Written by 13:41 Eleştiri

Bugünlerde Çağdaş Sanat ve Galeri Mekanlarında Deneyim

Bihter Çetinyol yazdı.

Bu yazı, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sanat Tarihi bölümü lisans öğrencisi Bihter Çetinyol tarafından kaleme alınmıştır.

Haziran ayının ilk haftası galerilerin açıldığı ve ben gibi birçok sanatseverin galeri mekanlarına akın ettiği bir hafta oldu. Uzun süredir gitmediğim İstiklal Caddesi’ne yolum düşünce, baştan sona neredeyse bütün galerilere girmiş bulundum. Birçok sergiyi gezme fırsatı yakaladığım bu kısa gezi, çağdaş sanatın üretimi ve mekâna yayılımı konusunda beni düşünmeye itti. Sanat tarihi okumanın bana kattıklarından biri müze ve galeri mekanlarının gelişim sürecini bilmek olduğundan, beraberimdeki sınıf arkadaşlarımla sergiden sergiye geçtikçe güncel müzeciliğin nasıl olduğu ve nasıl olması gerektiği üzerine tartışma fırsatı yakaladık.

İlk girdiğimiz Akbank Sanat’ta ilgimi çeken eser Distopya Ses Sanatı sergisinden Başar Ünder’e ait olan Sesi Yükseltilmiş Paspas oldu. Görsel olarak etkileyici olsa da ilk baktığımda mantığını çözemedim. İnceledikçe, önce yerdeki paspası, ardından bağlı olduğu amfiyi ve ardından ekranı gördüm. Bütün bu beyin fırtınası sonrasında paspasa basılması gerektiğini fark etmek benim için çok hoş bir deneyimdi. Birbiri ardına tırmanan düşünce sürecine katılmış olmak, sadece bilgilendirme yazısı okumak ve izlemekten daha eğlenceli hissettirdi. Sonrasında üzerine en çok konuştuğumuz eserlerden biri oldu.

iç mekan, duvar içeren bir resim

Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
Akbank Sanat, Distopya Ses Sanatı sergisinden Sesi Yükseltilmiş Paspas.[2]

Yolumuza devam edip Pera Müzesi’ne vardık. Pera Müzesi, konumu ve düzenlediği sergilerin çeşitliliği açısından hep ilgimi çekmiştir. Örneğin 2021 başında biten Minyatür 2.0 sergisi aklımda kalan ve gezmekten en çok keyif aldığım sergilerdendi. Müzenin güncel sergilerinden Zevk Meselesi de aynı ölçüde aklımda yer eden ve hoşuma giden bir deneyim yaşattı.

Serginin en etkileyici eseri kuşkusuz Alex Da Corte ve Jayson Musson’ın beraber ürettikleri Doğusporları. Önce metin kitapçığından bir kısa alıntı:

“Basit bir metafor kullanmak gerekirse, eğer hayat bir sokak olsaydı, güzel olmak her bir trafik ışığının sizin için yeşile dönmesi veya başka bir metafor kullanmak gerekirse, güzel olmak sonsuz sayıda sürmeli kapıdan, hareket sensörleri güzelliğinize direnemediğinden, asla beklemek zorunda kalmadan geçmek demek olurdu. Ancak bir gudubet veya düpedüz çirkin iseniz, hayat bir mangal partisinde kapalı tel kapıya çarpmak gibidir. Siz verandada sırtüstü yuvarlanırken aileniz, sizin sıkıntınız pahasına kahkahalar atar. Nişanlınız bile size gülüyordur.”[3]

Pera Müzesi, Zevk Meselesi sergisinden Doğusporları yerleştirmesi.

Eser bu alıntıdaki gibi absürt ve tuhaf imgelerle dolu. Dört farklı ekrandan akan videolar, etrafta kullanılan renkler kadar canlı ve ilgi çekici bir hava yaratıyor. Ekranların yansıtıldığı duvarların arkasında mor, kırmızı, sarı, yeşil ve pembe gibi canlı renklerden oluşan neon imgeler yer alıyor. Bu neon tabelalardan yansıyan ışık müzenin beyaz duvarlarına çarpıp odaya yayılıyor. Böylece daha yerleştirmenin merkezine girmeden gerçeküstü bir ortamdaymışsınız hissi veriyor. Mekânı çevreleyen lime sarısı yer karoları, duvarların çevrelediği orta alandaki halıyla temas ettiğinde ortaya çıkan görsel karmaşa bir noktada tanıdık geliyor. Ancak en ilginç nokta, ortada yer alan sandalye ve portakallar.

