakları değiştikçe ifşa olan mafya-siyaset-yargı ilişkileri ortaya koyuyor. Çoğu alanda “sözde” kalmış olan sosyal devletin düşüncesi dahi yozlaştırıldı. Kitleler yoksullaştırılıp sosyal yardıma muhtaç hale getirilirken klientalist seçim vaatleri siyasi rekabetin merkezine oturdu. Yoksullukla mücadele, bir pazarlama stratejisi olarak hayırseverliğe, demokrasi plebisiter tekniklere indirgendi. Türkiye’de halkın siyasi katılımının yegâne yolu olan seçimlere katılım oranı bu nedenle %90’lara varıyor. Yerel demokrasi pratikleri büyüyememe ve sürdürülememe döngüsünde eriyip gidiyor. Varlığını koruyabilenler, sermayenin fonladığı bir sivil toplumculuğa evrilerek ahlakî zeminini kaybediyor. Bir zamanlar politik çatışmanın ana ekseni olduğu varsayılan laiklik ise çoktan kaybedilmiş bir dava olarak görülüyor. ÇEDES projesi ile din görevlilerinin eğitim sistemine eklemlenmesi girişimi, iktidarın laiklik alanındaki sürekli darbelerinin en güncel örneklerinden biri. Öncelikle karşımızdaki tabloyu netleştirmemiz gerek.
Mayıs 2023 seçimleri, geniş kesimler için, bu ağır hasardan dönme umutlarının sönmesiyle sonuçlandı. Ekonomik krizin, depremin ve onun açığa çıkardığı çürümüşlüğün seçmen iradesini radikal bir şekilde değiştirmediği görüldü. Çoğunlukçu, kutuplaştırıcı seçim sistemi nedeniyle, toplumun farklı kesimleri arasındaki duygusal bağ daha da zayıfladı. Ortak geleceğe, çoğulcu bir demokrasiye olan inanç ve siyasal katılım arzusu yeni bir yara daha aldı. Neticede muhalefet partilerinin arasında uzun zamandır ertelenen, üzeri örtülen kayıkçı kavgası da açığa çıktı. Daldaki kuşu paylaşırken kurulan ortaklıklardan, ikili mutabakatlardan, altılı deklarasyonlardan geriye karşılıklı suçlamalar kaldı. Mağlup düzen partilerinin, kendilerinden başka pek az kişiyi ilgilendiren bu kayıkçı kavgasından ne umduğu da meçhul. Yalnızca -ve kaçınılmaz olarak- CHP, köhne sisteminin kibirli ve tuzu kuru idarecileri tarafından yürütülen bir “değişim” sancısı yaşıyor.
Siyaset bir iletişim kampanyasına indirgendiğinden, neden kaybedildiği sorusuna verilen yanıtlar da reklamcılık açısından yapılan birkaç eleştiri ve bugünden geriye doğru kurgulanan taktik eleştirilerle sınırlı kalıyor.
Seçimlerin ardından 4 ay geçmişken hâlâ seçim sürecine ilişkin tartışmalar çoğunlukla magazinsel dedikoduların ötesine geçmiyor. Siyaset bir iletişim kampanyasına indirgendiğinden, neden kaybedildiği sorusuna verilen yanıtlar da reklamcılık açısından yapılan birkaç eleştiri ve bugünden geriye doğru kurgulanan taktik eleştirilerle sınırlı kalıyor. Halbuki bu yenilgiyi hezimete dönüştüren şeyin, yalnız Kılıçdaroğlu’nun değil, sosyalistlerin de içinde bulunduğu tüm muhalif bileşenlerin oynamayı tercih ettiği, Doğan Avcıoğlu’nun formülasyonuyla bir “cici demokrasi” oyunu olduğunu görmek gerekiyor. Bugün dahi bu parlamenter kretinizmin sürdüğü; kimi zaman parti içi kongre süreçlerinde kimi zaman da 2024 yerel seçimleri bağlamında pekiştirildiği bir manzara ile karşı karşıyayız.
Cumhuriyet Ne Değildir?
Şimdi Cumhuriyet’in safında duranlar için şunu idrak etmenin zamanı: cumhuriyeti savunmak, seçimlerde bir adayı ya da partiyi desteklemek anlamına gelmiyor. Cumhuriyetçilik sandıkta doğru tercihi yapmak değildir; lakin evet, tarihin belirli anlarında bu tutarlılığı da gerektirir.
