Written by 11:21 Makaleler

CHP’nin Ekonomi Politiği: Sosyal Demokrasiden Sosyal Liberalizme mi?

Doğukan Taşkıran yazdı…

CHP’nin tamamlanan kurultayıyla birlikte pek de anlamlı bir değişikliğin beklenmediği ve kutuplaşmama mesajlarının verildiği bir ortamda, görünüşe göre parti de içine yansıyan bir kutuplaşmadan veya muhalefetten yoksun. Kurultayın, pandemili günlere denk gelmesi ise bazı incelemeleri gerekli kılmaktadır. Bu sorunlardan en önemlisi, Covid günlerindeki ekonomik sorundur.

DİSK Araştırma Raporu’na göre “Covid-19 etkisiyle revize edilmiş geniş tanımlı işsiz ve iş kaybı sayısı 17.7 milyonu” aşmıştır. İstihdamın bir yılda 2 milyon 585 bin kişi azalması ve ümitsiz işsiz- sayısının 553 binden 1 milyon 310 bine yükselmesi, Türkiye tarihinin en büyük istihdam daralmasının yaşandığına işaret ediyor. Özellikle Nisan 2019-Nisan 2020 arasında 28 milyon 199 binden 25 milyon 614 bine düşen istihdamda yer alan kişi sayısı, kısa çalışma ödeneği ve ücretsiz izin ödeneği uygulamaları da göz önünde bulundurulursa, istihdam edilen işçilerin dahi ‘normal’ koşullar altında yaşamadığını göstermektedir.[1]

Bu istatistiklerin bir de görünmeyen tarafı olarak işten çıkarmaların, sağlıksız çalışma ortamlarının, ücret ödeneklerindeki sorunların emekçiler üzerinde yarattığı etki ve bunun derinleşen ekonomik kriz içindeki yeri düşünülürse, emeğin bu durumuna sağlam bir çözümün bulunması gerektiği anlaşılacaktır. Bu da gözlerin muhalefet partilerine çevrilmesine neden olmaktadır. Sosyal demokratların kitlelere yönelik anlamlı cevaplarının olup olmadığı ve derinleşen krizde tam olarak neyi sorun gördükleri ile CHP’nin sosyal demokrasinin rolü konusunda nereden nereye geldiği meselesi, bu makalenin ana konusunu oluşturacaktır.

Sosyal Demokrasi ve Sosyal Liberalizme Dair Kısa Bir Tartışma

Sosyal demokrat hareket, tarihi boyunca pek çok ideolojik ve teorik dönemeçlerden geçmiştir. İdeoloji, başta emek-sermaye çelişkisinin niteliksel bir dönüşümle, yani devrimle kalkacağını savunuyordu. Buna müteakip sosyal demokrasinin tarihinde ilk kurulan partiler de benimsedikleri teorik fikirler gereğince en son erek olarak sosyalizmi benimsemekteydiler.

Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin on dokuzuncu yüzyılda yükselmesi ve zaman içinde üyesi olduğu Enternasyonal’de iki çizginin, devrimci sol çizgi ile reformist sağ çizginin[2], siyasi rekabete girmesi; sosyal demokrasinin parçalanmasındaki esas etkenlerden biri olmuştur. Örneğin Fabian Derneği’nin ortaya çıkmasıyla doğan evrimci sosyalizm görüşü (reformizm), giderek merkeze kaymaya başlayan bir tutum olmasına rağmen sol devrimci görüşe rakip olarak ortaya çıkmıştır.[3]

Tarihler yirminci yüzyılın başlarını gösterdiğinde ise bugünkü modern sosyal demokrasinin kökenleri olarak iki eğilimin varlığından söz etmek mümkündür.

Kautsky’nin görüşü zamanla Ortodoks Marksizmden uzaklaşınca kendine has bir sosyal demokrasi teorisi geliştirmiştir.

