Ekibimizden Oktay Özden’in finansal iktisatçı Dr. Sabri Öncü ile yaptığı röportajın ilk kısmını 26 Şubat Çarşamba günü yayımlamıştık. Sabri Hoca, röportajın ikinci bölümünde merkez bankasının rolünü irdelerken uyumsalcılar ile yapısalcıların yaklaşımlarını değerlendiriyor. Röportajın sonuna doğru ise Sabri Öncü, paranın oluşumuna ve yönetimine dair bilgi sahibi olmanın toplumun farklı unsurları için neden önemli olduğunu yanıtlıyor.
Buraya kadar anlattığınız tüm bu süreçlerde merkez bankasının fonksiyonu nedir? Merkez bankası para yaratma süreçleri içinde ne kadar etkindir?
Eğer ki kısmi rezerv teorisi açıklaması doğru olsaydı merkez bankası, rezervlerin miktarını belirleyerek piyasadaki para miktarını da belirlerdi. Eğer rezerv zorunluluğu %10 ise o teori çerçevesinde bankalar bunu on katı ile çarpacaklardı. Örneğin merkez bankası piyasada bin pound olsun istiyorsa 100 poundluk bir rezerv oluşturup bankaların bu parayı çarpan etkisiyle genişletmesi sonucu aşağı yukarı istediği bu miktarı elde etmiş ve böylece toplam para miktarını da kontrol etmiş olurdu. Fakat konuştuğumuz üzere olay böyle cereyan etmiyor. Merkez bankalarının rezervlerle bastıkları fiziksel paraya baz para deniliyor. Baz parayı kontrol ederek piyasadaki para miktarını kontrol edebilen bir kurum değil merkez bankaları. Bunu kontrol eden, piyasadaki aktörlerdir. Kimdir bu aktörler?: Bankalar ve banka olmayan kurumlar.
Merkez bankaları yalnızca paranın üretim maliyetini belirler. Merkez bankası, para politikalarıyla rezervler üzerindeki faizi belirliyor. Merkez bankalarının kullandığı araçlar ülkeden ülkeye değişmekle beraber Türkiye’nin de dahil olduğu ülkelerde, ABD’de de dahil olmak üzere, merkez bankalarının para politikaları; özel bir durum yoksa repo piyasasında şekillenir. Bu repoların faizleriyle oynayarak paranın üretim maliyetlerini etkiler. Tabi yalnızca merkez bankası değil. Eğer merkez bankası tek bankacılık düzenleyicisi değilse diğer bankacılık düzenleyicileri de paranın üretim maliyetini etkilerler. Amerika’da ben artık sayısını unuttum kaç tane bankacılık düzenleyicisi var. Türkiye’de benim gördüğüm kadarıyla bir merkez bankası var, zorunlu karşılık oranlarını belirliyor. Buna karşılık diğer düzenlemeleri koyan kurul da Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurulu, birçok başka faktörü belirlediği gibi sermaye yeterlilik rasyosunu da belirler. Bu arada bir şey daha söylemek isterim. Bankaların verdiği krediler de bankaların satın aldıkları finansal varlıklardır. Banka kredi verdiğinde ne yapıyor? Bir borç sözleşmesi satın alıyor aslında. BDDK’nin koyduğu sermaye rasyosu da daha sonra bankalar tarafından karşılanması gereken bir zorunluluktur. Yani banka; yarattığı mevduat için bir yerlerden rezerv bulacak, ya merkez bankasından ya da rezerv fazlası olan başka bankalardan satın alacak. Aynı zamanda yarattığı kredi için de bir yerlerden sermaye bulması gerekir. O da tabi banka için bir para üretme maliyeti.
Dolayısıyla merkez bankası, bankaların üreteceği paranın maliyetini belirleyen tek aktör değil. Burada maliyeti belirleyen merkez bankası, miktarı belirleyememektedir. Merkez bankası bu maliyetleri artırdıkça bankaların para üretme yeteneklerini bir miktar kısıtlamış olabilir ama borçlanmak isteyen piyasadaki aktörler yüksek faizden borçlanmayı istiyorlarsa maliyetler arttığı halde yüksek faizler ödeyerek borçlanabilirler. Bankalar da faizi bir miktar artırarak bu para yaratma sürecini sürdürürler ta ki para kazanamayacaklarını düşünecekleri noktaya kadar. Böyle bir nokta tabi ekonomideki para yaratma süreçlerinin tıkandığı, yüksek faiz yükünün kaldırılamadığı, piyasadaki aktörlerin de borçlarını çeviremediği, batık kredilerin arttığı ve dolayısıyla ekonomi için bir çöküş sürecine denk düşer. Yani kredi genişleme süreci yavaşlamış olur. Kısacası merkez bankasının yapabileceği, para üretme maliyetlerini değiştirmektir. Bu maliyetler düşerse kredi genişleme hızı artar, artar ise kredi genişleme hızı düşer. Bu noktada görüldüğü üzere merkez bankaları, ticari bankaların kredileri nereye kadar artıracağını belirleyemez. Örneğin Avrupa borç krizi sonrası Avrupa Merkez Bankası, birçok bankaya çok düşük faizli neredeyse bedava rezerv verdi. Peki bankalar kredi verdiler mi? Vermediler. Çünkü o verdikleri kredilerin geri ödenebileceğinden kuşku duydular. Başından beri söylediğim üzere kısmi rezerv teorisi geçerli olsaydı baz para bu kadar artmışken ona karşılık gelen çarpım ile Avrupa’da para miktarının çok daha fazla büyümüş olması gerekirdi. Nitekim büyümedi neden? Bankalar kredi vermedi.
