Written by 12:44 Makaleler

Uluslararası İlişkiler, Hegemonya ve Althusser – I

Doğukan Taşkıran yazdı…

Cox ve Gramsci

Uluslararası ilişkiler disiplininin eleştirel teorisi neo-Gramşiyen Robert Cox tarafından kurulurken esas amacı, Gramsci’nin hegemonya kuramını uluslararası ilişkilere uzatmak ve disiplini, devlet-merkezci bakış açısından kurtarmaktı. Burada uluslararası ilişkilerin devlet-merkezciliğinin ve ulusal çıkar kavramının disiplin analizlerini bir anlamda kendisine hapsetmiş olması, diğer teorilerin de meşruiyetini öyle ya da böyle bu kavramsal çerçeveden almak zorunda olduğu bir hava yaratıyor. Tüm çerçeveyi inşa eden bir teori olarak realizm, disiplinin hakim paradigması haline geliyor.[1]

Robert Cox’un temel çabası, uluslararası ilişkilerdeki bu devletçi bakış açısını bir nebze kırarak yerine başka aktörlerin de gerçeklik inşa etme yetisinde bulunduğunu göstermekti. Bu açıdan iki temel kaynak olarak Marx’tan ve Gramci’den hareket ederek kuramını sosyal aktörler ile sosyal güçlerin etkileşimleri ve bunların devletle olan ilişkisi üzerine inşa etti.

Cox, sosyal gerçekliği üç farklı alana ya da seviyeye ayırır: üretim örgütlenmesi ya da sosyal güçler, toplum ve devletin yapısından kaynaklı devlet formları, sosyal güçlerin çeşitli biçimlerinin inşa ettiği bir dünya düzeni.[2] Neo-klasik realistlerin bu yönde bir uğraşı olsa da devlet altı birimlerin önemini genel olarak ikincil plana atan ya da yer yer önemsemeyen realizm, Cox tarafından eleştirilmiştir. Eleştirilme nedeni ise devletleri maddi güçlere (askeri ve ekonomik), uluslararası sistemi ise uluslararası otoritenin yoksunluğundan hariç bir güç dengesine indirgemektir.

Robert Cox’un bu eleştirileri aşarak kendi uluslararası ilişkiler kuramını nasıl inşa ettiğine bakmadan önce onun beslendiği ana kaynak olan Antonio Gramsci’ye bakmakta da fayda vardır.

Robert Cox’un temel çabası, uluslararası ilişkilerdeki devletçi bakış açısını bir nebze kırarak yerine başka aktörlerin de gerçeklik inşa etme yetisinde bulunduğunu göstermekti.

Gramsci’nin kuramının merkezinde bulunan hegemonya kavramı, kendi temelini rızanını üretiminden almakla birlikte sadece onu simgelemez; aynı zamanda bir sınıfın öteki üzerindeki hegemonik konumunu da simgeler.[3] Bu hegemonik konumun üretilmesi ise aslında devletin içerisinde yer alan iki çelişkinin, karşılıklı olarak birbirini üretmesinden ileri gelmektedir.

Her devlet, aynı zamanda bir siyasal iktidar aygıtı olarak da görev yaptığından, tanımlanması gereken ilk şey iktidarın ne olduğudur. Gramsci’nin kendisi iktidarı kuvvet artı rıza olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla iktidarın iki bileşeni olarak bir baskıyı temsil eden kuvveti ve dolaylı teslim olmayı simgeleyen rıza kavramını sorunsal olarak ele almak gerekmektedir. İktidarın bu yapısı, devlet içerisinde bulunan karşılıklı iki çelişkiden kaynaklanmaktadır: politik toplum ve sivil toplum.

Hegel’in hukuk felsefesinden gelen devlet ve sivil toplum karşıtlığını, diyalektiğe göre yeniden yorumlayıp onu maddi bir kurguya dönüştüren Gramsci esasen devlet aygıtının da içerisindeki çelişkileri gün yüzüne çıkarmıştır. Toplumun bu iki ayrı ucu ise iki farklı noktayı temsil etmektedir. Sivil toplum, politik toplumu hem inşa edebilmesi hem de onun kendisini maddi bilinçte yeniden üretebilmesi için var olması elzem gelen ilk aşamadır. Yani birinin, ötekini içerdiği bir durum söz konusudur. Gilbert Moget’nin deyimiyle birbirine bağlı iki diyalektik uğraktır ve egemenliği elinde tutup da kendini rıza üzerinden üretemeyen bir sınıf var olamaz.[4]

Nasıl egemen sınıf kendi hegemonyasını baskı devletinin aygıtları aracılığıyla üretmek zorundaysa, uluslararası sistemde de hegemon devlet kendi hegemonyasını öyle üretmek zorundadır. 

Birbirinin tersi olan hegemonya ve baskı ise bu ayrışmış bulunan iki ayrı durağın öğeleridirler. Politik toplum bir sonraki uğrak olarak baskıyı temsil ederken, ondan önceki uğrak olarak sivil toplumda hegemonyanın kendisini temsil etmektedir. Aslında burada anlatılmak istenen, Hegel’in yine tarih felsefesindeki bilincin tarihsel süreç içerisinde geçtiği momentlerin bir yeniden yorumlanışıdır. Sivil toplum veya rıza toplumu uğrağından geçen maddi bilinç, kendi kaynağı olan politik veya baskı toplumuna dönmek zorundadır.

Robert Cox’un ise sorunsallaştırması bu tür bir ilişkinin, uluslararası ilişkilere yorumlanmasından geçmektedir. Çünkü nasıl egemen sınıf kendi hegemonyasını baskı devletinin aygıtları aracılığıyla üretmek zorundaysa, uluslararası sistemde de hegemon devlet kendi hegemonyasını öyle üretmek zorundadır. Bu açıdan sosyal sınıflardan başka bir şey olmayan sosyal güçlerin şekillendirdiği dünya düzeni, kendisini yeniden üretecek bir hegemona muhtaçtır.

