Written by 00:00 Makaleler

Yeşil Yeni Anlaşma’nın (Green New Deal) Ekonomi Politiği Üzerine

Ali Alper Alemdar yazdı…

Korona virüsü (Covid-19), salgına dönüştüğü andan itibaren bize günümüzün en gelişmiş kapitalist ve sosyal devletlerinin çözüm üretmede ne kadar başarısız ve kabiliyetten yoksun olduğunu göstermektedir. ABD başkanı Trump, her yıl trafik kazalarında daha fazla insan öldüğünü ama bu yüzden Ford’un fabrikalarını kapatmadığını söyleyerek ölümcül bir salgının ortasında çalışanların işlerine dönmesi gerektiği fikrini meşrulaştırmaya çalıştı. İngiltere’de ise Boris Johnson ilk olarak “sürü bağışıklığı” stratejisini uyguladı fakat bu stratejinin kısa sürede ulusal sağlık sistemini neredeyse işlevsiz hale getireceği ortaya çıkınca Johnson hükümeti görece sert tedbirler almaya başladı.  Trump ve Boris Johnson’un pozitif beklentilerinin aksine dünya kapitalist sistemi belki de tarihinin en ciddi krizini yaşıyor.  ABD’de işsizlik yardımından yararlanmak isteyenlerin sayısı bir haftada üç milyonu aştı[1]. ABD tarihinde görülmemiş bu rakam, yaklaşmakta olan fırtınanın ne kadar büyük olduğunun göstergesidir.

Covid-19 salgını; uygarlık tarihini etkileyen, ona yön veren ve biçimlendiren ne ilk ne de son salgın olacaktır. Belki de sosyal ve iktisadi etkileri bakımından bu salgına en çok benzeyen, Avrupa nüfusunu büyük oranda yok eden kara veba olabilir. Elbette Covid-19 ölüm oranı bakımından kara veba ile karşılaştırılamaz ancak iktisadi ve sosyal yönden dramatik etkileri olacağı şimdiden aşikardır. Bu salgının toplumları nasıl etkileyeceği sorusunun cevabı ise sınıfsal mücadelenin dinamiklerinde şekillenecektir. Çünkü hala birçok devlet, sermaye yanlı politikalarından dolayı için ciddi önlemler alamıyor.

Dünya genelinde sosyal adaletsizlik, gelir ve iklim adaletsizlikleri katlanılabilir seviyeleri hali hazırda geçmişken Covid-19 salgını bu adaletsizlikleri ve eşitsizlikleri daha da derinleştirmektedir. Tam da böylesi bir zamanda, radikal bir sosyal, iktisadi ve çevresel paradigma değişikliğini amaçlayan Yeşil Yeni Anlaşma’nın (YYA) ne kadar önemli olduğunu görmekteyiz. YYA’nın genel hatlarına geçmeden önce tarihsel ve politik arka planına bakmakta fayda var.

YYA, Franklin D. Roosevelt’in 1933-1938 yılları arasında uyguladığı (Yeni Anlaşma/New Deal) bir dizi kamu yatırımlarını-istihdamını, finansal reform ve düzenlemelerini referans alarak kamu eliyle fosil yakıta dayalı ekonomiden, tamamen yenilenebilir enerjiye dayanan bir ekonomiye geçişi savunmaktadır. Özellikle 2008 ekonomik krizinden sonra hem ABD’de hem de Britanya’da bu anlaşma üzerine çeşitli politika önerileri getirilmiştir. İlk olarak doğrudan çevre politikaları üzerinden şekillenen YYA, daha sonradan çok daha bütünlükçü bir yapıya kavuşmuştur. YYA politikalarının en önemli savunucuları ABD’de Bernie Sanders, Alexandria Ocasio-Cortez (AOC), Britanya’da ise Jeremy Corbyn önderliğindeki İşçi Partisidir. Son zamanlarda ise YYA bu politikacılarla birlikte bir siyasi harekete dönüşmüş durumda.

Peki, tam olarak nedir bu YYA?  YYA üzerinde tam anlamıyla mutabakat sağlanamasa da temel ilkeler üzerinden ortaklaşarak politikalar yapılmaktadır.

