Written by 07:00 Makaleler

Mesih Beklerken Gelen Deccal: Z Kuşağı Üzerine Keyif Bozan Bir Kehanet

Enes Gündoğdu yazdı.

Adı mesih ya da mehdi olsun süper mahluk bir kurtarıcının ansızın çıkagelip ilahi bir dokunuşla ölümcül yaralarımızı onduracağını, bir nevi nar cehennemi gül cennete çevireceğini beklemenin kökeninde hantal bir karakterin ve yitirilmiş bir özgüvenin yattığına dair meşhur espriyi eminim herkes duymuştur. Bir süredir gündemi meşgul eden Z kuşağı tartışmalarının da böyle bir boyutu olduğu muhakkak. Ancak diğer taraftan, bazıları neredeyse birkaç asırlık olan kronik sorunlarımızın çözümünü -başka hiç dertleri yokmuş gibi- tüyü bitmemiş ergenlerin sırtına yüklemek inatçı bir atalet duygusuyla açıklanamayacak kadar irice bir hinlik doğrusu.

Neyse ki Z kuşağı fantezisinin saman alevi gibi parladığı günleri takiben geçen sürede genele aykırı ve eleştirel yaklaşımlar da görmeye başladık. Taçlı Yazıcıoğlu’nun Birikim Güncelde çıkan yazısı bu tür eleştirel yaklaşımlara iyi bir örnek.¹ Ama sanırım kamuoyunu en çok şaşırtan çıkış, KONDA genel müdürü Bekir Ağırdır’ın son araştırma bulgularına dayandığını söylediği açıklamaları oldu.² Ağırdır, gençlerin haftalardır konuyla ilgili yorumlarda sıkça tekrarlanan apolitiklik, avrofillik, özgürlükçülük ve evrensellik gibi Fukuyamacı değerleri savunmak bir yana MHP, İYİ PARTİ ve HDP gibi angaje milliyetçi kimlik hareketlerine yakın durduklarını iddia etti. Ayrıca yine araştırma sonuçlarına göre yeni nesil -klişeleşmiş apolitik duyarsızlık tezinin aksine- daha belirgin politik pozisyonlar talep ediyormuş. Ağırdır’ın en dikkat çeken kaanati ise -ki bu yazının ana omurgasını oluşturacak- gençlerin bir dünya görüşüne saplanmadığı, değer yargılarının son derece akışkan olduğu yönündeydi. Kişisel hak ve hürriyetine önem veren, bireyselliğini her şeyin üstünde tutan bir genç hayatında yaşadığı başarısızlıklar ve hayal kırıklıkları sonucunda kolektif kimliklerin güvenli alanına sığınabiliyor ve kendisini cemaat bağlarıyla (Türk, Sünni, vs.) ifade etmeye başlıyordu. Yalan değil, otorite tanımaz anarşik bir karakterin faşizme giden yolun taşlarını döşeyen pasif agresif bir işçiye dönüşmesinin hikayesi trajik olduğu kadar da ilgi çekicidir. Ancak ben tercihen aşağıdaki satırlarda bu dönüşümün sanılanın tersine bir sapma, kendini inkar veya kendine tepki olmadığını savunacağım. Temel iddiam insanı anarşist (otorite karşıtı) yapan şey ile faşist (otorite yanlısı) yapan şeyin aslında aynı “şey” olduğudur. Hatta belki ileri giderek şöyle de söylenebilir; anarşist ile faşist arasında motivasyonel anlamda etik politik bir farklılık yoktur, sadece derece farkı vardır. Dolayısıyla burada bir etki tepki diyalektiğinden ziyade dinamik bir metaformoz süreci söz konusudur. Metaformozu idare eden değişmez sabite olarak da bireyselliğe yani güçlendirilmiş egoya odaklanacağım.

Yazının genel planı şu şekilde olacak: ilk bölümde yeni nesil gençlere biçilen kurtarıcı “özgür birey” rolünün içeriğini Barbel Wardetzki’nin bu konudaki çalışmasından faydalanarak narsizm kavramı etrafında soruşturacağım. Bireyselliğin içinde mündemiç olan saldırganlığın, egoizmin ve güç istencinin otoriterleşme süreçlerindeki etkisine değinen kısa bir bölüm olacak bu. İkinci bölümde yine bu gençlerin özgürlükleri için mücadele edeceklerine -ve böylece otoriter gidişatı durduracaklarına- dair naif ümidi dikkate alarak şüpheci bir yaklaşımla tarihsel “mücadele”lerin gölgede kalan keskin taraflarını göstermeyi istiyorum. Mücadele dinamiğinin özgürlük ve bireysellik eksenini kesen iki yan anlamı var: bir tanesi mücadeleyi gerekli kılan ideallerin barındırdığı yoğun ahlakçılık, diğeri ise kuşak meselesinde görüldüğü gibi birlikte hareket etmenin koşulladığı tavizler. Kolektif düşmanlığın yeniden üretimi ve bireysel varoluşun cemaat kimliğine gömülmesiyle sonuçlanan pesimist bir başkaldırı hikayesi anlatacağım. Bu seferde narsist’in düşman kardeşi olarak kahraman imgesini kullanmayı planlıyorum. Çünkü Z kuşağı hakkında söylenen sözler bir kahramanlık anlatısından ibaret aslında. Kahraman’a dair yerleşik etik kabulleri yıkmayı hedeflemiyorum, şimdilik onları sadece biraz esnetmeyi umut ediyorum. Bu bölümün içeriği, tutarlı bir biçimde, ünlü bir anarşistken faşizme ilham veren lanetli bir muhafazakara dönüşen Georges Sorel’in fikirlerinden oluşacak. Özgürlük mücadelesi retoriğinin temellerini ve bu doğrultuda kurulan güç birliklerini incelerken Sorel’in konu-dışı düşüncelerine de değinme imkânı bulacağım. İlk bakışta alakasız gibi gözüken bu değiniler “büyük resmi” görmemizi sağlayabilir. Sonuç bölümünde ise bizi mücadeleye iten güdülerin somut çıkarlarla mı yoksa duygusal şartlanmalarla mı çevrelendiğine dair kafamda beliren soru işaretlerinden kısaca bahsedeceğim: dominant bireyci anlatının başka bir çelişkisine atıf yapan fakat bu yazı kapsamında akim kalacak bir kuşkuyla noktalanacak bu bölüm. Yine de yazının genel akışına uyumlu ve tamamlayıcı nitelikte olacağını tahmin ediyorum. Bu şekilde toplumların yaşadığı ideolojik dalgalanmaların, ahlaki gelgitlerin, değişen davranışsal kodların ve kolektif psikolojilerin altında yatan temel içgüdüyü ortaya çıkarmayı umuyorum. İyimser olmasam bile samimi ve gerçekçi olmaya özen göstereceğim.

