Edebiyatımızın en büyük şairlerinden Nedim, 18. yüzyılda yazdığı “İstanbul Kasidesi” diye ünlenen şiirinde şöyle diyor:
“Bir gevher-i yektâdır iki bahr arasında
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır”
2011’de “Çılgın Proje” ismiyle kamuoyuna sunulan ve haftalardır “Kanal İstanbul” adı altında tartıştığımız tasarı, Türk boğazlarının ve tabii en çok da İstanbul’un önemini (yeniden) ortaya koydu. Evet, Nedim’in de asırlar önce yazdığı gibi, İstanbul şehri -ve Boğazı- iki deniz arasında paha biçilmez bir cevher; onun eşdeğeri ise ancak dünyayı aydınlatan güneş olabilirdi. Türk kamuoyunun, ülke jeopolitiğini bir mucize gibi kabul ettiği gerçeği bir yana, Boğazlar Avrasya’nın kalbinde önemli bir ekonomik noktayı teşkil ediyor. Antik Çağ’dan beri Avrasya steplerini Karadeniz üzerinden Akdeniz’e bağlayan İstanbul ve Çanakkale Boğazları sayısız kavmi, imparatorluğu cezbetmiş. Osmanlıların 1453’te İstanbul’u ele geçirmesinden bugüne de Türkiye ekonomisinin merkezini oluşturmuş. 2018 verilerine göre İstanbul Boğazı’ndan 41.113 gemi geçerken gros tonun toplamı 613.088.166’yı bulmuş[1].
Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı’nın gemi geçiş istatistiklerinde göze çarpan, 2000’li yılların başından bu yana Boğaz’dan geçen toplam hacmin artışına rağmen gemi sayısının azalışı. Kanal İstanbul’a dair söylemlerdeki yanlışlar (hadi, “yalanların” demeyelim) medyada yeterince yazılıp çizilmekte. Bunların en derli toplularından birini Ozan Gündoğdu Birgün’de kaleme aldı[2]. Pek çok hukukçu ve uluslararası ilişkiler yorumcusu projenin altında yatan sebepleri tartışmakta. İki parçalık bu kısa yazı dizisinde benim amacım “bir mücevher gibi iki deniz ortasında duran” Boğaz’ın statüsündeki evrimi ortaya koymak. Ne kolay ne de zor bir işten bahsediyoruz; hatta tarihsel referanslar çoğu okuyucuya sıkıcı gelebilir. Fakat tarihî akışın, sanırım, bugünkü projenin arkasında yatan sebepleri anlamada katkısı olacaktır.
Boğazlar Meselesi, belki bugün de olabileceği gibi, Rusya yüzünden ortaya çıktı; zamanlar “düvel-i muazzama” yani devrin süpergüçlerinin dahliyle uluslararası bir sorun hâlini aldı.
“Kuzey-Güney” ticaretinin ve ulaşımının göbeğindeki “Türk Boğazları”, bir mesele olarak (Straits Question) 1774 tarihli Küçük Kaynarca Anlaşması’yla doğdu, diplomasi literatürüne 19. yüzyılda girdi. Boğazlar Meselesi, belki bugün de olabileceği gibi, Rusya yüzünden ortaya çıktı; zamanla “düvel-i muazzama” yani devrin süpergüçlerinin dahliyle uluslararası bir sorun hâlini aldı. Montrö Anlaşması’na giden süreçte Boğazların statüsündeki değişiklikler, genellikler dört dönemde inceleniyor: 1453-1809 arası tek taraflı, 1809-1841 arası ikili ve 1841-1936 arası çok taraflı düzenlemeler devri (Dönemlere ayırma konusunda en çok Bülent Şener’in çalışmaları atıf almış).
Bâb-ı Âli’nin verdiği imtiyaz ve kapitülasyonlarla Boğaz’dan yabancıların geçiş rejimi 1453-1809 arasında özgürce düzenlenmiş pek çok araştırmacının altını çizdiği üzere. Fakat geçiş problemlerinin baş göstermesi de yine bu ilk ve en uzun dönemde meydana gelmiş: 1768-1774 arasındaki Türk-Rus Savaşı’nda Rus donanmasının Baltık Denizi’nden çıkıp Çeşme Baskını (1770) ile Osmanlı donanmasına ağır darbe vurduğu bilinir. Savaş’ın sonunda akdedilen Küçük Kaynarca Anlaşması, üç asırlık “bir Türk gölü” olan Karadeniz’in kuzeyinde Osmanlı hakimiyetini sona erdirdiği gibi, uzun bir aradan sonra bir başka deniz gücünün bu sahaya inişini de simgeler. Böylece Rusya, ticaret ve savaş gemileri için Osmanlı İmparatorluğu’ndan, Boğazlardan geçiş hakkı isteme meşruiyetini elde eder.
