Marx, kapitalizme varan yolda toplumların dört aşamadan geçtiklerini belirtir: köleliğin ve serfliğin kişileri topraktan koparacak şekilde erimesi (ki iki ayrı aşamada birbirine dönüşeceklerdir), köylülüğün erimesi, esnaflığın erimesi, senyörlere dönüşen barbar şeflerin avenelerinin-maiyetlerinin erimesi.[1]
Burada ele alınması gereken, devletleşme süreçleridir. Devletleşmenin önemi, kölelerin nasıl serflere döndüklerinin açıklanması açısından elzemdir. Her ne kadar çeşitli zamanlarda çeşitli köle isyanları olsa da bu köle isyanlarının hiçbiri, diğer sınıfı deviren sosyal bir devrim olma rolünü başaramamıştır. Bu görevi, tam aksine, köleleri zincirlerinden özgürleştirecek olan role sahip barbarlar görmüştür.
Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabında Friedrich Engels, bu devletleşme süreçlerini üç şekilde açıklamaktadır: birincisi, Antik Yunan’da ziraat toplumundaki genslerin içinde gerçekleşen sınıf karşıtlıklarıyla çözülmesi; ikincisi Roma’da kentin dışında kalan plebler ile şehirdeki soylu patriciler arasında giderek açılan farkın pleblerin şehir yaşamına katılımıyla parçalanması, üçüncüsü ise Almanya’da (ve Batı Avrupa’da) gense dayalı yapılanma fethedilen yabancı bölgelerin yönetilmesi için araç sunamadığından toplumun sınıflaşması şeklindedir.[2]
Hikmet Kıvılcımlı ise bunu Tarih Devrim Sosyalizm kitabında genel olarak ikiye indirger: yukarı barbarlık aşamasındaki toplumun kendi içinden çözülerek devletleşmesi ve orta barbar toplumların istila ettikleri sınıflı toplum medeniyetine dâhil olarak doğrudan devlet bünyesinde içerilmesi.[3]
Çoban toplumu olan orta barbarların örgütlendiği yapının sınıf yerine gens olması, onların arasındaki ilişkilerin de kökünden medeniyet toplumlarından değişik olması demektir.
Çoban toplumu olan orta barbarların örgütlendiği yapının sınıf yerine gens olması, onların arasındaki ilişkilerin de kökünden medeniyet toplumlarından değişik olması demektir. Devlet öncüsü yapılanmalar olan komünün barbarları arasında -Engels’in deyimiyle ayrı bir silahlı teşkilata sahip kamu gücü olmadığı için- herkes silahlıydı. Bu sebeple ayrı bir gücün barbarları kul yapması mümkün değildi. Barbarlar arasında zaman zaman, özellikle yukarı barbarlıkta, egemenlik ilişkileri oluyordu ama bu köleci toplumlardaki gibi bir kul-efendi ilişkisine dönüşmüyordu.
Uzun lafın kısası, orta barbar topluluklar istila ettikleri yerlerde bu kul-efendi ilişkisine girmediler. Tam aksine, köleler ya barbar şeflerin maiyetlerine girdiler ya da kendi topraklarında serfler haline dönüştüler. Kölelerin düşünsel alanda dahi kullanılması, barbarların fethettikleri uçsuz bucaksız toprakları kontrol etmelerinde işlerine yaradı. Zaten halihazırda latifandeum topraklarının varlığı, Roma’da bir toprak aristokrasisinin Osmanlı’daki malikane sistemini andıracak şekilde örgütlenmesini sağlamıştı. Bu sebeple kölelerin patricilere yakın tabanları, olası feodal örgütlenmeler konusunda da deneyim sahibiydiler. Yer yer bazı kölelerin sonradan soylu olarak yükseldikleri bile anlatılır.
Cermenlerin, Roma’ya olan akınları sonrasında bu gens örgütlenmelerinin yayılışları, işte bu sebeple barbar şeflerin aralarında paylaştıkları toprakların özerk bir biçimde kendi kendini yönetmesini getirdi. İlk kez burada, barbar şefin fethettiği toprakta zamanla yönetici aileler aristokratlaşarak diğerlerinden ayrıldılar. Feodal Batı Avrupa’daki senyörlerin kökenlerini, sonradan sınıflaşan bu barbar şefler oluşturdu. Orada köleliğin kişilere ait olduğu ve bu yüzden üretimin en azından devletin ortaklaşa şahsında yapılan bir kolektiflik gerektirmediği unutulmamalıdır.
Doğu toplumlarındaki orta barbar akınları ise karşılarında kişicil köleleri değil, ortaklaşa köleleri buldular. Sınıflı toplum medeniyetine dahil olduklarında onlar da tıpkı Cermenlerin yaptığı gibi, akınlarıyla köleleri özgürlüklerine kavuşturdular. Bu köleler de serf oldular ama kişilerin serfi değil, devletin serfi konumuna geçtiler. Cermenlerin karşılarında geniş toprakları kontrol edecek kadar geniş bir şekilde bulamadığı yönetim mekanizması, Doğu toplumlarındaki orta barbarların avuçlarında duruyordu. Bu sebeple medeniyete dâhil olanlar arasından yönetici bir ailenin ilk önce iktidarı diğerlerinin adına ve onların rızasıyla ele geçirmesi yetti. Yine de bu durum var olan yönetici devlet ailesinin ve ona ortak olan diğer ailelerin yönetimde sınıflaşma yoluna gitmelerini önlemedi.