“Z” jenerasyonu bahsinde kuşaklar arası olası bir kopuş deneyimini anlamlandıran basit değişken olarak kentleşme istatistikleri öne çıkarılıyor. Kent yaşamının tarım toplumunun değer yargılarını aşındırdığı bilinen bir gerçek. Fakat kent pratiğine kendiliğinden bir demokratlık atfetmek tartışmaya açık bir tercihtir. Üstelik bu tercihin arkasında Türk aydınının bilinçdışında silinmez bir leke olarak kalan “Köylüleri niçin öldürmeliyiz?” sorusundaki muasır medeniyetçi kültürel üstten bakışın durduğu anlaşılıyor. Kentleşmenin özgürleşmeyle at başı ilerlediği yargısını seslendirenler çoğunlukla doğum oranlarındaki düşüşün sonucu olarak geleneksel aile formlarının geçirdiği dönüşüme dikkat çekiyorlar. Postmodern kurtuluş teolojileri arasında çekirdek aile demokratlığı en az ağ toplumu evrenselciliği kadar popüler bir formüldür. Bu formüle göre kalabalık, çok kardeşli geniş ailelerin ataerkil ve patrimonyal ortamlarında sevgisiz ve ilgisiz büyüyen “kayıp” nesillerin aksine tek çocuklu evlerde ebeveynlerinin “özel projesi” olarak el bebek gül bebek yetiştirilen gençler daha özgüvenli ve özgürlüğüne düşkün olacaklar, kendilerine dayatılan iktidar sultasına kolay kolay boyun eğmek istemeyeceklerdir.³ Elbette buradaki bireysellik vurgusu cemaat boyunduruğuna yani siyasal ve kültürel mahalle baskısına karşı yükseltilen radikal bir özgürlük talebi olarak kurgulanıyor. Peki gerçekten “birey” ve istekleri sanıldığı kadar masum ve zararsız mı?            

Narsisistik Toplumun Yükselişi

Siyasal psikoloji üzerine çalışmalarıyla bilinen Barbel Wardetzki narsisizmi abartılı bir özgüven duygusuna kapılmak olarak tanımlıyor. Özellikle popülizm konuşmalarında sıkça bahsi geçen narsisistik figürasyonun kaynağında kişinin bireyselliğini sınırsızca maksimize etme arzusu yatmakta. Narsisizmin pek tabii olumlu ve olumsuz tarafları olduğu düşünülebilir. Öte yandan, muhtemel sonuçlarından önce narsisistik figürü ortaya çıkaran koşullara bakmamız gerekiyor. Wardetzki, birbiriyle ilişkili üç ana aksa odaklanıyor: Aşırı sekülerleşme, tüketim çılgınlığı ve artan dijitalleşme. Her türlü metafizik aidiyetin yitimi insanda sürekli daha fazla mal mülkle doldurmak isteyeceği ontolojik bir boşluk yaratıyor. Maneviyatı maddiyatla ikame etme çabası da uzun vadeli ve kalıcı bir tatmin sağlamıyor. Bu tatminsizlik hissi kişiyi daha fazla performans ve efor için motive ediyor. Böylece bir kısır döngü başlıyor. İnternet çağı insana benlik imajını ve güç istencini hiç olmadığı kadar besleme imkanı verdiği için de kısır döngüden çıkmak zorlaşıyor. Dolayımsız bir şekilde bütün dünyaya seslenme ve sınırsız bir görünürlük hali anlamına gelen dijital evrendeki yaşam bireysellik duyularını kışkırtıyor. Wardetzki, bu yeni gerçekliğe olmak-görünmek çelişkisi ismini vermiş.⁴ Herhalde bu çelişkiyi en güzel açıklayan örnek kredi kartı kullanımı olabilir. Hep daha fazlasını hak ettiğine inanan narsisistik kişi, aslında çoğu zaman bir yanılsamanın içindedir. Daha fazlasını hak ettiğini düşünüyordur ama hak etmiyordur. İşte tam bu noktada kredi kartı sayesinde birikiminin yetmediği ürünlere sahip olma fırsatı bulur. Fakat ayın karanlık yüzündeki gerçek şudur; daha fazla mal mülkle ruhsal açlığını gidermeye çalışırken bir yandan da fütursuzca borçlanmaktadır. Borçlanarak zenginleşmek aslında hem metafor hem de ampirik bir hakikat olarak narsisistik benliğin kırılganlığını netleştiriyor.