İklim krizi ile mücadele YYA’nın temel taşıdır. Doğal olarak fosil yakıtların her alanda kullanımının tamamen sonlandırılması, YYA’nın temel ilkesidir. Dolayısıyla hem ABD’nin hem de Britanya’nın YYA yaklaşımları sıfır-karbon ekonomisine geçişi savunmaktadır. Bu ortak nokta yanında iki yaklaşımın farklılaştığı noktalar da bulunmaktadır. Ann Pettifor, The Case for the Green New Deal (2019)[2] adlı kitabında bu iki YYA yaklaşımının ortak ve farklı yönlerini bize göstermektedir. Pettifor’a göre, ABD yaklaşımı Federal hükümetin finansal sponsorluğunda Amerika’da herkese iş garantisi, altyapının ve sanayinin çevresel sürdürülebilirlik ilkeleri kapsamında tekrar inşası ile herkese temiz hava ve suyun, sağlıklı besinlerin ve doğaya erişimin güvence altına alınması gibi politikaları kapsamaktadır. Ayrıca Amerikan toplumunda tarihsel olarak baskılara ve ayrımcılığa maruz kalmış toplulukların da diğer tüm Amerikan vatandaşları gibi yukarıda belirtilen haklara erişiminin güvence altına alınmasını savunmaktadır. Bernie Sanders’ın “Herkes İçin Sağlık” programı ‘Medicare For All’ da ABD yaklaşımının bir parçası oldu. Özellikle istihdama dair teklifleri ve bunun finansmanı, ABD yaklaşımını İngiliz yaklaşımından pozitif yönde ayıran en önemli maddedir. Bu yüzdendir ki, İş Garantisi (İG) programı üzerinde biraz daha duracağım. Britanya yaklaşımı ise şu şekilde özetlenebilir. Bu yaklaşım, finans ve para politikalarını Keynesyen perspektifle hayata geçirerek Britanya’daki finansal sistemi YYA için elverişli hale getirmeyi savunmaktadır. Yeni finansal sistemle birlikte YYA; Britanya hükümetine, gelişmekte olan ülkelerin egemen para ve maliye politikalarına alan açacak düzenlemeleri hayata geçirmesini önermektedir. Gelecekteki sıcaklık artışının iki derecenin altında olmasını garanti edecek uluslararası bir atmosferik sera gazı konsantrasyonu hedefinin koyulması, eşit ve adil bir uluslararası mutabakat ile Kyoto anlaşmasının uygulanması, yoksul ülkeleri kalkınma süreçlerinde küresel ısınmayı artıracak faaliyetlerden uzak tutacak yenilebilir enerjinin sağlanması gibi maddeler Britanya yaklaşımının ilkelerini oluşturmaktadır. İki yaklaşım arasındaki iki farkı kolayca görebiliriz. Britanya yaklaşımı YYA’ı uluslararası bir zemine oturtup küresel eşitsizliği çözmeyi hedeflemektedir. ABD yaklaşımı ise daha içe dönüktür ve Federal hükümetin ekonomideki rolü daha agresiftir. Özellikle Federal hükümet garantörlüğündeki İG programı Amerikan yaklaşımının en etkili aracını oluşturmaktadır.

Bu yazıyı eğer 3-4 hafta önce kaleme almış olsaydım, muhtemelen YYA’nın finansmanı üzerinde daha fazla durmam gerekecekti. Ana akım iktisadın neden olduğu teorik bilgi kirliliği nedeniyle bu programların kaynağına dair birçok yanlış bilgi bulunmaktadır. Yanlış bilgilerden ilki yatırımların tasarruflardan fonlandığı diğeri de merkez bankalarının maliye politikalarını fonlamak için ‘para bastığı’ ve böylelikle enflasyona neden olduğu varsayımıdır. Covid-19 salgınının etkilerini azaltmak için ABD’nin 6 trilyon dolarlık teşvik paketi, Britanya’nın sadece firmaları korumak için 330 milyar pound değerindeki kredi desteği ve Almanya’nın yaklaşık 500 milyar avroluk kurtarma paketi, ana akım iktisadın varsayımlarının aksine kaynağın ve enflasyonun gerçek problemler olmadığını bir kez daha gösterdi. Birçok ana akım iktisatçı da şu an bu gerçekle yüzleşmekte ve ülkelerin kurtarma paketlerini desteklemektedir. ABD perspektifinin geliştirilmesinde özellikle Modern Para Teorisinin (Modern Money Theory-MMT) etkili olduğunu bilmekteyiz. MMT kısaca parasal olarak egemen olan ülkelerin kendi paraları cinsinden borçlanmalarında bir kısıt olmadığını (yani Amerikan hükümetinin dolar cinsinden bir borç krizine girme ihtimalinin bulunmadığını), borçlanma seviyesini ise enflasyonun belirlediğini savunmaktadır. Yeni Anlaşma, 2008 sonrası parasal genişleme ve Covid-19 salgını ardından gelişmiş kapitalist ülkelerin açıkladıkları kurtarma paketleri bu teoriyi desteklemektedir. Son dönemde de gördüğümüz üzere kaynak yaratmak ekonomik bir sorundan ziyade politik bir tercihtir. Öte yandan, Yeni Anlaşma’nın finansmanının nasıl yapıldığı, Yeşil Yeni Anlaşmanın finansmanının nasıl yapılacağına dair birçok ipucunu bize vermektedir.