Bu konu üzerine yapılan tartışmalardan biri de bugün paranın içsel olarak bankalar tarafından üretildiğini söyleyen post-Keynesyen teoristler arasında geçiyor. İki taraf var. Bunlar literatürde “uyumcular” (accomodationism) ve “yapısalcılar” (structuralism) olarak adlandırılıyor. Yapısalcılar merkez bankasının rolünün daha etkin ve dinamik olduğunu ve dolayısıyla para arzının kısa dönemde faiz oranlarını yükselterek karşılık verebileceğini söylüyor. Diğer yandan Uyumcular ise piyasadaki organik para genişlemesinde para arzı genişlerken merkez bankasının bu sürece müdahale edeceği ve direkt kısa dönem faiz oranlarını artıracağı düşüncesinin yanlış olduğunu söylüyor. Örnek olarak da 80’leri verirler: para arzı genişlemeye devam ederken faiz oranları da düşüyor o dönemde.
Bu tartışmada yapısalcıların dediği doğru olsaydı bu söylediğin gerçekleşmezdi tabi. Para miktarı çok fazla artıyorsa faizi yukarı çekmesi gerekirdi. Ben de açıkçası yapısalcılara yakın hissetmiyorum kendimi.
Yine günümüzden bir örnek vermek gerekirse hatırlarsınız Eylül 2019 Repo krizini. Kısa dönem faiz oranları ani bir şekilde %10’a ulaşınca kriz endişesi, Fed’in doğrudan piyasaya müdahale etmesine neden oldu. Tabi buna neden olan likidite açığıydı. Fed, iki haftadan kısa bir sürede yaklaşık 203 milyar dolar civarında bir likidite sağladı piyasaya.
Bu da uyumsalcılara destektir. Ben tarihi çok iyi hatırlıyorum: ilk müdahale 18 Eylül’de oldu. Ortalık o şekilde karıştı ki Fed direkt bastı parayı. ABD’deki repo piyasası üç tane. Onların ortasında da iki tane takas bankası vardır. Bunlardan bir tanesi Bank of New York Mellon diğeri de JP Morgan Chase. JP Morgan Chase çekildi bu işi yapmıyoruz dediler. Bütün iş Bank of New York Mellon’a kalınca ortalık karıştı. Tabi böyle bir durumda merkez bankası finansal piyasaların göçüşünü seyredebilir mi? Repo piyasası göçerse bankacılık sisteminin gerisi hemen olmasa da çok kısa bir süre sonra göçer. 2007-2008 de olanların büyük çoğunluğu repo piyasasında olmuş sıkıntılardı. Lehman’ın göçüşü yine repo piyasasındaki sıkıntılardan kaynaklıydı. Repo piyasası çok tehlikeli bir piyasa. Fed gibi bir merkez bankası, bırakayım da piyasa kendi problemlerini çözsün diyemez. O anlamda uyumsalcılar haklı.
Fed’in sitesini açtığınızda üç ana görevden bahseder: istihdamı en çoklamak, fiyat istikrarı ve ılımlı uzun vadeli faizler; yani finansal istikrar. Finansal istikrarı gözeten bir merkez bankası, yapısalcıların dediği gibi değil uyumsalcıların dediği gibi davranmak zorunda. İkincisi, Fed neden uzun vadeli faizlerin ılımlı olmasını kendine bir görev olarak atfeder? Uzun dönemli faizler yükselirse finansal istikrar bozulur, gayrimenkul piyasası göçer. Çünkü uzun vadeli faizler yükselirse mortgage faizleri de yükselir. Böyle bir durumda vatandaş nasıl ev satın alabilir ki? Dahası, uzun vadeli faizler yükselirse şirketlerin kendi hisse senetlerini satın almak için borçlanma maliyetleri de yükselir. Bu sefer de hisse senedi piyasası göçer. Aslında üstü kapalı olarak Amerikan merkez bankası söylüyor vatandaşa, “ben bu piyasaların batmasına izin veremem, fiyat istikrarı da benim görevimdir ama asıl sorunum finansal istikrardır” diyor. Dolayısıyla yapısalcıların dedikleri oldukça kuşkulu. Uyumsalcıların dedikleri daha akla yatar halde.