Hep daha fazlasını hak ettiğine inanan narsisistik kişi, aslında çoğu zaman bir yanılsamanın içindedir.

Dijital tüketim toplumunun araçları sayesinde insan kendisini çoğu zaman dev aynasında görür. Hatta kısa süreli de olsa dev olmayı deneyimler. Ancak eninde sonunda bir yerde deniz biter ve “gerçek”le yüzleşmek zorunda kalır. Mükemmel olmadığının, sahip olduğu ve sahip olmak istediği pek çok şeyi aslında hiçbir zaman hak etmediğinin farkına varır. Böylelikle kapitalist serbest rekabet süreçleri narsisistik bireyleri mağrur muzafferler (başaranlar) ve kifayetsiz muhterisler (başaramayanlar) olarak iki gruba ayırır. Kabaca üretime dayanan sermaye ekonomileri ile tüketime dayanan servet ekonomileri arasındaki ilişkisel eşitsizliği andıran bir nitelik açılma bu etapta başarılılar ve başarısızlar, eğitimliler ve eğitimsizler, yetenekler ve vasatlar gibi sosyal antagonizmalar üretir.

Başlangıçta herkesin narsisistik temayül göstermesi görece bir anarşi yaratmıştı. Herkesin herkese hükmetmeyi istemesi çünkü, kimsenin kimseye hükmedememesine yol açar. Herkesin diktatör olmak istediği bir yerde kimse diktatör olamaz. Ama narsisistik arzuların yaygınlığı kinetik yeteneklerin de birbirine denk olacağı anlamına gelmez. Kaldı ki isteği eyleme dönüştürmek için doğru yetenek kadar uygun koşul da gerekmektedir. Çevresel faktörler, sosyal kapital ya da genetik bir şekilde modern toplumdaki bu duygusal eşitliği bozar. “Bazı” bireyler narsisistik arzularıyla uyumsuz seyreden reel becerilerinin (beceriksizliklerinin) olumsuz sonuçlarını gördükçe yenilenen toplumsal hiyerarşide başarısızlıklarının ve yetersizliklerinin faturasını kesecekleri dışsal faktörler, suçlular aramaya başlarlar. Bu arayış narsisistik karakterin yarılmasıyla neticelenir. Başarısız (güçten düşmüş) narsisist içinde kalan iktidar arzusunu başarılı (güçlü) narsisiste yansıtır. Tıpkı popülist hareketlerde görüldüğü gibi şayet kendisine daha yakın hissettiği (düşük profilli) bir kişi çıkıp başarılı olan ötekilere (bürokratik, ekonomik, akademik elitler…vs) haddini bildirmeye kalkarsa keyifle izler hatta sıklıkla bunu talep eder.⁵ Üstelik nitel kapasitesinin sınırlarına toslayan “sıradan” insan kendi selameti için nepotizmin meritokrasiden ehven olduğunu anlar. Sadakat çünkü daha az beceri ve emek istemektedir. Topyekün bir sosyal kalkınmanın mümkün olmadığı, artı değer üretemeyen, maarif meselesini halledememiş toplumlarda torpil liyakattan çok daha geniş bir katılımı örgütleme kapasitesine sahiptir.

Güçlendirilmiş ego gerçeklik tarafından incitildiğinde güçlü bir baba figürüne de sığınabilir, kendi tartışılmaz doğrularını yansıtan bir kolektife de.

Ayrıca böylesi güçlü bir bireysellik saplantısının, kavramın hilafına faşizan popülizmin ana yüklenicisi olan cemaat kültürünü besleme ve aşırılaştırma ihtimali de vardır. Dünyayı keyfine göre düzenlemek isteyen, düşüncelerini ve zevklerini mutlak doğrular olarak görme eğilimindeki narsisistik kişi farklı görüntülere, seslere ve olasılıklara yüz ekşiterek çevresini tıpatıp kendisi gibi olan insanlarla doldurma yoluna gider. Kendi gibi inanan, kendi gibi yaşayan, kendi gibi görünen insanlarla…⁶ Güçlendirilmiş ego gerçeklik tarafından incitildiğinde güçlü bir baba (strongman) figürüne de sığınabilir, kendi tartışılmaz doğrularını yansıtan bir kolektife de.

Diktatörlük günümüzde, anlaşıldığı üzere, bağnaz köylülerin cehaletinden değil, kenter tüketici ağ toplumunun yarattığı narsisistik karakterden güç alıyor. Dahası, mini bir provokasyon denemesiyle, diktatörün harekete geçmiş birey olduğunu bile iddia edebilirim. Harekete geçemeyenler ise diktatörün şahsında arzularının ve kişiliklerinin temsil edildiğini düşünüyorlar. Burada elbette sentetik bir katarsis hissi söz konusu. (Carl Schmitt “Diktatör, en demokrat adamdır” derken bunu mu kast ediyordu bilmiyorum, ama inşallah öyle değildir.) Faşizme içkin olan güçlü lider takıntısı da, cemaat kimliğinin dengesizce yüceltilmesi de aslında abartılmış bireyciliğin talihsiz(!) komplikasyonlarından ibaret.

