Written by 06:00 Röportaj

Barış Zeren ile Hamidizm, İslamcılık ve İstibdat Üzerine

Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni Röportajları I

Behlül Özkan ve Tolga Gürakar’ın derlediği “Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni” 2020 yılının sonunda raflarda yerini aldı. Tekin Yayınevi etiketiyle çıkan kitapta 10 sosyal bilimci ordu, sermaye ve ABD üçgeninde siyasal İslamcılığın gelişmini inceliyorlar. Dış politika analizinde egemen Soğuk Savaş anlatısına ve Türkiye’nin merkez-çevre eksenli sosyolojik tahliline eleştirel bir yaklaşım ortaya koyan bu çalışma, Türkiye’nin bugünkü siyasi rejimini anlamak için de yol gösterici nitelikte.

Gergedan Dergi olarak bugünden itibaren her haftasonu Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni‘nin yazarlarıyla kısa röportajlar yayımlıyoruz. İlk konuğumuz kitapta yer alan “Hayal ile Gerçeklik Arasında İslamcı İktidar: Hamidizm Üzerine” başlıklı makalenin yazarı Barış Zeren.


Gergedan Dergi: İslamcılığın tarihine baktığımızda II. Abdülhamit’le mutlak bir uyuşmadan söz etmek zor. Öyle ki İslamcılığın simge isimlerinden Mehmet Akif’in sizin kullandığınız şekliyle hamidizmle açık bir çatışma içerisinde olduğu biliniyor.

Bununla birlikte Necip Fazıl başta olmak üzere AKP’nin ideolojik kaynaklarında da güçlü bir Abdülhamit hayranlığı görüyoruz. Bu çelişkiyi nasıl anlamalıyız? Muktedir İslamcılar için hamidizm nasıl bir arayışa cevap veriyor?

Barış Zeren: Öncelikle, Hamidizm terimini aslında kullanan ben değilim. Erdoğan iktidarının özellikle 2015 sonrası aldığı biçim, buna eşlik eden Abdülhamid propagandası, tarihçilerde de Abdülhamid dönemini yeniden ele alma eğilimi doğurdu, terimi de bu tartışmalardan ödünç aldım. Hatta liberal tarih yazımı içinde, Abdülhamid’ten bu yana uzanan bir “Türk devlet geleneği”, bu anlamda bir süreklilik, olduğu iddiası bile belirdi. Bunun Erdoğan iktidarı yanlılarının “kadim devlet aklı” söylemiyle aynı niteliği taşıdığına da geçerken değineyim. Tarih aşırı bir devlet geleneği icat etmede paraleller, biri övünüyor, biri eleştiriyor.

Ben ise Hamidizmi bu anlamda değil, bir refleks, bir tür sendromun siyasal rejim haline dönüşmesi olarak kullandım. Tarihte iki ayrı evrede ortaya çıkmış iki benzer eğilim, bugün Nisan 2017 rejimi örneğinde somutlaşıyor. Gerçekten de Erdoğan iktidarı ile Abdülhamid dönemi arasında benzerlikler var, ama yüceltilecek bir benzerlik değil. Dış politikada sıkışma, iç politikada kriz, bu krize karşı reçetesizlik, söz konusu sendromun tetikleyicileri. Ne bir doktrin ne bir akıl bu. Hatta bir devlet düzeni demekten, 2017’de kabul edilen metni de anayasa olarak tanımlamaktan özellikle kaçındım. Bir tür süreklileşmiş olağanüstü hal yaşıyoruz, ama olağanüstü halin de anayasayı yutmuş hali. Anayasa’nın adı var, kendi yok. Tıpkı anayasayı da bürokrasiyi de kenara atmış Abdülhamid’in her yıl Kanun-ı Esasi’yi devlet yıllıklarında basmayı ihmal etmemesi gibi.

Anayasa’nın adı var, kendi yok. Tıpkı anayasayı da bürokrasiyi de kenara atmış Abdülhamid’in her yıl Kanun-ı Esasi’yi devlet yıllıklarında basmayı ihmal etmemesi gibi.