Kısacası Batı ve Doğu toplumları arasında bulunan ana fark, en başta coğrafi üretici güçlerin kişileri ne şekilde bireysel birer emekçi haline getirdiği, onun ardından üretimin nasıl örgütlendiği nezdinde ortaya çıkıyor. Asyatik toplumlarda ilk Arap devletlerinden Abbasilere, oradan Türklere kadar uzanan tarihte hep bir gerçeklik olarak çıkan kendi kendine yeterli kır komünü yapısı, en azından kendi içinde bir daha çözülme yaşayana kadar hiç değişmedi. [4]
Asya toplumlarında medeniyetin tarihte getirdiği üçüncü bir işbölümü olarak bezirgânlık her zaman vardır.
Son olarak Asya tipi üretim tarzında yaygın bilinen bir yanlışa gelelim: Asya tipi toplumlarda bir tüccar sınıfının olmaması ve değişim ilişkilerinin yokluğu. Tam aksine, Asya toplumlarında medeniyetin tarihte getirdiği üçüncü bir iş bölümü olarak bezirgânlık her zaman vardır.[5] Önemli olan bezirgânların bu mübadele ekonomisi içerisinde tam olarak nasıl bir yer tuttuğudur. Örneğin Batı toplumlarında, özellikle merkantilist dönemde, tüccarlar güçlerinin doruğuna çıkmışlardır. Kır ile kent arasındaki mübadelenin sürüp gitmesinde önemli aracılık rolü oynamışlardır.
Aynı şekilde kendi özgün üretimlerine sahip olan şehir loncalarının zamanla üretimlerinin genişlemesi, beraberinde sonradan fabrika düzenine dek varacak olan kapitalizmi getirmiştir. Ama önce bunun için bir şey gerekmektedir: kendi toprağına sahip olan köylülerin topraklarından koparak mülksüzleşmeleri ve meta olarak emek güçlerini satmaları. Bu, zaten hâlihazırda geniş yeniden üretimin yapılarının beraberinde yükselmesine yol açacaktır. Asya tipi üretim tarzında kendi kendine yeterli komün yapılanmasının üretim şemasına bakıldığında ise burada “geniş yeniden üretim” yerine “basit yeniden üretim”in yapıldığı görülmektedir. Yani artık-ürün hiç yoktur denemese bile oldukça sınırlıdır. Var olan ürüne de zaten merkezî devlet sınıfları tarafından el konmaktadır. Buradaki bezirgânlık, yani tüccarlık, bu yüzden oldukça cılızdır ve daha çok dışarıya açık bir bezirgânlıktır.
Asya tipi üretim, bir üretim ilişkisinden çok mülkiyet biçiminde kendini göstermektedir.
Genel olarak ortaklaşa mülkiyet biçiminden başka bir şey olmayan Asya tipi üretim tarzının tarihte, ne şekilde feodaliteden ayrı bir yol izlediği burada yatar. Burada Batı’da köleci toplumlardan feodal topluma, Doğu’da ise köleci toplumdan Asya tipi topluma geçiş olmuş gibi düşünmek yanlıştır. Çünkü Asya tipi üretim, bir üretim ilişkisinden çok mülkiyet biçiminde kendini göstermektedir. Hatta Türkiye tarihinde iki kez yer almış Anadolu beylikleri dönemleri düşünülürse, feodalizmin Türkiye topraklarında kısa dönemlerde var olduğu bile görülebilmektedir.
Bir sonraki yazıda ise bu mülkiyet biçiminin Türkiye tarihine nasıl etki ettiği, tarih yazımında yer edinmiş önemli yazarların görüşlerine yer vererek açıklanacaktır. Aşağıdaki şemada hangi mülkiyet biçiminin hangi üretim ilişkisine yol verdiği görülebilir.
[1] a.g.e., 2015, s. 115-116.
[2] a.g.e., 2018, s. 209-210.
[3] a.g.e., 2012, s. 201-202.
[4] Lawrence Krader, The Asiatic Mode Of Production: Sources, Development And Critique In The Writing Of Marx, Koninklijke Van Gorcum & Comp. B. V. Assen, 1975, s. 119
[5] a.g.e., 2019, s. 205.
Doğukan Taşkıran
1997’de İstanbul’da doğdu. 2020’de Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. Marmara Üniversitesi Uluslararası Politik Ekonomi yüksek lisans programında öğrenimine devam etmektedir.
Politik ekonomi, uluslararası ilişkiler teorisi, siyaset teorisi üzerine yazmakta olup Gergedan Dergi’de aynı alanda yazı üretmektedir.