Osmanlıların Boğazlar üzerindeki egemenliğini iki taraflı anlaşmalarla belirlemeye başladığı tarih ise 1809’dur. Napoléon ordularının Avrupa’yı kasıp kavurduğu dönemde İngilizler, Bâb-ı Âli’yle Rus-Fransız ittifakına karşı Kala-yı Sultaniye (Çanakkale) Anlaşması’nı imzalarlar ve Osmanlılar gerektiği takdirde Karadeniz sahillerini ve Boğazları tutarak muhtemel Fransız saldırısına karşı müttefiklerini savunacaklarını garantilerler. Devrin “denge politikası” ve giderek artan Rus baskısıyla imzalanan Edirne (1829), Hünkar İskelesi (1833) ve Baltalimanı (1838) Anlaşmaları bu suyollarındaki Türk egemenliğine kademe kademe darbe vurur.
Boğazlar meselesinin çok taraflı bir anlaşmanın konusu ve uluslararası ilişkiler literatürünün bir parçası hâline gelmesi ise 1841 tarihli Londra Sözleşmesi’yle gerçekleşir. Londra’ya gelene kadar yaşananlar Türkiye tarihinin en utanç verici sahnelerinden birini teşkil eder: II. Mahmud’un Yunan İhtilâli (1821-1830) sırasında Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya verdiği sözleri tutmaması sonucu Paşa ordularını Kütahya’ya (1832) ve Nizip’e dek yollar (1839). Kendi valisinin modern ordularını yenemeyen Sultan, önce asırlık düşman Ruslardan, sonra da Rus tehdidini ekarte etmek isteyen İngilizlerden askerî destek alır. Ancak her iki yardım da Boğazlar üzerinden verilen geniş ayrıcalıklarla karşılanır: Özellikle Ruslara 8 yıllık imtiyaz tanıyan 1833 tarihli Hünkar İskelesi Anlaşması, Batılı güçlerin gözünü korkutur. Sonunda Londra’da toplanan uluslarası konvansiyon Boğazların sözleşmeye taraf olan ve gelecekte taraf olabilecek devletlerin ticaret gemilerine serbest geçiş hakkı tanınmasını kabul eder. Ayrıca Osmanlılar, Boğazlardan hiçbir yabancı savaş gemisini geçirmeme hakkını tekrar elde eder. Görünürde tıpkı eski asırlardaki rejime, Türk egemenliğinin sürdüğü devirlere dönülür. Fakat Rusların -görece- aleyhine olan sözleşme, Türk egemenliğini uluslararası bir anlaşmaya dayandırıp garanti altına alarak belli bir hukukî çerçeveye sokar.
Türkiye açısından en talihsizi ise Boğazların yönetiminin uluslararası yönetime bırakılacağı Sevr’dir.
Bu tarihten 1936’ya dek imzalanan
1856 tarihli Paris ve 1871 tarihli Londra Boğazlar Sözleşmeleri, 1878 Berlin,
30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes ve 10 Ağustos 1920 Sevr Anlaşmaları da Boğazların
statüsünü çok taraflı anlaşmalarla belirler. Bunlar içinde ünlü bir anlaşma,
Kırım Savaşı’ndaki Türk galibiyetine rağmen Karadeniz’in Osmanlı donanmasından
da arındıralacağının belirtildiği Paris Anlaşması’dır (1856). Türkiye açısından
en talihsizi ise Boğazların yönetiminin uluslararası yönetime bırakılacağı
Sevr’dir (1920). Nitekim Millî Mücadele sonrasında Boğazlardaki rejim daha
farklı hâl alacaktır.
[1] https://atlantis.udhb.gov.tr/istatistik/gemi_gecis.aspx
[2] https://www.birgun.net/haber/kanal-istanbul-da-yalanlar-ve-gercekler-280183
Oğul Tuna
1995 yılında Adana’da doğdu. 2019’da Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Master eğitimini hâlen Fransa’da Lille Siyasal Çalışmalar Enstitüsü’nde (Sciences Po Lille) sürdürmektedir.
Siyasî tarih ve karşılaştırmalı siyaset çalışan Tuna Türkiye, İran ve Rusya üzerine yoğunlaşmaktadır.