Kuvvetler birliği de diyemeyiz bu sisteme, zira anayasa yoksa kuvvetler de yoktur. Nitekim, hükümetin bir emri, yarın tam tersine dönebiliyor, yasalar, kararnameler, politikalar her şey geçici, uçucu. Göremediğiniz tek şey, kanun normu, kurum, uzun dönemli bir politika. Devletin ufkundan uzun dönem kalkmış durumda, bu, devlet olmamakla eşdeğerdir. İslamcılık, devleti içeriden kemirmiş ve refleksif bir organizmaya çevirmiş. Kalıcı olan tek şey, Mehmet Akif’in deyişiyle “saraydaki baykuş” ve çıkar dağıtım ağları. Hamidizm özetle budur.

Ve bunu söylerken Abdülhamid’e bile haksızlık etmek istemem, kendisi hiç değilse opera severdi, kurumlar oluşturdu, kendisine düşman yetiştirdiğini bile bile askeri, mülki eğitimi geliştirdi. Şimdi o da yok.

Abdülhamid’in istibdad olduğunu, bugünkü rejimin otoriter olduğunu hemen herkes dile getiriyor ama nasıl bir otoriterlik bu? Hitler gibi mi? Abdülhamid’in çağdaşı Rus çarları gibi mi? Yoksa, ne bileyim, Louis Bonaparte’a mı benziyor? Hiçbiri değil. Bir tür yenilgi yönetimi söz konusu. Savunmacı. Kendi devletinden, kendi kurumlarından bile korkma hali. O nedenle de kırılgan aslında. Binali Yıldırım “olağanüstü hali devlete ilan ettik” derken Abdülhamid’i biliyor değil, aynı sendromu yaşıyorlar. Metaforlarla konuşmayı seven Devlet Bahçeli’nin yeni sistem için “koruma duvarı” demesi yol gösterici. Abdülhamid’in Yıldız Sarayı’na kapanma ihtiyacıyla paralel düşünülmeli, yazıda bu işaretleri izledim.

İslamcılık, devleti içeriden kemirmiş ve refleksif bir organizmaya çevirmiş. Kalıcı olan tek şey, Mehmet Akif’in deyişiyle “saraydaki baykuş” ve çıkar dağıtım ağları. Hamidizm özetle budur.

Asıl sorunuza gelirsek; evet önde gelen İslamcı isimlerle Abdülhamid arasında bir gerilim hep oldu. Mehmet Akif dediniz, daha çarpıcı örnek, 31 Mart ayaklanmasının lideri Derviş Vahdeti aklıma geldi. Vahdeti, Abdülhamid rejimi sırasında Kıbrıs’a kaçan muhaliflere yardım ediyordu, hani neredeyse jön türk denecek. Ama nihayetinde, 1909’da “irtica” yani gericilik terimini siyasi literatürümüze sokan bir ayaklanmayı örgütlediği için idam edildi. Gerçekten de Hareket Ordusu sürprizi olmasa, Vahdeti sayesinde Abdülhamid ikinci bir hamleyle anayasayı tekrar ortadan kaldırma, istibdadı geri getirme fırsatı buluyordu. Said-i Nursi gibi isimleri de aynı torbaya koyabiliriz.

İsimlere bakınca anlaşılıyordur, bunların arasındaki çelişki hiç de toplum ya da devlet vizyonuna ilişkin değildir. Evet, İslamcı siyaset içinde işte Nakşi-Nurcu, Meşihat-Şeriat, ya da Hocacı-Reisçi kavgaları eksik olmaz. İşte, dini otorite payesini kim taşıyacak, devletin başındaki mi, tarikat şeyhi mi, bu bir gerilimdir, ama bunları çok daha “maddi” bir kavganın uzantısı saymalı. Mesela, Abdülhamid’in İngiltere’ye mesafe koyması ile İslamcı düşünürlerde yükselen Abdülhamid alerjisi arasındaki bağıntıya odaklanabilirsiniz. İngiltere İslamcılığı ile Alman İslamcılığı arasındaki gerilim, Abdülhamid’in burada oynamak istediği rol vesaire.

Tabii, İslamcı akımların Abdülhamid’e bakışları ayrıntılı, başka bir konu. Bu Vahdeti örneğini, bu çelişkinin nihayetinde fazla abartılmaması gerektiğini söylemek için verdim. Kazıdığınızda altından ekonomik, politik kaygılar çıkar ki, bunları da küçümsemiyorum, yeterince öfke doğurur. Ama bu öfke birbirini beslemeye engel değildir.