Bu yüzden de eserin tamamında ilgimi çeken nokta orta alandaki sandalyeler ve portakallar oldu. Sandalyelerden birini, fotoğraf çekmek için destek olarak kullandık. Ayrıca portakalların da sandalyeler gibi hareket edebiliyor oluşu eserlerin şimdiye dahil edilmesi, o anda var olması düşüncesini pekiştirdi. Öyle ki, her gün de gitsem bambaşka bir çalışmayla karşılaşabiliyor olmak, gelip geçicilik, kalıcılık…

yer, iç mekan, mobilya, koltuk içeren bir resim

Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
Doğusporları yerleştirmesinden detay.

Kitsch, üzerine ne kadar yazılsa da tükenmeyen çünkü kendini üreten bir kültür. Ancak eleştirilebilen ve eleştirilirken bile kendini tekrar üreten bir imge. Bu anlamda çok güçlü. Bu gücü sergiyi gezdiğim her an hissettim. Asla kendini yormayan bir dinamiğe sahip bir mekân düzenlemesi sağlanmış. Aynı durumu, Minyatür 2.0 sergisinde de hissetmiştim. Sadece eserlere bakma değil, mekânı hissetme ve mekânı da deneyimleme kaygısı güden bir çalışma olduğu belliydi. Duvarların konumu özellikle oldukça dinamikti. Gezi akışı durmadan akan bir hareket devinimine sahipti ve ilk andan itibaren sizi de kendine çekiyordu. Zevk Meselesi ve Ethel Adnan sergilerinde de aynı şeyi hissettim. Baktığınız yerde kaybolmadığınız sıcak bir sergi mekânı oluşturmak Pera’nın uzman olduğu bir düzenleme şekli diye düşünüyorum.

Pera sonrasında hemen yakınındaki İstanbul Modern’e geçtik. Aynı zamanda İstanbul Modern’e taşındıktan sonraki ilk ziyaretim olduğundan oldukça heyecanlıydım. Bu heyecanım daha ilk katta söndü ve sonrasında da yerini hayal kırıklığına bıraktı. Modern’i önceden görenler belki anlar, geniş alanın verdiği ferahlık eserleri algılamayı kolaylaştırıyordu. Yeni mekânında ise sıkışmışlık hissi her köşede belli oluyor. Selma Gürbüz’ün birbirinden etkileyici eserleri yan yana istiflenmişti. Dinamizm neredeyse hiç yoktu, klasik bir sergileme biçimi seçilmiş ve algılama deneyimi herkeste aynı yaşatılmıştı. Bunun sonucunda duvarlar ve duvarlara asılan eserlerden oluşan çok katlı bir depo olmuş, çağdaş sanatın yaşadığı bir müze değil.

iç mekan, yer içeren bir resim

Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
İstanbul Modern, Selma Gürbüz’ün Dünya Diye Bir Yer sergisinden detay.

Çağdaş sanat artık sadece galeri duvarlarına sığmayan bir pratik. Sokağa taşıyor, telefona taşıyor; evden izleniyor, bazen de izlenemiyor, sadece geçip gidiyor. Bu etkileşim çok hareketli bir sokağa aynı tip mekanlar açmaya benziyor. Kaybettiğiniz sadece sokağın ruhu olmaz, izleyici de kaybedersiniz. Çağdaş sanat, yenilikler alanıysa bu yenilik sadece eserin kendisinde olduğu sürece yarım kalmışız demektir. Yeni sergileme biçimlerinin ve hatta yeni bir anlayışla üretilen eser künyelerine ihtiyacımız var. Beyaz duvarların üzerindeki siyah yazılar artık bir estetik vaat etmiyor.

Galerilerle dolu günün ertesi soluğu Arter’de aldık. Deneyim olarak İstanbul Modern’den farklı değildi. Bulunduğu konum nedeniyle bile sayfalarca yazı yazılabilecek olan binanın içi de oldukça doluydu. Katlar birbirine neredeyse büyülü biçimde bağlanıyordu, çoğu zaman hangi katta olduğunuzu anlamak zordu. Giriş katındaki sergi düzenlemesi ne kadar ferah ve kolay anlaşılırsa, diğer katlardaki süreli sergiler bir o kadar yorucu ve kafa karıştırıcıydı. Serginin gezilme akışı oldukça serbestti ancak bu sebepten sonradan gördüğüm veya bilgi yazısını bulamadığım eserler oldu.