Öte yandan bugün halkoyu dediğimiz, burjuva demokrasisinin genel oy idealinden bile oldukça uzak. Parti siyaseti, dini istismar eden yapıların etkisine, sermayenin manipülasyonlarına sonuna kadar açık. Siyasetin finansmanını büyük ölçüde rantın yüksek olduğu sektörlerdeki yatırımcıların sağlaması da bunun açık delili. Bugün siyasetin ekonomi-politiği ve Siyasi Partiler Kanunu’nda cisimleşen anti-demokratik öz, parti için dönüşüm ve demokratikleşme söylemlerinin mavradan ibaret olduğunu gösteriyor.
Bugün siyasetin ekonomi-politiği ve Siyasi Partiler Kanunu’nda cisimleşen anti-demokratik öz, parti için dönüşüm ve demokratikleşme söylemlerinin mavradan ibaret olduğunu gösteriyor.
Cumhuriyet, kültürel alanda verilen bir semboller savaşı da değildir. Son 22 yılda yaratılan kültürel antagonizmanın -kime kazandırdığından ve kaybettirdiğinden bağımsız olarak- bir cumhuriyet savunusu olduğu fikri geniş kesimlerde hâlâ karşılık buluyor. Oysa bu antagonizmanın bir tarafı, cumhuriyete içkin tüm değerleri kimi zaman cebir yoluyla hedef alırken; diğer tarafı, bu değerleri cesurca savunmak bir yana, meseleyi “yaşam tarzı” gibi apolitik ve bireysel bir çerçeveye indirgemekle meşguldü. Örneğin Ramazan’da oruç tutmayanlara yönelen şiddet, karşısında Atatürk imzalı rakı bardaklarıyla atılan cumartesi ‘story’lerinden başka bir muhatap bulamadı. Her şeyden önce bize, içki içtiğimiz için meydan okuduğumuzu düşündüren, sandık müşahidi olduğumuz için direndiğimizi düşündüren gülünç sanrılarımızı terk etmeliyiz.
Bu anlamda belki yalnızca kadın mücadelesi istisna teşkil ediyor. Onun da sistemli kadın düşmanlığı karşısında sıkıştırıldığı reaktif pozisyon, toplumsalı dönüştürme potansiyelini sınırlıyor. Kadınlara yönelen saldırılar ve karşısında verilen hukuk mücadelesi elbette kültürel alana değin; ama onu da aşkın bir mesele.
Ne değildir, sorusuna dönecek olursak, Türkiye’de bu yöndeki güçlü eğilime karşın cumhuriyet bir tür devletperestlik de değildir. Hanedanların, derebeylerin, ağaların zulmünden kurtuluşun, insanın özgürleşmesinin sembolü olarak görülen bir fikir, bürokratik bir yapıya, kurumlara indirgenemez. Üstelik Türkiye gibi, cumhuriyetin yarattığı bütün kurumların yıkıldığı, yıkılmayanların da satıldığı bir ülkede devleti cumhuriyetle özdeşleştirmek, cumhuriyetin değil, olsa olsa biçimsel bir milliyetçiliğin tezahürü olabilir.
Her şeyden önce bize, içki içtiğimiz için meydan okuduğumuzu düşündüren, sandık müşahidi olduğumuz için direndiğimizi düşündüren gülünç sanrılarımızı terk etmeliyiz.
Cumhuriyet İçin Kavga Etmek
Siyasal bakımdan kısır doğan ittifakların umut pompalayabileceğini ama zaferi örgütleyemeyeceğini yeterince gözlemledik. Doğası itibarıyla bir şeye “karşı” kurulan bu ittifaklar; en iyimser halde bile harekete karşı hareketsizliği, birliğe karşı çokluğu, “dava” anlayışına karşı uzlaşı kültürünü savunuyorlar. Türkiye’nin istikrara, sükunete, kendi çeşitliliğini benimsemeye ve uzlaşıya ihtiyaç duyduğu tespiti oldukça yerinde. Ancak bu tespit, siyasetinizi bu siyaset-ötesi ilkeler üzerine kurabileceğiniz anlamına gelmiyor. Siyasal liberalizmin hegemonyası ve “radikal demokrasi” size bir düş gördürmüş olabilir, şimdi bu düşten uyanma zamanı.
İçinde bulunduğumuz umutsuz durumda cumhuriyet düşüncesini uyandırabilmek, seçimleri aşkın devrimci bir tavır ve mücadele bilinci gerektiriyor. Cumhuriyetçilik, beş yılda bir verilen bir sandık görevi olmaktan çıkarılarak tam zamanlı bir katılım ve mücadeleye yayılmalı. Eğitimden sağlığa, tarımdan kültüre, çevreden ekonomiye her alanda, kazanımları korumak için değil yeni kazanımlar elde etmek için çalışmalıyız. Ortada muhafaza edilecek bir laikliğin olmadığını, eşitlik olmadan özgürlüğün bir yalandan ibaret olduğunu[2] kabul ederek işe başlamalıyız.