Diktatörlük günümüzde, anlaşıldığı üzere, bağnaz köylülerin cehaletinden değil, kenter tüketici ağ toplumunun yarattığı narsisistik karakterden güç alıyor.

Hobbes Galaksisinde bir Karadelik: Georges Sorel ve Kahramanın Trajedisi

İnsanlar arasındaki dehşet dengesinin keşfi hipotezi üzerine bina edilen nomotetik düzene, elbette McLuhan’a özenip, Hobbes galaksisi yakıştırmasını yapmak, artistik sebepleri bir yana, bireyin otoriteyle ilişkisini konuşurken yolumuzu aydınlatacak alternatif olasılıkların örtüsünü kaldırabilir. Olağan bir siyaset felsefesi tartışmasında, yeteri kadar zaman ayırdığınız takdirde, konunun otoriteryanizm ile anarşizm çekişmesine ve bunun bir uzantısı olarak da insanın ahlaki durumuna gelmesi işten bile değildir. Bu yazıda bilindik risklerine rağmen otoriterlik yerine faşizmi kullanmamın asıl nedeni ise özcü mıntıkalarda (katolik, protestan ve seküler ilk günah/günahsızlık takıntısı) patinaj yapmaktan sakınarak “sosyalleşme” meselesi üzerine yoğunlaşmayı istememdir. Leviathan yasalarının geçerliliğine meydan okuyan bir istisna, -yerinde bir kullanımla- skandal olarak Georges Sorel’i anıyor olmamın da geçerli bir bahanesi var. Sorel, çoğu insan için makro konsept bir tartışmada marjinal önemde bir isimmiş gibi gözükse de, o zamana kadar salt etik politik tutarlılıklar üstünden kendini savunan ütopik romantik anarşizmi -ilginç bir yolla- uygulanabilir hale getirmiştir. Anarşizmi hem rijit düşmanı olan Marksizm ile hem de Bergsoncu mistisizmle tepkimeye sokarak yapmıştır bunu. Gerçekte ise anarşist düşünceyi sosyal mitler yardımıyla irrasyonelleştirerek hareketlendirmiştir. Bir bakıma -Pascalcı anlamda- onu aklın zincirlerinden kurtarmıştır. Bu cüretkar ve kısmen başarılı deneyin paradoksu Mussolini’nin Faşist İtalya’sında saklıdır. Zeev Sternhell’in titiz çalışmasıyla gösterdiği gibi faşizm ilkin Paris Komününde barikatlarda doğmuştur.⁷ Vaftiz babası ise (kitleselleşme imkanı bulmuş tek anarşist hareket olan) anarko-sendikalizmin ünlü teorisyeni Georges Sorel’den başkası değildir. Sorel’in devrimci sendikacılıktan Maurassçı entegral milliyetçiliğe uzanan biyografisinin kişisel bir dengesizlikten ya da döneklikten kaynaklandığını düşünmüyorum. Hem Gramsci’nin, Benjamin’in hem de Mussolini’nin onun teorisine şevkle sarılması optik bir yanılsama olmasa gerek. Lanetlemek yerine ona “zavallı yazgımız” gözüyle bakarsak daha isabetli olacak.   

Sorel, Hobbes’un palyatif çözümünün düşkün aktörleri olan sinik kurtçukların aksine Nietzsche’nin izinden giderek kahramanlardan müteşekkil bir toplum düşlüyordu. Kahraman aşırı bireyselliğin biçimsel karşılığını sunarak narsist’i çağrıştırsa da gerçekte insan doğasını ahlakileştirmenin sonucudur, hatta bir çeşit günah çıkarmadır. Aslında burada açacağımız bahsin ağırlık merkezi, popülist otoriterlik meselesinde takılıp kaldığımız özgürlük-güvenlik kutuplaşmasıdır. Sorel’e göre insanların birbirlerine hayati tehdit oluşturdukları bir doğal durum fikrinin problemi insanın özüne yönelik karamsar bir önyargıyı vazetmesinden çok yaşamın kaynağını ölüm korkusuyla açıklamaya çalışmasıdır. Oysa bu araçsal aklın ürünü düşük bir ahlak anlayışıdır ve özgürlük fikrinin tam karşısındadır. Eğer insanların ahlaki duyarlılığı ve eylemleri üzerinde korkunun egemen olduğunu düşünürsek özgürlüğün sınırlarını oldukça daraltmak zorunda kalırız. Sorel’in özgürlükten bahsederken şan ve şeref gibi metafizik değerlerle ilgilendiği açıktır. Çünkü sadece bireysel çıkarları peşinde koşan hedonist bir canlının “temel hak ve hürriyetleri” uğruna yapacaklarının kısıtlılığı ortadadır. Bireysel güdüye ait bağlantısız eylem rasyonel seçimlerden ibaretse insanları hayatlarıyla tehdit ettiğinizde hürriyetlerinin kısıtlanmasına razı olmaları kolaylaşır. Öyleyse özgürlük fikri ya yaşamın kendisinden bile daha değerlidir ya da zaten yoktur. Fakat özgürlüğü, güvenliğini riske atarak savunmanın içerdiği mantık hatası oldukça rahatsız edicidir. Özgürlük haz nesnelerine erişim demekse bu hazların tamamından vazgeçmek anlamına gelen ölümü kucaklayış kesin bir yenilgi değil midir? Ölümü -veya ona yakın radikal fedakarlıkları- göze almadan girişilecek bir mücadele otoritenin gücünü geriletmede ne kadar başarılı olabilir? Sorel işte tam bu noktada Sternhell’in “Marksizmin antirasyonalist revizyonu” ismini verdiği kapsamlı bir kritikle sosyal mitleri kullanmaya karar verir.⁸

Sadece bireysel çıkarları peşinde koşan hedonist bir canlının temel hak ve hürriyetleri uğruna yapacaklarının kısıtlılığı ortadadır. Bireysel güdüye ait bağlantısız eylem rasyonel seçimlerden ibaretse insanları hayatlarıyla tehdit ettiğinizde hürriyetlerinin kısıtlanmasına razı olmaları kolaylaşır.