Bunlardan biri, Kautsky’nin radikal görüşüdür. Kautsky’nin görüşü zamanla Ortodoks Marksizmden uzaklaşınca kendine has bir sosyal demokrasi teorisi geliştirmiştir. Buna göre sosyal bir değişim yaratmak için zor gücüne gerek yoktur, demokratik kanallar yeterlidir. İşçilerin ekonomik durumlarının iyileşmesi, zamanla onların maddi bilincini besleyerek siyasal iktidarı radikal olmayan yollarla devralmalarını sağlayabilir. Çoğunluk olan işçi sınıfının devleti domine etmesi, çıkarlarının devlet katında temsilini mümkün kılmaktadır. Kapitalistleri sosyal değişim içinde tasfiye etmeye ise gerek yoktur; zaten hâlihazırda siyasi iktidarı elinde tutan işçi sınıfı, en demokratik sınırlar içinde bir azınlık olan burjuvazinin hareket serbestisini sağlayabilir. İktidar olacak sosyal demokrat parti, sadece işçilerin partisi olarak klasik çoğulcu temsil modeliyle ve işçi sınıfının çoğunluk bilinciyle başta kalabilecektir. Üretim araçlarının toplumsallaştırılması ise daha uzak bir gelecekte mümkündür.[4]

Karl Kautsky ve eşi Luise Kautsky

Bernstein’ın sosyal demokrasi anlayışının ise Kautsky’den daha yumuşak olduğu söylenebilir. Kautsky’de sınıfsal öncülüğün işçiler tarafından sergilenmesi, Bernstein’da yerini sınıf ittifaklarından oluşmuş bir siyasal harekete bırakır. Özel, kooperatif ve devlet sektörlerinin bir arada yaşayabileceğini söyleyen Bernstein, burjuvazinin radikal liberal kanadıyla işbirliği yapılarak ilerici güçlerle toplu bir ittifak oluşturulmasını öngörmektedir. Demokrasiden, herhangi bir sınıfın tek başına imtiyaz sahibi olmamasını anlayan Bernstein için işçi sınıfının ihtilalci hayallere kapılmasına gerek yoktur. İktidardan dışlanmış bulunan diğer gruplarla (küçük burjuvazi, aydınlar, köylüler, kooperatifler, orta tabaka/sınıf vs.) yapılan müttefiklik, işçi sınıfının siyasetinde ona güç katacaktır. Buradaki ufak fark, Kautsky’de partinin sınıfsal yapısına yapılan vurgu daha çokken Bernstein’da bunun yoğunluğunun azalmasıdır. Son olarak Bernstein, devletin belli bir sınıf tarafından yönetilmek yerine onun paylaşılabileceğine de inanır.[5]

Kautsky’de sınıfsal öncülüğün işçiler tarafından sergilenmesi, Bernstein’da yerini sınıf ittifaklarından oluşmuş bir siyasal harekete bırakır.

Sosyal demokrasinin sınıfsallık tarafından yönetilen devlet sektörü anlayışına karşın, sosyal liberalizm; çeşitli kanatlarının öngördüğü sosyal eşitliğin sağlanmasında devletin hakem rolüne ve bu sosyal eşitliğin özgürlük ortamı olarak piyasa ve buna uygun bir siyasal sistemde daha iyi sonuçlar vereceğine dair inancı paylaşır. Düzenlemede öncü rolü üstlenmemekle birlikte devletin çeşitli eşitsizliklerin önüne geçmek adına sosyal politikalar ve çeşitli regülasyonlarla tüm bireylerin ortak sorunlarını çözmesi, sosyal liberal devletin başlıca görevidir. John Rawls’un perspektifinden detaylandıracak olursak, bireylerin, toplumun üyesi olarak doğarken adil bir şekilde yaşamlarını devam ettirmeleri için ilk önce adil şekilde sistemden faydalanmaları gerekir. Bu noktada sistemin politik sahasında bireylerin hakkaniyetli ilişkilerinin, dahası sistemin kendisinin hakkaniyetli olarak var olabilmesi için tüm vatandaşların ilk önce kaynaklara, daha özelde ise ekonomik kaynaklara erişiminin tam olması gerekir. Bir bireyin ekonomik anlamda ilerleyişi, başka bireyin fakirliğine yol açmaktan ziyade hepsinin ortak iyiliğine dayalı bir hareket olarak değerlendirilmelidir.[6] Özellikle politik kanalların halkın katılımına açılmasıyla birlikte, politikada tekelleşmenin önüne geçilmesiyle hem ekonomiye hem de siyasete katılan geniş kesimler, hayatlarını ikisinden birinin tekelleştirilmediği bir ortamda düzenleme imkanına sahip olmalıdır.