Uluslararası sistemin baskı aygıtlarını oluşturan maddi (konvansiyonel) güçlerin yanında hegemon, kendisi haricindeki ikincil devletlerin çıkar algılamaları yoluyla rıza üretecek şekilde konumlanmasını sağlar. Hegemonun gücünün artması demek, diğer devlet ve onların sosyal sınıflarının çıkarlarının maksimize olacağını düşünerek onay verdiği bir rıza sürecinin inşası demektir.[5]

Althusser ve Gramsci

Cox’un eleştirel teorisinin Gramsci temelli bu açıklanışı, bizi ikinci bir soruna götürmektedir. O da hegemonyanın nasıl uluslararası sisteme aktarıldığı meselesine. Gramsci’ye göre ideoloji, maddi ve kurumsal bir doğası bulunan pratikler, ilkeler ve dogmalar alanıdır.[6] Ama öte yandan kendiliğinden açığa çıkmak yerine üretilen de bir şeydir. Bu sebeple Gramsci, ideolojinin üretiminde sınıfın organik aydınlarının önemine değinir. Bu aydınlar ise ideolojinin her gün söylem, pratik ve ritüel bakımından yeniden üretilmesini sağlarlar.

Bu noktada Althusser devreye girerek sınıf hegemonyasını oluşturan bir araç olarak ideolojinin ne şekilde üretildiğini kendi teorisi üzerinden anlatır. Bunun anlatımına girmeden önce Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’ne atıf yapmakta yarar vardır. Buna göre; egemen sınıfın fikirleri her çağda egemen fikirlerdir, diğer bir deyişle, toplumun maddi gücünü yöneten sınıf aynı zamanda düşünsel gücünü de yönetir. Emrinde bulundurduğu maddi üretim araçlarını yöneten sınıf, sonuç olarak düşünce üretim araçlarını da kontrol eder.[7]

Marx ve Engels’in bu sözlerinin ilkinden hegemonyanın onlardaki kaynağını, ikincisinden ise ideolojinin kaynağını gözlemlemek mümkündür. Kısacası; düşünceler zamanın hegemonyasını kurmak için rıza üretecek olan araçlar olarak görevlerini yerine getirirler. Bu düşünceler ise ideolojik olarak düşünce üretim araçları üzerinden üretilirler. Bu ikinci kısımda Althusser’in teorisinin, Gramsci’nin teorisinin bir tamamlayıcısı olduğunu söylemek mümkündür.

Althusser’e göre emek gücünün yeniden üretimi, kendisinin olmazsa olmaz koşulu olarak yalnızca niteliklerinin değil ama egemen ideolojiye boyun eğişinin ve bunun pratiğinin de yeniden üretimini açığa çıkarır. Bunu yaparken ideolojik tabi olma biçimleri içinde ve bunların altında niteliksel olarak üretilir.[8] Gramsci’nin hegemonyasından da anlayacağımız üzere, yaşamak için emek gücünü satan bir emekçinin evden çıkıp fabrikaya yürümesinde ve bunu her gün tekrarlayarak alternatif bir yol görmemesindeki ana sebep, ideoloji ve onu üreten ideolojik aygıtlardır.

Devletin iki ana aygıt dizisinden birisi olan ideolojik aygıtların (DİA) yanında, devletin baskı aygıtları (DBA) da bulunur. Aslında devlet aygıtının ideolojik ve baskı araçları, Gramsci’nin kuramındaki iki farklı toplumun da yeniden üretimini sağlar. Aşamasal olarak düşünülecek olursa sivil toplumun rızası, bu toplumu yeniden üretmek için gerekli olan ideolojik aygıtlarla sağlanır. Bir sonraki diyalektik uğrak olarak politik toplum ise devletin baskı aygıtlarıyla çevrelenmiş bir durumdadır. Politik toplumun üretimi, aynı zamanda bu toplumu kontrol eden sınıfın da iktidarının üretimi, baskı aygıtlarının çalışmasına bağlıdır.

Devam edecek…


[1] Justin Rosenberg (1994), Empire Of Civil Society: A Critique Of The Realist Theory Of International Relations, Verso Press

[2] Robert Cox (1981), “Social Forces, States and World Orders: Beyond International Relations Theory”, Millennium Journal of International Studies, 10. Sayı, No. 2, s. 138.

[3] Valeriano Ramos Jr., “The Concepts Of Ideology, Hegemony And Organic Intellectuals In Gramsci’s Marxism, Theoretical Review, 27. Sayı, Mart-Nisan 1982.

[4] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Sol Yayınları, Kasım 2016, s. 60.

[5] Mehmet Akif Okur, “Gramsci, Cox  ve Hegemonya: Yerelden Küresele, İktidarın Sosyolojisi Üzerine”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 12, Sayı 46, s. 144.

[6] a.g.e., 1982

[7] Karl Marx ve Friedrich Engels, German Ideology Including Theses On Feuerbach And Introduction To Critique Of Political Economy, Prometheus Books, 1998, s.67.

[8] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, İthaki Yayınları, Mayıs 2019, 7. Baskı, s. 41.


Doğukan Taşkıran

1997’de İstanbul’da doğdu. 2020’de Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. Marmara Üniversitesi Uluslararası Politik Ekonomi yüksek lisans programında öğrenimine devam etmektedir.

Politik ekonomi, uluslararası ilişkiler teorisi, siyaset teorisi üzerine yazmakta olup Gergedan Dergi’de aynı alanda yazı üretmektedir.

(Visited 2.030 times, 1 visits today)
Close