İçinde bulunduğumuz umutsuz durumda cumhuriyet düşüncesini uyandırabilmek, seçimleri aşkın devrimci bir tavır ve mücadele bilinci gerektiriyor.
Cici demokrasi, istisnasız her dönemde toprak sahiplerinden, sermayedarlardan ya da onların menfaatlerini en iyi şekilde savunabilecek olanlardan oluşan bir parlamenter çoğunluk yaratmayı başardı. Bugün bir serbest meslek unvanına sahip olan profesyonel siyasetçilerin de tamamına yakını, taşıdıkların unvanın aynı zamanda patronu konumunda. Bu tabloda yine Alain Badiou’dan alıntılayacak olursak “temsil mantığının bütün biçimlerinden kopmak gerekiyor[3]”. Eşitliği patron-vekillerle birlikte savunamayız, bunu onlara rağmen yapmalıyız.
1923, sivil toplumun ya da tabana yayılan bir siyasal katılımın olanaklarından yoksundu. Bugün ise tabanda, seçim odaklı olmayan bir yurttaşlar siyaseti için çabalamalıyız. Anket şirketlerinin, reklamcıların Türkiye sosyolojisine ilişkin analizlerini buruşturup atacak bir sokak siyasetini örgütlemeliyiz. Bireyciliğin zehirli akımlarına karşı dayanışmacı bir toplumsallığı inşa etmeliyiz. Bu siyaset, birkaç yıl içerisinde ulaşılacak bir seçim zaferi murat etmediği gibi kısa süreli öfke patlamalarına da hazırlıklı olmalı. Occupy Wall Street, Arap İsyanları, Gezi Direnişi, Sarı Yelekliler, Black Lives Matter gibi toplumsal hareketler her ne kadar siyaset bilimi literatüründe “yeni” sıfatını korusa da artık dünya siyaseti için bir yenilik taşımıyorlar. On yıllara, belki asırlara dayanacak bir yurttaşlık mücadelesinin nihai hedefi, devrimci bir yönelimi olmayan ve “haklı” olmakla yetinen bu kitle hareketlerinden çok daha ileride.
Bu siyaset, yurttaş temelli bir cumhuriyetçiliği temsil ediyor.
Bu siyaset, yurttaş temelli bir cumhuriyetçiliği temsil ediyor. Cumhuriyet son kertede bir evrensel eşitlik düşüncesine dayanıyor; ancak herkesin teorik düzlemde eşitliğini varsayan bu düşünce sistemi de kendi içinde eşitsizlikler üretiyor[4]. O halde hayal ettiğimiz, hukuksal eşitliğin yanı sıra sosyal adaleti önceleyen, kamu yararına ve adil bölüşüme dayanan, insanın mutlak özgürlüğünü hedefleyen yurttaş temelli bir cumhuriyetçiliktir.
“Yenildik, öyleyse mücadeleye devam“
Adil ve eşitliğe dayanan bir düzen hayali kuranlar, yani biz, bu hedefimiz için belki de ömrümüzden daha uzun soluklu bir mücadelenin içinde olduğumuzu kabul etmeliyiz. Homo sapiens’in yüzbinlerce yılda gelip varabildiği nokta, yerel ve dönemsel istisnalar bir yana, içinde bulunduğumuz bu Ortaçağ oldu. Ekonomik krizler, faşizmin yükselişi, birbirini izleyen savaşlar, iklim değişikliği tekrarlanıp duran ezberlerin aksine bu çağın krizini değil, bu düzenin ruhuna içkin krizleri ifade ediyor.
Cumhuriyetin birinci yüzyılı Cumhuriyetin tüm değerlerinin yozlaştırılması ve temel kurumlarının yıkılmasıyla sonuçlandı. Cumhuriyetin ikinci yüzyılına, hâlâ cumhuriyet için kavga etmenin zorunluluğu ile giriyoruz. Yenildik, öyleyse mücadeleye devam[5].
[1] Alain Badiou, Petrograd’dan Şangay’a 20. Yüzyılın İki Devrimi, Çeviren: Murat Erşen, Vakıfbank Kültür Yayınları, 2020, s. 11.
[2] Alain Badiou, Siyasetin Böyle Sabahları da Olabilir, Çeviren: Alp Tümertekin, Sel Yayıncılık, 2022, s.85.
[3] Alain Badiou, Biliyorum, Çok Kalabalıksınız, Çeviren: Işık Ergüden, Sel Yayıncılık, 2017, s. 58.
[4] Füsun Üstel, “Cumhuriyet’in ikinci yüzyılını yurttaşlık bağlamında düşünmek”, Gazete Duvar, 22 Temmuz 2023.
[5] Badiou, Petrograd’dan Şangay’a 20. Yüzyılın İki Devrimi, s. 23.