Zaman zaman yüksek duvarlarla karşılaştığımız ilginç bir mimari planı var Arter’in. Uzun süre içeride kaldığınızda kafese koyulmuş hissinin bir türlü uzaklaşamadığı bir bina. Belki de bu yüzden Canan Tolon’un Tedbir yerleştirmesi hiç yabancı hissettirmedi. Arter’deki sergiler süresince eserlerle aramda sürekli olarak aşılmaz bir duvarın varlığını hissettim. “beyaz yakalılık” galeri duvarlarını sarmış gibiydi. Bu konu, önceden okuduğum bir metni aklıma getirdi;

“Müzeleri önemli kılan şeylerden biri, müzelerde konuşmaktır ve müzeleri bize tanımlayan şeylerden biri, müzelerde nasıl konuştuğumuzdur. Çünkü müzeler, bence, gidip bir şeyler görülen yerler olduğu kadar, aynı zamanda, gidip bir şeyler konuşulan yerlerdir.”[4]. Arter ve İstanbul Modern bu konuşma konforunu yakalayamadığım mekanlar olarak aklıma kazındı.

iç mekan, bina içeren bir resim

Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
Arter, Tedbir sergisinden Canan Tolon’un aynı adlı yerleştirmesi.

Bunlara rağmen Arter’de tesadüfen karşılaştığımız merdiven boşluğu penceresiyle bir alt kattaki sergiye göz atma fırsatı yakaladığımız da oldu. Sergiye dair kitapçığı ise mekâna dahil olan rastgele bir kutunun içinde bulduk. Arter bu nedenle mimari açıdan sürprizlerle dolu, ancak tam da bu yüzden kesinlikle tek solukta gezilemeyecek bir mekan. Bu konu da beni, sergilerin dolaşım pratiklerini düşünmeye itti. Nasıl ki internet makalesini okumadan önce tahminen kaç dakikada okuyacağımızı yazan siteler var, bence artık sergilere de süre biçilebilmeli. Ne kadar ilgili olduğumuza dair sunulan tahmini dolaşım süresi, günün planlanması açısından hayati olabilir. Nitekim Arter’e erken gitmemiş olsaydık Contempopary İstanbul’a yetişemeyecektik.

Belki de yetişemesek daha iyi olurdu dediğim bir tecrübeydi Contemporary İstanbul. Dolaştığım yaklaşık bir saat süresince bende uyandırdığı tek izlenim semt pazarına benzerliğiydi. Bence Contemporary İstanbul, çağdaş sanat fuarı olmakla semt pazarı olmak arasında asılı kalmış, bu nedenle iki amaca da hizmet edemeyen kocaman bir karmaşadan ibaretti. İnsan karmaşası ve eser istiflenmesi bir yana, bir de satılmak için yan yana dizilmeleri sanatsal faydayı yok etmişti. Üstelik giriş için 120₺ gibi fahiş bir fiyatın gerekliliği da ayrı bir tartışma konusu olmalı. Bir öğrenci olarak güncel sanattan haberdar olmak istiyorsanız da yine 80₺’yi gözden çıkartmanız gerekiyor. Bütün bunlar birleşince Contemporay ne bir güncel galeri topluluğu ne bir fuar alanı. Sadece fiziksel bir sanat pazarı. Güncel sanat üretiminin vitrini bu olmamalı, daha iyisini daha prestijlisini yapabilmeliyiz. Çünkü bunu yapamadıkça bir adım ileri gidemeyeceğimiz kanaatindeyim.


[2] Metinde kullanılan bütün görseller yazarın kendisine aittir.

[3] Sergi sırasında açıp okuyabildiğiniz video transkript metnini alandan ayrılırken yerine koymanız gerekiyordu. Bu nedenle ancak eserle etkileşim içindeyken erişilebilecek bir kaynaktı.

[4] Rika Burnham ve Elliott Kai-Kee, “Sohbet, tartışma ve diyalog”, Müze Dersleri: Yorum ve Deneyim, (İstanbul: KÜY, 2020) 139.

(Visited 672 times, 1 visits today)
Close