Georges Sorel’in bireysel özgürlüklere yaptığı atıf birazdan değineceğim mitik heroizmine rağmen bugünkü demokratların yükselen kriz otoriteryanizmine karşılık öne sürdükleri inovasyon rejimi argümanıyla şaşırtıcı benzerliklere sahiptir. Otoriter disiplin süreçleriyle otomatlaştırılmamış insanların bireysel dürtüleri kolektifin tamamına canlılık katacaktır. Sorel, dönemin popüler söylemine sığınır ve kraliyet ordularının otomatlarıyla çarpışan devrim ordusunun özgür yurttaşlarının zaferlerini hatırlatır. Devrimci özgürlük savaşlarında kazanılan zaferler, coşkularında davranışlarının amaçlarını görebilen kişilerin gerçekleştirdiği kahramanlıkların birikimidir: “Bu ilk ordulardaki disiplin anlayışının arkasında, her bir askerin birliklerdeki en küçük birimin zayıflığının tüm ordunun başarısını etkileyebileceğine ve arkadaşlarının hayatlarını tehlikeye atabileceğine inanmış olmaları vardır. Bu durum zaferin etkenleriyle ilgili değerlerin hiçbir şekilde hesaba katılmayıp herşeyin nitel ve bireyci bir bakış açısıyla ele alındığına işaret eder. Gerçekten de bu ordularda karşılaşılan bireyci karakterler insanı fazlasıyla çarpıyordu.”⁹ Üreten, yapan, eyleyen insandır; öyleyse kolektif hareketi canlı ve enerjik kılan da onu oluşturan insanların bireysel yaratıcılıklarıdır.  Devrimci sendikaların genel grevi de tıpkı özgürlük savaşlarında olduğu gibi ayaklanan kitlelerdeki bireyci gücün en parlak dışavurumu olacaktır. Sorel ani bir manevrayla bireysel özgürlüğün yaratıcı enerjiyle bağını belirginleştirmek için idealist kahramanlardan çılgın maceraperestlere kırar dümeni. Nietzsche’nin Homoresçu kahramanları bugün sadece Fransa’daki devrimci yurttaş imajıyla değil, okyanus ötesinde Yanki formunda yaşamaya devam ediyordur. ABD’nin, Hobbes’un doğal durumunu andıran disiplinsiz, ademimerkezi vahşi batısının her türlü göreve hazır cesur yankileri, bazen korsan bazen albay bazen de tüccar olan eski Yunan tipine ne kadar çok benzemektedir. P.de Rousiers şöyle söyler: “Amerikalı olmak ve Amerikalı kalmak için yaşamı bir eğlence değil savaş olarak değerlendirmek gerekiyor. Amerika’yı yaratan kuvvetler; ahlaki değer ve işe dönük enerjidir. Bir Amerikalı, tembel ve asalak bir konfor düşkününe bir Yunanın barbara baktığı gibi bakar.”¹⁰ Nitekim Roosevelt, Amerikalıları fetih ve av peşindeki bir ırk olmaya çağırıyordu. Burada cumhuriyetçi ideallerle Amerikan anarko kapitalist rekabetçilik ve Prusya Junkerlerinin eril militarizmi birbirine karışır.

Sorel bireysel inisiyatifin kolektifin hayatiyetine olumlu katkısını uzun paragraflarda, sıkça tekrara düşmek pahasına, sergiledikten sonra -ilk söylemesi gerekeni sonda söyleyerek- kolektifin meşruiyetini soruşturmaya açar: Birey topluluk için yararlıdır, evet, peki topluluk birey için yararlı mıdır? Sorel’in ilk anda, sosyalleşmenin insanları yabancılaştırdığı ve sefilleştirdiği fakat vicdanın da ancak yapay, narsist ve sefil olduklarında oluştuğu şeklindeki Rousseaucu görüşe katıldığı düşünülebilir.¹¹ Oysa buradaki esas mesele insana ve özgürlüğüne değer katan yücelik fikrinin sadece tehlike ve meydan okuma anlarında ortaya çıktığına inanan Nietzscheci ahlakçılık ile önce verili durumu tespit eden ardından onu değiştirmeye yönelen Marksist praksis felsefesinin zorunlu işbirliğidir. “Kahraman” imgesinin gücü hem anarşistlerin yaptığı gibi şahsiyetin bütün otoriter tektipleştirme süreçlerine karşı savunulmasını gerektirir hem de sosyalleşmenin mevcut hiyerarşinin oluşumundaki sorumluluğunu açıklar. Çünkü insanlar kabiliyetleri itibariyle birbirlerinden farklıdırlar. Özgür bırakıldıklarında yaratıcı bir enerji çıkar ortaya. Ancak bütün kabiliyetler işlevleri bakımından toplumsal iş bölümünde eşit değerde kabul görmezler. Bir çiftçinin yeteneği ile terzininki ya da askerinki aynı ölçülere göre fiyatlandırılmaz. Her beceri farklı bir ihtiyaca cevap vermektedir. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi uygulamada bir tür yetenekler hiyerarşisine dönüşür. Sosyal etkileşim iş bölümüne, iş bölümü de sınıflaşmaya neden olur. Orta sınıf bir mühendis olan Georges Sorel, sınıf çatışmasının kaynağı olarak sosyalleşme deneyimlerini işaret ettikten sonra tereddüt etmeden emekçi-üretici güçlerin yanında pozisyon alır. Bunu basitçe ezilenin tarafında olmak için yapmaz. İşçi güçsüz ve düşkün değildir çünkü. Sorel işçiye baktığında kahramanın ahlakını görür. Proletarya maddi eşitsizliklere karşı mücadele eden, maddi durumunu, yaşam kalitesini iyileştirmekten başka amaç gütmeyen atanamamış bir burjuva adayı değildir. Maruz kaldığı eşitsizliği ve adaletsizliği namus (honour) meselesi haline getirmiş ve öç peşinde koşan bir savaşçıdır. Ancak bu şekilde davranırsa yani bir savaşçı olursa burjuva için tehdit haline gelecektir. Hasmı Jean Jaures, Nietzsche’nin üst insanının proletarya olduğunu söylerken ne kadar haklıdır!