Eduard Bernstein

Sosyal Demokrasi, Dünya Politikası, CHP

Sosyal demokrat fikirlerin evriminde, 1873 Büyük Buhranı’yla devletin ekonomi üzerinde artan rolünün etkisi vardır. Kâr oranları düşen, rekabetten dolayı krize giren firmaların devlet tarafından kamulaştırılması; devletin piyasadaki efektif rolünün tartışılmaya başlandığı bir ortamın zeminini hazırlamıştır. Kamusal iktisat modelinin işlerliğinin yükselen kamulaşma eğilimi tarafından kanıtlanıyor gibi görünmesi; özellikle sermayenin topraksal olarak dünyayı kapsayacak şekilde genişlemesiyle birlikte sosyal demokrasinin ekonomik şartları yeniden değerlendireceği bir durum oluşturmuştur.

CHP’nin devletçi ekonomik perspektifinin Avrupa sosyal demokrasisinin de yükselişiyle meşrulaştırması, Adalet Partisi’ne oranla emekçi kitleleri seçmen tabanı olarak belirlemesini sağlamıştır.

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından göreceli yükselen piyasaların 1929’da ekonomik krize girmesi ve bu krizin hammadde fiyatlarında yol açtığı düşüşün, çevre ve yarı-çevre ülkeleri ithal-ikameci-devletçi politikalara itmesi, devletçi ekonomi modelinin bir manada başarısını göstermektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından tahrip olan Avrupa ülkelerinin, Keynesçi politikalarla ekonomilerini onarma sürecine girmesi; sosyal demokrat hareketlerin kendilerine uygun tarzda bir ekonomi politikasını keşfetmesini sağlamıştır. CHP’nin kendi dönemindeki devletçi ekonomik perspektifini Avrupa sosyal demokrasisinin de yükselişiyle ideolojik olarak meşrulaştırması, Demokrat Parti’nin ekonomi politikalarını benimsemiş Adalet Partisi’ne oranla emekçi kitleleri seçmen tabanı olarak belirlemesini sağlamıştır.

1977-1980 arasında oluşan krizde, özellikle dünyadaki dönüşümlerle birlikte konuşulmaya başlanan neoliberal ekonomi biçimi, CHP’nin güçlü sosyal demokrat parti ideolojisine alternatif olarak da yükselme imkanına sahipti. Ama geniş kitlelerin devletçi ekonomiden faydalanması, üstelik bunun CHP gibi bir muhalefetle desteklenmesi, artı olarak 1971-1980 arasındaki siyasal parti istikrarsızlıklarının 1977’den sonra derinleşmesi, 12 Eylül’ün araya girmesiyle toplumsal muhalefetin kesilmesini getirmiştir.

24 Ocak Kararları’nın neredeyse rakipsiz biçimde uygulamaya konması ve aynı yıllarda CHP’nin kapalı kalması, yeni sol arayışları beraberinde getirmiştir. DSP ve SHP’nin bu yıllarda sol boşluğu dolduracak birer parti olarak doğmaları, ancak 1991’e kadar ANAP hükümetine rakip çıkamamaları, SHP’nin üç yıllık iktidar ortaklığının ardından 1995’te kapanmasıyla CHP’nin yükselmesi, siyasal istikarsızlık günlerinin ekonomik istikrarsızlıkla birleşmesinde birtakım sorunları da doğurmuştur.

İlk olarak dünya politikası açısından bakıldığında Birleşik Krallık’ta İşçi Partisi, aslında Üçüncü Yol stratejisiyle sosyal liberal ideolojinin yeni örneklerini veriyordu. Dünya solunun neoliberal politikalara anlamlı alternatifler oluşturamaması, farklı partiler arasında Birleşik Krallık’taki gibi solun geri planda kalmasına ve bir üçüncü yolculuğa itilmesine neden oluyordu. Şimdi ise yaşanan ekonomik krizden nasıl çıkılacağına dair politika üretmesi beklenen bir CHP vardır.