İktidardaki İslamcılar Abdülhamid’de ne mi buluyor? Yazımda örnek verdim, Mustafa Akyol örneğin, kendisi biliyorsunuz, eğitimli “muhafazakarlarımızdan”, Taha Akyol’un da oğlu. The Economist dergisinde Hilafet’le ilgili bir yazıda alıntılanmış, açıkça diyor ki, Britanya’nın Müslüman ülkelere açılımında Osmanlı hilafeti çok yardımcı oldu. Yazının alt başlığı “Avrupa’nın hilafeti baltalama hamleleri teolojik nüfuz merkezini kaydırdı.” Fotoğrafta Abdülhamid var. Bunlar, 15 Temmuz darbe girişiminin hemen ertesinde, olağanüstü halin ilanından beş gün sonra yazılmış bu arada.

Demek, hilafet ya da tek adamlık, kriz içinde, devletler sisteminde konumu sallantılı bir ülkenin büyük devletler nezdinde rol kapması, “pro-aktif olması” için elzem görülüyor. Hız çok övülüyor ya, günübirlik manevralar için bir tek el zorunlu. İngiltere, Almanya arasında zigzaglar çizen Abdülhamid için de böyleydi, Erdoğan’ın da sıklıkla kullandığı bir tema bu. Yenilgi yönetimi, gereğinde hızla tavizler verme, iç siyasette taviz ve başarısızlıkların sorumluluğundan kurtulma, ama aynı zamanda “egemen ve milli” taklidi yapabilme, bunları yaparken kendi iktidarıyla devletin kaderini özdeşleştirme, bütün bunlar gerçekten de el yordamıyla ulaşılmış bir Hamidizm’dir.

Ama bununla da sınırlı değil. Tarikat ve cemaat ağları, bunlara dağıtılan ekonomik gücün yönetilmesi, bunların tepesinde hakemlik edilmesi, verilene gereğinde el konup öbürüne devredilmesi, bütün bunları gerçekleştirme kaygısı, üstelik bunları yaparken en “milli” görünme, kitleleri en rahat yönlendirebilme imkanı! Tam bir nimet bu. Çöküşün yönetilmesi, ileri düzeyde oportünist, Abdülhamid’e benzer bir rejim ihtiyacı doğuruyor. Nitekim, bugün bazı İslamcı yazarların, hilafet çağrılarına başladıklarını şimdiden görüyoruz, bugüne kadarki yetmiyormuş gibi.

Çöküşün yönetilmesi, ileri düzeyde oportünist, Abdülhamid’e benzer bir rejim ihtiyacı doğuruyor.

Gergedan Dergi: Makalenizde II. Abdülhamit şahsında yaratılan mitin İslamcılık ve AKP iktidarı için önemini inceliyorsunuz. Tespitinize göre hamidizim, AKP’ye hukuki ve bürokratik bağlardan kurtulma; iktidar yanlısı yazarların ifadesiyle “otonomlaşma” imkanı sunuyor.

Otonomlaşma kavramı bağlamında, üçüncü kez cumhurbaşkanı adayı olup olamayacağı hukukçular arasında tartışılan Erdoğan’ın yeniden aday olma ve seçilme ihtimalini nasıl değerlendiriyorsunuz? Hukukun bağlayıcılığından bir nebze de olsa söz edebilir miyiz? Otonominin bir sınırı var mı yoksa bu tartışmalar geride mi kaldı?

Barış Zeren: Bence Türkiye’de Beştepe rejiminden bunalmış “en az” yüzde 50 seçmenin önüne seçimleri ve sandığı çıkış yolu olarak koymada ciddi bir konformizm var, Mustafa Kemal’in diliyle “gaflet”. Tersini kabul etmekten doğacak politik sorumlulukları düşünmek bile istemeyen bir muhalif siyaset ve aydın sınıfının dışavurumu bu. Devekuşu sendromu.