Georges Sorel, sınıf çatışmasının kaynağı olarak sosyalleşme deneyimlerini işaret ettikten sonra tereddüt etmeden emekçi-üretici güçlerin yanında pozisyon alır. Bunu basitçe ezilenin tarafında olmak için yapmaz. İşçi güçsüz ve düşkün değildir çünkü.

Eleştirel sosyalleşme anlamına gelen kolektif mücadele, bireyin sınıfsal karakter gösteren otoritenin kümülatif olmayan kuvvetine karşı başvurduğu eşgüdümlü bir silahtır. Marx gibi düşünür Sorel; efendiler nasıl ki birliktir köleler de özgürlükleri için birlik olmalıdır. Ancak kimse sadece maddi durumunu iyileştirmek için ölümüne bir mücadeleyi göze almaz. Çünkü ölümüne mücadele (savaş) maddiyatı, insanın maddi bütünlüğü de dahil olmak üzere topyekûn ortadan kaldırma riskini taşır. “Akıllı” bir insan daha iyi bir yaşam için yaşamın kendisinden vazgeçmeyecektir. Burjuvanın önüne attığı kemiklerle yetinmemesi ya da ölüm ve acı tehdidi karşısında sinmemesi için proletaryanın yüce-manevi değerlerle (aşkınlaştırılmış bir sınıf bilinci ve kutsal insan onuru) kuşanmış olması gerekmektedir. Tarihteki büyük değişimler ancak başaramayacaklarını bilerek, kendi bireysel faydalarını gözetmeden, Kantçı bir ödev ahlakıyla tarihsel bir görevi yerine getirdiklerine inanmış insanların sessiz fedakarlığı sayesinde gerçekleşmiştir.

Bu aşamada Norman Cohn’un “klasikleşmiş radikalizm” mekaniği işlemeye başlar. Hızlıca özetlersek; kolektiviteyi mümkün kılan fanteziler yani sosyal mitlerdir. Fantazinin siyasi yapısını ve epistemik sınırlarını oluşturan ise düşmanın belirlenmesidir. Eskatolojik fantazi yolunu daima bir düşmanla ilişki içinde bulur. Düşman her zaman için Deccal’dir. Çünkü kolektif mücadeleyi meşrulaştıran etik proje aynı zamanda düşmanı da adileştirecektir. Böylece politik mücadele hızla kutsal cihata evrilir.¹² Bireysel çıkarlar sönerken kolektif hınç(sınıf nefreti) bütün bir organizma olarak ete kemiğe bürünüp canlanır. Bireyin özgül bir mantığı ve koruması gereken rasyonel çıkarları varken kolektifin dayandığı son derece patetik bir mitoloji ve mutlaka haklaması gereken mutlak düşmanları vardır. (Kolektif daima bir ordudur.) Mücadelenin termodinamiği düşman tehdidi karşısında bireyi ezerek kolektifi sertleştirir. (Her cemaatin hayalindeki motto: Safları sıklaştırın!) Anarşizmin özgür iradesinden faşizmin çelikleşmiş iradesine geçiş böyle mümkün olur. 

Pek tabi bu noktada ani bir sıçrama yaptığım düşünülebilir. Veya sözünü ettiğim idealist mücadele etiğinin muhtemel yan etkilerini abartarak mutlaklaştırdığımı ve sonuçta teleolojist bir anlatıya ulaştığımı iddia etmek de gayet mümkün. Faşizmin, hem aşkın otorite fikri hem de katı cemaat bağları anlamında, modern toplumların kaderi olduğunu savunmuyorum, daha ileri giderek ondan kaçınmak için yaptığımız her hareketin bizi ona daha fazla yaklaştırdığını da. Sadece alışıldık kavramsal şablonları yeniden gözden geçirmeyi teklif ediyorum. Şu soruyu sormalıyız: Neden daima bir döngüdeymiş gibi hissediyoruz? Nasıl oluyor da miadını doldurduğunu ilan ettiğimiz ne varsa hortlayıp karşımıza dikiliyor? Muhtemelen tekrar eden hesap hatalarının altında kavramları özcü kategoriler içinde düşünmemiz yatıyor. Halbuki, bence, özgürlük isteğinin güç istenci ile ilişkisi kolaylıkla fark edilebilir; aynı şekilde sosyalleşmenin, mesela bir “kuşak” olarak hareket etmenin bireysel özgürlük nosyonuyla arasındaki gerilim de; yahut toplumsal mücadelelerin siyasal öznelerini mümkün kılan idealleri nasıl hızla nevzuhur bir mitolojinin nesnesi haline getirdiği de rahatlıkla fark edilebilir. Elbette bütün bu yakıştırmalar bana ait ve bu yazı bağlamında ampirik bir sağlamadan yoksunlar. Ancak naifçe “bir şey ne ise o değildir; ne değilse odur” şeklinde sözelleştirebileceğimiz ünlü Russell Paradoksunu hatırlarsak sanıldığı kadar temelsiz olmadıkları görülecektir.