“Dünyanın tüm işçilerin birleşin” yerine “Dünyanın tüm demokratları birleşin” söyleminin vurgulanması, aslında CHP’nin emekçi kitlelerle olan bağını anlamakta iyi bir başlangıç noktası olabilir.

Her şeyden önce CHP, siyasal meseleleri ele almakta sınıfsal görüntüsünü kaybetmiş bulunmaktadır. Elbet gerek parti programında, gerekse de seçim bildirgelerinde emekçi kesim hakkında politikalar geliştirdiği açıkça görülmektedir. Ama Kılıçdaroğlu’nun DİSK 16. Olağan Genel Kurulu’nda, otoriter rejimlerin güç kazanmaya başladığı bir ortamda Karl Marx’ın “Dünyanın tüm işçilerin birleşin” sözü yerine “Dünyanın tüm demokratları birleşin”[7] söyleminin önemini vurgulaması, eskinin yerine yeni söylemin inşa edilmesinin gerekliliğini belirtmesi aslında CHP’nin emekçi kitlelerle olan bağını anlamakta iyi bir başlangıç noktası olabilir. Bunun yerine aynı kurulda sosyal devletin rolüne vurgu yapması, bir anlamda piyasanın dezavantajlı konuma düşürdüğü kesimler konusunda sosyal politikaların önemine dikkat çekmektedir. Bu bağlamda sosyal politikalar, giderek dezavantajlı konuma düşen emekçi kesimlerin koşullarını düzeltmek bağlamında önemli olsa da yeteri kadar doyurucu bir cevap oluşturmamaktadır: yapısal krizden çıkış. 2013’ten beri derinleşen, 2018-2019’da kurdaki ani yükselmeyle pek çok firmanın konkordato ilan etmesine neden olan ve istihdamın sıkıntıya düştüğü kriz sonrasında Türkiye’nin ekonomik krizleri, cevap verilmesi elzem ve reddedilemez bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hal böyle olunca ilk başvurulacak kaynaklardan biri, parti programının bizzat kendisi olmaktadır. Normal bir sosyal demokrat partinin yapacağı, meselede sınıfsal konuma vurgu yapmak ve ardından bunun devlet tarafından ne türde etkin müdahalelerle onarılacağını düşünmektir. Özellikle işçilerin ekonomik yaşamda söz sahibi olmaları, hatta planlama yoluyla ekonomik yaşama dahil olmaları hem Kautsky hem de Bernstein tarafından benimsenmiş bir fikirdir.

CHP ekonominin içinde bulunduğu durumun sebebini, özelleştirmelerden ziyade, kurumların işlemesinin siyasal amaçlarla sekteye uğratılmasında görmektedir.

Yeniden devlet müdahalesinin dillendirildiği ve yatırımların kârlılığa göre belirlendiği, piyasanın kendi çelişkilerinden çıkmış bu kriz günlerinde, CHP’nin ortaya koyduğu on altı maddelik ekonomi öneri paketinin genel ruhu; kurumların iyileştirilmesi üzerinedir.[8] Bu haliyle sistemin kendi krizine dair bir şeyler dillendirilmemektedir. Örneğin CHP; özelleştirmeler konusunda meseleye ‘ideolojik’ bakmadığını, hatta yeri geldiğinde belirli koşullar dahilinde KİT’lerin kamu yararı gözetilerek özelleştirileceğini beyan etmektedir.[9] Kısacası CHP ekonominin içinde bulunduğu durumun sebebini, özelleştirmelerden ziyade, kurumların işlemesinin siyasal amaçlarla sekteye uğratılmasında görmektedir. Bu tavır, Kılıçdaroğlu’nun söylemlerinde de açıkça görülmektedir. Bunun ise ulusal ve uluslararası alanda rekabete zarar vererek ülkeyi geri bir konuma düşürdüğü iddia edilmektedir. Eleştirilerin genel kısmında yapısal anlamda ekonominin kendi gidişatına, içsel çelişkilerine getirilen eleştiri, neoliberal ideolojinin (kapitalizmin değil) piyasa tutuculuğunu harmanlandığı üzerine şöyle bir dokundurmadan ibarettir. Bu anlamda emekçi kesimin krizin çözümünde ekonominin neresinde durabileceği, programın satır aralarında pek sözü edilmeyen bir durumdur.

