Written by 09:00 Makaleler

Post-Sivil Toplumda Siyaset Yapmak Mümkün mü?

Zeynep Küçük yazdı…

Bugün demokrasiyle eş anlamda kullandığımız katılımcı siyasetin temeli Antik Yunandaki küçük şehir devletlerine dayanıyor. “Polis” diye de bildiğimiz bu mekânsal birim yalnızca “politika”ya etimolojik bir öncül olmakla kalmamış aynı zamanda bugün hala atıfta bulunduğumuz demokratik vatandaşlık ve toplum tanımlarını şekillendirmiştir. Bu nedenle bilinen ilk anlamıyla siyasetin mekansallıkla şekillendiğini ve oldukça yerel ve direkt bir karaktere sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz. Polis’te yaşayan her bir vatandaşın (köle, çocuk ve kadın olmayanlar) siyasi tartışmalarda söz sahibi olduğu, gücün ve sorumluluğun yatay bir biçimde paylaşıldığı, politik öznenin temsil ve vekaletinin yalnızca kendisinde olduğu bu sistem küçük bir şehir devletinde görece başarılı bir şekilde işlemiş. Popülasyonun az, yerleşim alanlarının küçük ve bürokrasinin ham olduğu Atina demokrasisindeki vatandaşlık anlayışı bu nedenle oldukça yerel ve direkt kalmış. Hatta kişinin siyasi vekaletini başka birinin eline teslim etmesi zamanın düşünürlerine göre kölelikle eş tutulmuş.[1] Ne zaman ki mekânsal sınırlar genişleyip imparatorluklar kurulmaya başlamış; o zaman politikanın ne olduğu, vatandaşla nasıl ilişkilendiği, toplumun hangi biçimlerde inşa edilip bir arada tutulduğu başka yollarla açıklanmaya başlanmış.

Atina demokrasisindeki vatandaş tanımı katılımcılık üzerine kurulu iken Roma İmparatorluğu’ndaki vatandaş kutsal bir idealin gölgesinde beraber yaşamayı anlatıyor.

Antik Yunan polis’lerinden Hristiyanlığın yükselişine uzanan süreç siyasetin mekansallıkla ilişkisini anlamak ve mekanın çözülüşüyle doğan post-sivil toplumu okuyabilmek için önemli bir tartışma alanı. Bu nedenle bu süreçle ilgili kısa bir düşünce egzersizini yararlı buluyorum. Büyük İskender’in istilalarıyla başlayan Helenistik dönem ve imparatorlukların doğuşu temelde bize büyük bir mekânsal dönüşümü gösteriyor. Ülke topraklarının genişlemesi ve çok daha büyük popülasyonların bir siyasi nesne haline gelmesi şehir-devlet temelli Atina demokrasilerinin politik gerçeklikte yerini kaybetmesine yol açıyor. Bu dönüşüm mekânsal bir genişlemeyle gelen lojistik zorlukların yanında siyasi olanın özünü yeniden tartışmaya açıyor. Atina polis’lerine göre oldukça heterojen olan imparatorluklarda büyük popülasyonların yönetilebilmesi için kurumların aracı gücüne ihtiyaç duyuluyor. Özellikle Roma Cumhuriyeti döneminde yeşermeye başlayan bürokratik akıl, politik kararlar ve özne arasındaki organik bağı yavaş yavaş koparmaya başlıyor. Bunun yanında siyasi erkin tezahürü de oldukça kutsal ve soyut bir hal alıyor. Atina demokrasisindeki vatandaş tanımı katılımcılık üzerine kurulu iken Roma İmparatorluğu’ndaki vatandaş kutsal bir idealin gölgesinde beraber yaşamayı anlatıyor. Kısacası mekânsal sınırların genişlemesiyle politik olanın içi boşalıyor ve vatandaşlık da politik bir kavram olmaktan çıkıyor. İnsanları bir arada tutan bağlar da artık politik değil. Stoacıların bireysellikle kozmos arasında salınan mutluluk arayışları, Roma İmparatorluğu’nun tanrı-krallarının birleştirici gücü, Hıristiyanlığın ilahi cemaat inşası bize organik politik topluluğun da mekânsal genişlemelerle nasıl çözüldüğünü gösteriyor.