Çare Egoistler Birliği mi?

Özgürlükçü ideal (anti) toplumun sacayakları olarak şahsi menfaate dayanan, her çeşit dini, siyasi ve ahlaki yasadan arındırılmış ve giriş çıkışların son derece keyfi olduğu çıkar kulüplerini önerirken Max Stirner’in aklında entropik bir düzen vardı. Hatta egoistler birliği ifadesi çoğunlukla muhalifleri tarafından bir oksimoron olduğu yönünde alaycı bir imayla kullanılmaktaydı. Halbuki Albert O. Hirschman’ın işaret ettiği gibi, tutkuların (ve genel olarak duyguların) çıkarlarla dengelenmesinin, uslandırılmasının eylemlerin öngörülebilirliğini ve tutarlılığını arttırdığına yönelik geçmişten miras kalan genel bir kabul söz konusudur.¹³ Popülizm üzerine akıl yürütmenin gittikçe “duygular sosyolojisine doğru” ilerliyor olmasının bir sebebi de bu. Cemaat kimliğinin kurucu mitosu olan duygu ve jest teolojisinin bireyin “somut” çıkarlarının gözetildiği kurallı ve nedenselci bir ekosistemde kendiliğinden erimesi, risk trendini azaltarak her şeyi “sıradanlaştıracak” (sıradanlık, bu bağlamda popülizmin olağanüstü hal rejimine karşı olağanlık umudunu ve normalleşme talebini temsil ettiği için pozitif bir konsept olarak düşünülmeli);  böylece, gelecek çok daha öngörülebilir olacağından, kaybettiğimiz (sosyal erdemler ve refahın yaratılması için zorunlu koşul olan¹⁴) güven hissi yeniden tesis edilebilecek ve sonuçta rahat bir nefes alacağız. Diğer yandan, sürprizleri hayatımızdan sürme ısrarımız (ve diğer konforlu hallerimiz) her fırsatta yücelttiğimiz inovasyon meleklerini de ürkütebilir. İnsanlığı tarihinden kopartacağına inandığımız tekno devrim zamanlarında bizi uğraştıracak asıl mesele iktidarın değil, muhtemelen  bireyin -tanrısal egosunun- dengelenmesi olacak. İnsan böyle zamanlarda hep boşluğa sıçrar. Sürprizin özelliği, zaten, sonsuz iyiyi ve sonsuz kötüyü birlikte barındırmasıdır.

Son Söz Yerine Dikkati Dağılanlar İçin Eklenmiş Bir Özet

Z kuşağı tartışmasına müdahil olurken bölük pörçük ve dağınık bir anlatım yöntemi izlediğimin farkındayım. Bu söylemsel dağınıklık, boğucu bir kavram kargaşasının ve isim yaylımının (name dropping) içinde tutarlı bir anlayışın aşama aşama geliştiği gerçeğini örtmemeli. Yazının temel argümantasyonu, tek bir hat üzerinde, şu şekilde özetlenebilir: (1) Güncel popülist otoriterlik eleştirilerini çerçeveleyen “Birey” fenomeni insanın özneleşme arzusunun dışavurumudur.* (2) Bu arzunun kökeninde özgür iradeye, saf/içsel bir seçim deneyimine olan inanç yatmaktadır. (3) Seçim özgürlüğü düşüncesi, bireysel eyleme yönelik bütün sınırlandırma girişimlerine direnç uygular. (4) Böylece özneler arasında sınır gerilimleri oluşmaya başlar. (5) Sınır gerilimleri çok geçmeden çıkar çatışmalarına evrilir ve bu çatışmalar romantik bireyler tarafından özgürlük savaşları olarak algılanır- ki bu kısmen doğrudur.** (6) İlk başta çatışmaların seyri bireyler arasında bir güç dengesinin kurulumunu mümkün kıldığı ölçüde anarşik, radikal demokratik bir düzenin teminatı olur. (7) Bireylerin kendi özgün performansları sonucunda dengenin bozulmasıyla birlikte madun duruma düşen failler nitelik eksikliklerini sayısal üstünlüğe tevil etmek için “asker” toplamaya başlarlar. (8) Faşizmin en önemli semptomu olan cemaatçilik, aslında en az demokratlar kadar bireyselliklerine önem veren bu “madun” faillerin galiplerin iktidarına karşı uyguladıkları asimetrik bir stratejidir. (9) Nasıl ki her devrimci gerilla örgütünün rüyası -işin sonunda- düzenli orduya dönüşmekse, her faşistin çocukluk hayali de liberal dünyanın utangaç bir yansımasıdır. (10) Anarşist-liberter-bireyci bir insanın zamanla faşist-otoriter-cemaatçi bir insana dönüşmesi, savaş tarihinde sıkça gördüğümüz biçimde, savaş araçlarının savaşan özneyi ve onun siyasi amacını dönüştürmesiyle alakalıdır.*** 