1990’lardan bu yana sol partilerin içerisine girmiş oldukları krizler, bir manada neoliberalizme alternatif arayışının yokluğundan ileri gelmekte. Tony Blair’ın Birleşik Krallık’taki Üçüncü Yol stratejisinin temelde hiçbir şey önermediği, sosyal demokrasinin sosyal liberalizme teslim olarak devletin ana toplumsal konularda (ekoloji, toplumsal cinsiyet, ekonomik eşitsizlik, eğitim vs.) söz sahibi olduğu ama ekonomiye müdahale konusunda burun kıvırdığı göz önünde bulundurulmalıdır. Bugün de dünyadaki sol hareketlerin aynı krizden geçtiğini gözlemlemek mümkün. Piyasa içerisinde bir alternatif aramanın, piyasanın kendisini sorunsallaştırmamanın, toplumsal üretimin sınıfsal bölüşümünü es geçmeye çalışarak sistemin ‘adil’ olmadığını vurgulamanın, doğuşu sınıfsal tartışmalardan meydana gelmiş bir ideoloji için kanımca sosyal demokrasinin yeni dönemde ismini koruyarak sosyal liberalizme eklemlendiğinin kanıtı olabilir. Yeni dönemde sosyal demokrasi, kendisini tanımlama noktasında tartışmalara muhtaçtır. Aksi takdirde solun genel görünümü, kendisini krizler üzerinden üretmekten uzaklaşacak gibi görünmemektedir


[1] DİSK, İşsizlik ve İstihdamın Görünümü Raporu (11 Temmuz 2020), http://disk.org.tr/2020/07/temmuz-2020-issizlik-ve-istihdam-raporu-turkiye-tarihinin-en-buyuk-issizligi/

[2] Bu adlandırma bir yakıştırma olarak anlaşılmamalıdır. Bir taraf niteliksel değişimleri savunurken, diğer taraf niceliksel değişimleri yeterli görüyordu. Zaten devrimci ve reformcu görüşler de her daim çatışmaya devam edecekti.

[3] William Z. Foster, History Of The Three Internationals: The World Socialist And Communist Movements From 1848 To The Present, Greenwood Press, 2014, s. 146-148

[4] İsmail Cem, Sosyal Demokrasi Nedir Ne Değildir?, Cem Yayınevi, 1984, s. 92-102

[5] a.g.e., s. 64-75

[6] Stanford Encyclopedia Of Philosophy, Jown Rawls, https://plato.stanford.edu/entries/rawls/, (Erişim Tarihi: 27.07.2020)

[7] ‘Kılıçdaroğlu, Dünyanın bütün demokratları, birleşin’, https://tr.sputniknews.com/turkiye/202002141041404764-kilicdaroglu-dunyanin-butun-demokratlari-birlesin/ (Erişim Tarihi: 27.07.2020)

[8] ‘CHP lideri Kılıçdaroğlu’ndan 16 maddelik Buhrandan Çıkış Çağrısı’, https://tr.euronews.com/2020/05/18/chp-lideri-k-l-cdaroglu-ndan-16-maddelik-buhrandan-c-k-s-cagr-s

[9] Çağdaş Türkiye İçin Değişim Programı, https://chp.azureedge.net/1d48b01630ef43d9b2edf45d55842cae.pdf, s. 175-179


Doğukan Taşkıran

1997’de İstanbul’da doğdu. 2020’de Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. Marmara Üniversitesi Uluslararası Politik Ekonomi yüksek lisans programında öğrenimine devam etmektedir.

Politik ekonomi, uluslararası ilişkiler teorisi, siyaset teorisi üzerine yazmakta olup Gergedan Dergi’de aynı alanda yazı üretmektedir.

(Visited 3.236 times, 1 visits today)
Close