Çünkü Erdoğan seçimlerde yenilmez değil, yenilir. Yenildi de. Üstelik, son yerel seçimlerde değil, 7 Haziran 2015’ten başlayarak yenildi. Siyasal İslam İstanbul’u çeyrek asır sonra, son yerel seçimlerde değil, Nisan 2017’de kaybetti, yanında Ankara’yı da. Ama yenilgi yönetimi derken zaten bunu kastediyorum, AKP 2003’ten beri yalnızca seçimlerde değil, çok yenildi ve bugünkü rejim bu yenilgilerin içinden, onu yönetme modeli olarak çıktı. Nitekim, normalde bu kadar politikası iflas etmiş, demokratik bir ülkede çoktan inmesi gereken bir iktidar, bütün yenilgilerin de çevresinden dolaştı, mülki idare kanunlarını değiştirdi, hep ittifaklar buldu, önce liberal oldu, sonra açılımlarda Öcalan övüldü, derken Türk milliyetçisi oldu, hatta ulusalcı ve yer yer Kemalist bile oldu, en nihayetinde çarpık, biçimsiz bir anayasa değişikliği de yaptı, uçağını düşürdüğü büyük devletlerin kim bilir ne pazarlıklarla dış desteğini aldı. En önemlisi, giderek polis, ordu ve istihbarata yerleşti. Bu arada, acıyla anayım, ülkede bombalar patladı, 1980 öncesine rahmet okutacak kitle katliamları yaşandı, hâlâ hepsi karanlıkta.

AKP 2003’ten beri yalnızca seçimlerde değil, çok yenildi ve bugünkü rejim bu yenilgilerin içinden, onu yönetme modeli olarak çıktı.

İktidardakilerin otonomlaşmadan, koruma duvarları arkasına geçmeden kasıtları, zaten parlamenter, hukuksal, kurumsal, siyasal bütün bağlayıcılıklardan kurtulma ve bu esnekliği, manevra kabiliyetini kazanma. O kadar ki, gereğinde AKP’den bile bağımsızlaşmayı göze almış durumdalar. Bunu benim abartım saymayın, aslında muhalefetin muhafazakarlaşmasında bir boyut da AKP’yi Erdoğan’ın altından çekebileceklerini düşünmeleri. Düşünemedikleri, şu anki iktidarın da bunu hesaplamış olduğu.

Dolayısıyla, bu istibdattan çıkışın basit bir seçim başarısıyla olacağına inanmıyorum. Ayrıca, olası bir seçim zaferini, parlamenter sisteme dönüşe zemin olarak öneren Millet İttifakı da inandırıcı gelmiyor. Seçim meşruiyetiyle parlamenter sistem kurulacaktıysa, en başta, parlamenter sistemi kaldıran Nisan 2017’nin dibine kadar şaibeli sonuçlarını neden kabul ettiniz? Bırakalım bunları.

Bu arada, bir sonraki çalışmamın, bu tür rejimlerin kurulmasında muhalefetin rolü üzerine olduğunu da haber vereyim izninizle. Rusya’da Komünist Parti’yi ve Türkiye’de Cumhuriyet Halk Partisi’ni, ülkelerinde kurucu ideolojinin çöküş sürecine aktif ve pasif katılımları bakımından karşılaştırıyorum.

Ama, sorunuzu şöyle değiştireyim: İktidarın süregiden krizi, şu anki Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden vazgeçme esnekliği ve eğretiliği göstermesini gerektirecek bir boyuta varabilir mi? Yani vazgeçmeyi çıkarlarına daha uygun görüp daha parlamenter görünen bir yapıya geçebilirler mi? Sistemin kritik noktalarını kontrol, hesap vermezlik ve sorumsuzluğun sürmesi –tezgâhın korunması– kaydıyla neden olmasın? En son “reform” söylemleriyle bunun etkisini de tarttılar aslında. Tamamen farazi, ama bunun 2003’ten beri yaşadıklarımızla ve Hamidizm tariflerimle uyumlu olduğunu düşünüyorum. Abdülhamid de kurtlarla ulumayı bilirdi.

İstibdat, kendisini kurtarırken ülkeyi çöküşe götürmek demektir.

Son olarak, iktidarın yenilmez ve sınırsız olduğuna hiç inanmadım. Ama bu iktidar tepeden inmedi, müthiş taktiklerle ilerlemedi, Türkiye’de müesses nizamın böyle bir iktidara ihtiyacı olarak doğdu. O yüzden yukarıda saydığımız alan ve ittifakları buldu. Şimdi, bugünkü duruma yol açan isimleri çözüm olarak görme gafletini bırakmalıyız. İstibdat, kendisini kurtarırken ülkeyi çöküşe götürmek demektir. Entelektüel, siyasal konformizmden kurtulmak ve bu defteri bir daha açılmamak üzere kapatacak, bu dönemi “devr-i sabık” kılacak yeni bir reçete tasarlamaya başlamak gerekiyor.

Teşekkür ederim.

(Visited 1.206 times, 1 visits today)
Close