ABD özelinde üzerinde durmak istediğim konu İG programıdır. Çünkü İG, birden fazla problemi çözme fırsatını aynı anda sağlayacak teorik ve pratik kabiliyeti yaratmaktadır[3]. İG programında, Federal hükümet kaynağı sağlasa da işveren, eyaletler ya da yerel birimlerdir. Bu sayede, yereldeki ihtiyaçlara göre yeni işler yaratılabilecektir. Son zamanlarda İG programının yerini Yeşil İş Garantisi (YİG) programına bırakmaya başladığını görmekteyiz. YİG’nin getirdiği farklılık, karbon ayak izinin minimumda tutulduğu işlerle birlikte yereldeki çevreyi-ekolojiyi koruyacak işlerin yaratılması konusundaki önermeleridir. İG ve YİG programı ekonomide otomatik bir dengeleyici rol de oynamaktadır. Bu dengeleyici rol ekonomik gerileme dönemlerinde doğrudan istihdam yaratarak talebin düşmesini engellerken özel sektörün büyüme zamanlarında ise çalışanlarına özel sektöre geçme olanağını yaratır. Yani gerçek anlamda tam istihdamı yaratma olanağı sağlar, çünkü çalışmak isteyen herkese iş garantisi vermektedir. Böylece gönülsüz işsizliğin önüne geçmektedir. Tam istihdamla beraber asgari ücret kavramı gerçek anlamına kavuşmaktadır. Şunu diyebiliriz ki gönülsüz işsizliğin olduğu ortamda asgari ücret sıfırdır. İG ve YİG programı Amerika’da saatlik minimum ücreti tüm eyaletlerde geçerli olmak üzere 15 dolar olarak önermektedir. Son olarak İG programında istihdam edilecek çalışanların hepsi Federal sağlık sigortası programından (Medicare) faydalanabilecektir. ABD’nin kanayan yarası olan sağlık ve sigorta sisteminde bu program, sigortasız milyonlarca insana sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkı sunmaktadır. Bununla birlikte herkese iş sağlanacağı için işsizlik fonu ve diğer sosyal yardım fonlarında büyük ölçeklerde küçülmeye gidilebilecektir. Tüm bu etkenlere baktığımızda İG programının uygulanmasının, programın uygulanmamasından daha az maliyetli olduğunu söyleyebiliriz.

Hem ABD hem de Britanya YYA yaklaşımı, getirdikleri iktisadi, sosyal ve politik çözümlerle günümüz neo-liberal politikaları karşısında alternatif bir yerde konumlanmaktadır. Bu yaklaşımların birçok olumlu yanı olması yanında, politika önerileri hakkında sakıncalar ve eleştiriler bulunmaktadır. Öncelikle Roosevelt’in hayata geçirdiği Yeni Anlaşma politikalarına baktığımızda, politikaların sadece beyaz Amerikalıları, hatta beyaz Amerikalı erkekleri, kapsamış olduğunu görürüz. YYA’nın uygulanmasında hem AOC hem de Bernie Sanders net bir tavır ortaya koyarak, Amerikan toplumundaki herkesin eşitçe YYA’dan faydalanacaklarını belirtmişlerdir. Yine de temelleri köle emeği ve on yıllar süren ırkçı-cinsiyetçi ayrımcı ekonomi politikaları üzerine dayanan Amerikan kapitalizminin, Afro-Amerikan toplumu ve diğer topluluklar üzerinde yarattığı iktisadi ve sosyal travmaları kaldırmak için eşit haklardan daha fazlasını sunmaya ihtiyacı vardır. YYA hakkında ikinci eleştirim de yenilenebilir enerjiye geçiş sürecinin ekonomi politiği üzerinedir. Bu geçişin çok teknik olarak ele alındığını ve süreçteki hem sınıfsal hem de uluslararası eşitsiz ticaret /değişim gerçeklerinin göz ardı edildiğini düşünmekteyim. Çünkü bu geçiş ve yenilenebilir enerji kaynaklarının hammaddelerinin üretimi/çıkartılması da hem sınıf hem de küresel eşitsizlik (emperyalizm de diyebiliriz) konularına işaret etmektedir. Geçiş sürecinin nasıl olacağı ve üretimin klasik kapitalist üretim tarzından nasıl ayrışacağı detaylıca açıklanmalıdır. Tam anlamıyla ekolojik sürdürülebilirliği sağlamak için ilk adım doğanın ve emeğin kendini yeniden üretim koşullarını uyumlu hale getirebilecek, demokratik bir üretim organizasyonunu kurmaktan geçmektedir ve YYA politika yapıcılarının bu organizasyonu nasıl kuracaklarını ya da kurmayı planlayıp planlamadıklarını netleştirmelidirler.

