Sivil toplum kuramsal bir kategori olmanın ötesinde, Fransız Devrimi’nin zaman-mekan evreninde şekillenmiştir ve modern topluma içkin materyal ve sosyal örüntülerle anlam kazanmıştır. Ulus-devletin politik güç kapsamı, yönetici-tebaa ikiliğinden sıyrılmış modern vatandaşlık tanımları, politik müzakerenin gerçekleşebildiği bağlamlar, kapitalist üretim ilişkilerinin şekillendirdiği sosyal ve siyasi davranışlar gibi birçok önemli konu da sivil toplumu merkeze alarak tartışılmıştır. Sivil toplumu özgürleştirici veya ıslah edici olarak değerlendiren iki farklı paradigma olsa da, bu çatışan kampların sivil toplumun özüne dair paylaştığı iki temel varsayımdan söz edebiliriz: Modern bir emek tanımı ve kurumlar.
İnsan, bilinen en uzak geçmişinde bile hayatta kalmak ve ihtiyaçlarını karşılamak için emek sarf etmiştir; ancak emeğin toplumsal bir nitelik kazanması modern topluma özgü bir durumdur. Modern toplumda menfaatini gözeten insanın bencil motivasyonuyla, birbirlerine ihtiyaç duyan insanların ilişkiselliği en çok emek söz konusu olunca kendini açık eder. İş, artık bireyin ve ailenin çemberinden çıkmış, daha karmaşık sosyal ve siyasi ilişkilerle düzenlenen bir alan haline gelmiştir. Modern emek tanımının işbirlikçi veya sömürücü oluşu ise ayrı bir tartışmanın konusudur. Bu nedenle değişen emek tanımları ve üretim biçimlerinin yepyeni güç alanları ve ilişki biçimlerini doğurduğunu söylemekle yetineyim. Bu dönüşen sosyal dinamiklere bir de kurumlar eklenince modern siyasi pratiklerin özünü daha rahat kavrayabiliriz. Kurumların bürokratik ‘aklı’, yalnızca insanlar arası değil, vatandaşla devlet arasındaki ilişkileri de yöneten kimliksiz bir güç haline gelmiştir. Dolayısıyla sivil toplumun temelinde, ulus-devlete özgü mekânsal ve yasal sınırlarla birlikte endüstriyel topluma özgü üretim ilişkilerinin yattığını söylemek yanlış olmaz.
Günümüzde sivil toplum ve modern devleti tanımlayan yapıtaşlarının çözüldüğünü veya değişime uğradığını görüyoruz. Haliyle sivil toplumun hem politik gerçeklikteki yerini hem de kuramsal bir kategori olarak analitik değerini kaybettiğini savunan güçlü bir literatür doğuyor.
Günümüzde ise sivil toplum ve modern devleti tanımlayan yapıtaşlarının çözüldüğünü veya değişime uğradığını görüyoruz. Haliyle sivil toplumun hem politik gerçeklikteki yerini hem de kuramsal bir kategori olarak analitik değerini kaybettiğini savunan güçlü bir literatür doğuyor. Ben de bu yazımda, küreselleşen dünya dinamikleriyle bu teorik dönüşüm arasında kabaca bir ilişki kurmaya çalışacağım.
Küreselleşme, güç kavramını yeniden yapılandıran bir dizi materyal, ideolojik ve bilişsel dönüşümü içeren bir süreçtir. Küreselleşmeyi mekânsal bir genişleme olarak görmekse düşülebilecek en basit teorik tuzaklardan birisidir. Yaşadığımız dönemin ikinci bir imparatorluklar çağı olmadığında hemfikirsek, küreselleşme güç sınırlarının genişlemesine değil bu sınırların çözülmesine işaret eder. Politik erkin devlet, vatandaş ve kurumlar ekseninde tezahür ettiği modern toplumun aksine küresel yapıda politik gücün varlığı dahi sorgulanır hale gelmiştir. Neo-liberal dönüşümle politik alana sirayet eden piyasa işleyişi ve ‘büyük balıklar’ politik talepleşmeyi teknokratik bir denetim ağına dönüştürmüştür. Bu değişimin en büyük sinyalcisi Washington Konsensüsü ise bize hukuk ve siyasetin nasıl piyasanın buyrukları altında ezildiğini göstermesi açısından önemlidir. Serbest ticaretin önündeki bütün siyasi engellerin (devlet müdahalesi) kalktığı bu uzlaşı; talep eden, katılımcı ve kanlı canlı vatandaşı, yasal düzlemde korunması gereken serbest piyasacı tüzel kişilerle aynı yere oturtur. Bu makro dönüşümleri de kredi kartı, borç yapılandırma, sigorta reformları gibi öznenin benliğine sızan kuşatıcı adımlarla destekler.[1] Başka bir deyişle bir zamanların siyasi öznesinin devletle kurduğu ilişki artık hak düzleminden çıkar, borçlu-alacaklı ilişkisine dönüşür.
Yaşadığımız dönemin ikinci bir imparatorluklar çağı olmadığında hemfikirsek, küreselleşme güç sınırlarının genişlemesine değil bu sınırların çözülmesine işaret eder.
Siyasi özneyi global düzlemde
şekillendiren tek güç neo-liberal dönüşüm değildir elbette. İletişim
teknolojilerinin getirdiği hız ve imkanlar, “bilişim toplumu” olarak
tanımladığımız yepyeni bir melezin doğmasını sağlamıştır. Bürokrasinin soğuk
yüzünden bunalmış ve organik bir topluluk olma hissini kaybetmiş bireyler,
bilişim teknolojileri sayesinde mekânsal buyruklardan kurtularak yeni
topluluklarda kendini var edebilmeye başlamıştır. Bir yandan bilgiye ulaşma
hızı artarken diğer yandan gerçekliği temellendirdiğimiz zemin sallanmaya
başlamış ve herkes bilgiyi üretebilen ve dolaşıma sokabilen bir özneye
dönüşmüştür. Hatta bireylerin kendisi bir bilgi nesnesi haline gelmiş ve
tercihleri, beğenileri, merakları dipsiz bir veri çöplüğünde kayıt altına
alınmıştır. Sonuç olarak hem yapısal hem de öznel olarak küreselleşme yepyeni
bir güç ağı yaratmıştır. Devletin ve kurumların bir politik erk alanı olarak
önemini kaybettiği, mekânsal sınırların çözüldüğü, emeğin dönüştüğü bu dönemi
sivil toplumun rehberliğinde okumak zor olacaktır. Bir analitik kategori olarak
post-sivil toplum da bu küresel dünya düzeninde katılımcı vatandaşlığa hayat
verecek yeni bağlamlar aradığımız bir alan. Siyasetin özünü kaybettiği, gözetim
mekanizmalarının mahremleştiği ve piyasanın kuşatıcılığının zirve yaptığı
günümüzde siyasetin mümkünlüğü ise bir sonraki yazımın konusu olacak.
[1] “The Making of the Indebted Man: An Essay on the Nioliberal Condition”, Maurizio Lazzarato, Semiotext(e) Intervention series, 13