Sonuçta “yaralı bilinç” uyum sağlar yahut tepki gösterir ve bu çok farklı şekillerde olabilir. Bugünün itaatkar meleği pekala yarının asi şeytanına dönüşebilir – ya da tam tersi. Genç kuşaklar meselesine bir de tarihsel dinamizmin penceresinden bakmak gerekiyor. Problemin tehlikeli ve bir o kadar zevkli kısmı işte bu. Yoksa Pierre Bourdieu çok önce, hem de 68’in devrimci gençlik ateşiyle yanıp tutuşan yoldaşlarının yüzüne karşı, hakikati kışkırtan bir alaycılıkla dile getirmişti: La jeunesse n’est qu’un mot. (Gençlik bir laftan ibarettir.)

Belki biz de Aristoteles’in hocası Platon hakkında söylediği rivayet edilen ünlü vecizinden ilham alarak şöyle söylemeliyiz: Gençleri severiz fakat hakikati daha çok severiz.


* Aslında bu yazıda cemaatçilik bir otoriterleşme dinamosu olarak iki farklı cihetiyle ele alındı. Bir iktidar stratejisi olduğu kadar savunma mekanizması işlevi gördüğü de hesaba katıldı. Bu iki boyut da birbiriyle yakından ilgilidir. Narsizm ve yansıtma kavramları güncel örneklere dayandığı için Wardetzki’nin kitabından faydalanılarak kullanılmış olsa da aslında bu tartışmanın tarihi oldukça eskidir. Örneğin “toplumsallaşmış narsisizm” kavramı Theodor Adorno’ya aittir. Türkçe’ye çok yeni çevrilen “Yeni sağ radikalizmin veçheleri” isimli metinde, Adorno fantastik “Führer” idealini arkaik büyüklenmeci benliği (Größen-Selbst) tekil bireysel varoluşlarında hayata geçiremeyen bireylerin duygusal tatmini olarak açıklar. Bu tatmin nesnesi bir kişi olabileceği gibi cemaatin kendisi de olabilir. Ki zaten çoğunlukla kişi kültü “muhayyel cemaati” somutlaştırmaya yarar. Yazının öngördüğü gibi tek adam rejimleri ile cemaatçi idealizmin neredeyse tamamen örtüşmesine yol açan bu işlevselliktir. 

** Paul Virilio bir kitabında “hareket olmazsa kaza da olmaz” gibi bir şey söylüyordu. Bu cümleyi kendi bağlamımıza uyarlayabiliriz- faşizmi ya da popülizmi (neo-faşizm?) liberal demokrasilerdeki bir yol kazası olarak düşünürsek: hareket yoksa çatışma da yoktur dolayısıyla düşman da, yahut anarşi meselesi özelinde şöyle de denilebilir, hareketin olmadığı yerde herkes eşittir (ölümün herkesi eşitlediği söylenmez mi hep?). 

*** Etienne Balibar, savaşın siyasetin başka araçlarla sürdürülmesinden ibaret olduğu düşüncesini, yine Clausewitz’in kitabına atıf yaparak soruşturmaya açar. Clausewitz kendi kitabının ileriki bölümlerinde meşhur tanımın hilafına olacak şekilde yeni bir savaş tanımı yapmıştır, bu tanıma göre savaş politik öznesinin elinde cansız bir oyuncak değildir. Savaş araçları denkleme dahil olduğu andan itibaren artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz. “Kalem kullanan” ile “Kılıç kullanan” aynı kişi değildir- biyolojik olarak aynı olsa bile ontolojik açıdan başkalaşmıştır. Daha fazla ayrıntı için “Şiddet ve Medenilik” kitabına bakılabilir.


Kaynakça

1. https://www.birikimdergisi.com/guncel/10198/piyasanin-su-z-kusagi

2. https://www.youtube.com/watch?v=IyCUBUM-Zv4

3.https://daktilo1984.com/forum/cumhurbaskanina-nasil-dislike-atabildiler-psikodinamik-acidan-z-kusagi/

4. Barbel Wardetzki (2018), Siyasette ve Toplumda Narsisizm, Ayartma ve İktidar, çev. Deniz Cankoçak, İletişim Yayınları, İstanbul syf. 21-25

5. a.g.e syf. 40-47, 59-62

6. a.g.e syf. 28-30

7. Zeev Sternhell (2012), Faşist İdeolojinin Doğuşu, çev. Şule Çiltaş, Ayrıntı Yayınları, İstanbul

8. a.g.e syf. 78-99

9. Georges Sorel (2013), Şiddet Üzerine Düşünceler, çev. Anahid Nazaryan, Epos Yayınları, Ankara, syf. 245-246

10. a.g.e syf. 237

11. Simon Critchley (2013), İmansızların İmanı, çev. Erkal Ünal, Metis Yayınları, İstanbul, syf. 41

12. a.g.e syf. 128

13. Albert O. Hirschman (2018), Tutkular ve Çıkarlar, çev. Barış Cezar, Metis Yayınları, İstanbul

14. Francis Fukuyama (2005), Güven/ Sosyal Erdemler ve Refahın Yaratılması, çev. Ahmet Buğdaycı, İş Bankası Yayınları, İstanbul

(Visited 4.247 times, 1 visits today)
Close