YYA, kapitalizm sonrası bir toplum yaratmak için bir araç mıdır yoksa nihai bir durak mıdır? Bu soru, YYA tartışmaları içinde doğrudan sorulmasa da söylemlerdeki ve politikalardaki ayrışmalardan gündeme gelmektedir. Ann Pettifor’un son derece ekonomi politik YYA kitabına karşın Jeremy Rifkin ‘The Green New Deal’[4] kitabında YYA’ı daha çok, kapitalist üretim ilişkilerine çok da referans vermeden, iklim krizine karşı şehirlerin alt yapılarının ne şekilde hazırlanması ve yeşil teknolojilerin nasıl uygulanması gerektiği gibi konuları ele alarak, teknik bir zeminde tartışmaktadır. Rifkin kitabında, YYA’nın finansmanı için işçilerin emeklilik fonunu göstermesi, Rifkin’in sınıfsal olarak YYA içinde dahi sermaye yanlısı bir politika izlediğini bize göstermektedir. Özetle, YYA hakkındaki eleştirileri üç başlıkta toplayabiliriz. Bunlardan birincisi, YYA’nın etnik-coğrafi eşitsizliklere cevap verebilme kapasitesinin ne kadar yeterli olup olmamasıdır (bunun için en iyi araç İG gibi gözüküyor). İkincisi, ekolojik problemlerin karbon emisyonları üzerinden tartışıp, tarihsel kapitalist birikim döngülerinin yeniden üretimini gözden kaçırmakla beraber doğanın bu süreçlerde oynadığı rolü görmezden gelmektir. Yani doğa, edilgen ve kapitalist uygarlıktan bağımsız bir metabolizma olarak ele alınmaktadır. Doğanın bu şekilde ele alınması, YYA tartışmalarında insan-doğa ve doğa-kapitalizm ilişkileri üzerine yapılan epistemolojik ve ontolojik hataları da beraberinde getirmektedir. Ancak bu tartışmaları açmak bir başka yazı ile mümkün olabilir. Son olarak, YYA’nın, kapitalizm sonrası toplum için bir araç mı yoksa politikalarda nihai bir durak mı olduğu sorusunun cevabı belirsizdir. İki cevap arasında hem yöntemsel hem de uygulanacak politikalar bakımından önemli farklılıklar vardır. İklim, ekoloji ve ekonomik krizlerin kalıcı bir şekilde çözülmesi için YYA’nın, kapitalizmi aşmak için bir araç olarak kullanılmasını daha etkili bir çözüm olarak görmekteyim.


[1] https://www.npr.org/2020/03/26/821580191/unemployment-claims-expected-to-shatter-records?utm_term=nprnews&utm_campaign=npr&utm_source=twitter.com&utm_medium=social

[2] Pettifor, A. (2019). The case for the Green New Deal. Verso.

[3] Tcherneva, P. R. (2018). The job guarantee: Design, jobs, and implementation. Levy Economics Institute, Working Papers Series, (902).

[4] Rifkin, J. (2019). The green New Deal: Why the fossil fuel civilization will collapse by 2028, and the bold economic plan to save life on Earth (First Edition). St. Martin’s Press.

(Visited 1.925 times, 1 visits today)
Close