Bugün karşı karşıya olduğumuz durumsa mekanla bambaşka bir şekilde ilişkileniyor. Küreselleşme mekânsal bir genişleme değil, hız ve ilişkiselliğin getirdiği mekânsal bir çözülmeye işaret ediyor. Başka bir deyişle mekânsal sınırlar politikada geçerli bir analitik alan olmaktan çıkıyor. Ulus-devlet sınırlarının çok daha ötesinde yeni güç teknolojileri daha mahrem, yayılmacı ve sivil aygıtlarla bedenlerimizi ve benliklerimizi ıslah edebiliyor. Post-sivil toplum da bu küresel güç ekonomisinde tartışılan kavramlardan bir tanesi. Post-sivil topluma içkin neo-liberal ekonomik pratikler ve iletişim teknolojileri bizi mekânsal sınırlardan bağımsız yeni siyaset biçimlerine çağırıyor. Buradaki asıl soru ise bireysellik ve küreselleşme ikiliğine sıkışmış politik özneyi bu düzlemde nereye oturtacağımız.

Küresel düzenin en önemli iç çatışmalarından biri, yerel bağları devam eden insanların evrensele de kapıyı aralamış olması. Bu sebeple ulus-devletin öngördüğü politik sınırlar yeni oluşmaya başlayan mekansız topluluklarla örtüşmüyor. Ayrıca siyasetin odağını suni bir biçimde ulus-devlette tutmaya çalışmak içeride üsttenci bir yönetim anlayışına, dışarıda ise şovenist bir temsile yol açıyor. Kısacası artık katılımcı vatandaş, ulus-devlete içkin siyaset alanları dışında alternatif alanlarda var olabiliyor, alternatif bilgi ağlarını kullanabiliyor. Bu alanların oluşması için de mekânsal sınırları aşan ortaklık zeminleri bulmak gerektiği açık. Fakat bu alanları ararken iki eşit derece tehlikeli teorik tuzaktan kaçınmayı önemli buluyorum. İlk olarak katılımcı politik özneyi yeniden hatırlamak için kör bir “polis” nostaljisinin yeterli olmadığını düşünüyorum. Polis, katılımcı siyasi karakterini tamamen mekan üzerinden tanımlayan bir birim olduğu için küreselleşmenin getirdiği mekânsal çözülmeye tatmin edici bir reçete üretemeyeceği görüşündeyim. İkinci olarak akıl, insan sevgisi, dayanışma gibi evrensel ortaklık alanları arayan kozmopolitan anlayışa mesafe almak istiyorum. Bunun sebebi ise bu soyut ortaklık alanlarının katılımcı vatandaşlıktan ziyade maneviyatla yüklü olmasını oldukça riskli bulmam. Siyasetin özünün maneviyat içinde sönümlenmesi bir tarafa, bu tür normatif ideallerin güç asimetrilerini hangi biçimlerde gizleyebildiğini birçok geçmiş örnekten biliyoruz. Dolayısıyla bir gözümüz Atina demokrasisinde kalmadan, diğer bir yanımız kozmosa uzanmadan, ayaklarımız yere basarak nasıl katılımcı politik özneyi yeniden uyandırabiliriz?

Siyasi olanın özünü mekanla sınırlamadan veya evrenselin içinde tahakküm ilişkilerini gizlemeden de katılımcı siyaset yapmak çok da imkansız değil.

Hala devam eden büyük bir teorik ve pratik tartışmanın göbeğindeki bu siyasi özne sorusuna bir cevap bulduğumu iddia etmek niyetinde değilim. Hala birçok büyük kuramcı bu soruya cevap vermek yerine yeni sorular sormayı daha etkin bir düşünsel adım olarak görüyor. Bu soruyla güzel bir tartışmaya giren Euben’in “çoklu yurttaş benliği”[2] diye adlandırdığı konsepti bu bağlamda çok ümit verici bulduğumu söylemeliyim. Euben’e göre demokrasi artık tekil, kesişmeyen ve mekanla sınırlanmış bir siyasi anlayıştan ziyade momentlerde gözlemlenebiliyor. Kişi yerelden evrensele uzanacak bir biçimde, siyasi bir özne olarak sesini duyurabildiği her anda katılımcı benliğini yeşertiyor. Bir sivil itaatsizlik eyleminden, internette bir bilgiyi dolaşıma sokabilmeye kadar uzanan geniş bir spektrumda birçok moment bu açıdan değerli. Kısacası siyasi olanın özünü mekanla sınırlamadan veya evrenselin içinde tahakküm ilişkilerini gizlemeden de katılımcı siyaset yapmak çok da imkansız değil. Arendt’in de dediği gibi : “Polis aslında insanların beraberce hareket etme ve söyleşme niyetiyle ortaya çıkmıştır. Haliyle onu neredeyse her zaman ve her yerde bulabiliriz.”


[1] Bkz. Aristoteles “Politika”

[2] Peter Euben, “The Polis, Globalization and the Citizenship of Place”, Platonic Noise, Princeton University Press, pp. 112-140

(Visited 324 times, 1 visits today)
Close