Powell’ın o dönemki açıklamasını çok iyi hatırlıyorum, aynen şöyle diyordu: “Bankaların bilançolarındaki organik genişlemeye Fed karşılık verecektir, piyasaların istikrarlı hale gelmesi için elinden geleni yapacaktır.” Görüldüğü üzere bu cümle uyumsalcıların dediğinin doğrudan doğruya pratikte bir yansıması. Ve aslında her şeyden önce bir merkez bankasının, fiyat istikrarından da önce finansal piyasaları koruyucu bir defansif rolü olduğu açıkça ortada.
Şimdi senin geçenlerde sorduğun soruyu tekrar sormakta fayda var: “Merkez bankaları kimin hizmetindedir?” İngiliz merkez bankasının sitesinde şöyle yazıyor: “Bizim görevimiz, halkın iyiliği için fiyat ve finansal istikrarı sağlamaktır.” Öyle mi acaba? Şunu sorayım: enflasyon kim için zararlıdır? Borç alan için mi yoksa borç veren için mi? Borç veren için tabi ki de. Örnek vermek gerekirse %10 faizle 100 lira borç alırsan ödeme süreci içinde yaşanacak %20’lik bir enflasyon borç veren için zarar demektir. Dolayısıyla enflasyon kredidatörler için zararlı bir şeydir. İşte bu da bize merkez bankalarının kimin hizmetinde olduğunu gösteriyor. Merkez bankaları tabi ki de halkın hizmetinde değildir. Ayrıca enflasyon olmaması için ücretlerin de artmasının önüne geçmeleri icap eder. İşte o noktada da yapısal reform denilen şeyler devreye giriyor.
Kesinlikle öyle, “Merkez bankasının görevi fiyat istikrarını sağlamaktır.” cümlesinin hemen ardından hükümetin de “yapısal reformları” gerçekleştirmesi düşüncesi geliyor. İşte atfedilen bu görev de ücretlerin baskılanması ve emek gücü piyasalarına yönelik tüm saldırıları içeriyor.
Yapısal reform diyenlerin bakmayın eğitim, verimlilik, teknoloji dediklerine; bunlar bir şekilde emek piyasalarını baskılamayı içerir, bir şekilde önerilen politikalar oraya varır. Yapısal reform denilen araçlar, ücretleri baskılamaya yöneliktir.
Peki hocam son bir soru ile röportajımızı sonlandıralım. Sıradan bir vatandaş sizce neden bu süreçlere dair bilgi sahibi olmalı?
Demokratik bir ortamda siyasi partilerin temsil ettiği grupların birtakım taleplerde bulunması gerekir. Eğer paranın nasıl üretildiği doğru anlaşılırsa iktidarda olmayan partilerin iktidar partisine yönelteceği eleştiriler daha anlamlı hale gelir. İkincisi de iktidar olurlarsa uygulayacakları ekonomi politikaları daha sağlıklı hale gelebilir. Bugünkü ana akım iktisat politikalarında, bankacılık düzenlemelerinin belirlenmesinde kullanılan teorilerde paranın üretimi yanlış anlaşılıyor. Bugünkü haliyle bankalar, aracılar olarak görülüyor. Mecburen bir çarpan etkisine sahip oldukları kabul ediliyor. Ve bunun üzerinden de şöyle bir çıkarım yapılıyor “Yatırımlar tasarruflarla fonlanır, tasarruf açığımız var.” Yani ne yapacağız? Kemer sıkacağız. Siz eğer gerçekte cereyan eden sürecin röportajın başından beri vurguladığımız içsel para teorisiyle en doğru şekilde açıkladığının farkına varırsanız daha doğru taleplerde bulunabilirsiniz. Bankacılık düzenlemeleri yine bu eksende şekillenebilir. Örneğin Kanada’da hiçbir rezerv zorunluluğu yok. Buna karşılık Kanada’daki para politikası son derece sağlıklı yürüyor ve hatta bir sürü ülkeden çok daha sağlıklı. Diğer bir düzenleme ayağı da sermaye zorunluğu. Anlattığımız teoriye göre bankaların kredi verebilmeleri için bir sermaye zorunluluğu gerekiyor mu? Gerekmiyor. Sermayeyi sonradan buluyor zaten bankalar. Yani sermaye yeterliliği üzerine kurulu bankacılık düzenlemeleri de sorgulanabilir eğer paranın nasıl üretildiği iyi anlaşılırsa.
Sonuçta özetle, vatandaşın kendi partisinden doğru taleplerde bulunmaları için bu süreçleri anlamalarında yarar var. Bu partinin de eğer iktidarda değilse iktidardaki partiden doğru taleplerde bulunabilmesi için ve iktidarsa da politikalarını daha anlamlı bir şekilde belirleyebilmesi için paranın nasıl üretildiğini anlamasında yarar var. Mesela paranın nasıl üretildiğini doğru anlayan bir parti; kemer sıkma politikaları uygulamaz, hükümet harcamalarını artırır, borçlanmadan korkmaz. Nereye kadar korkmamalı? Üretim artmaz iken hala para miktarı artıyorsa. Böyle bir durumda enflasyonist bir süreç ortaya çıkar elbette. Eğer bir şekilde üretimi de artırıcı bir etki vuku buluyorsa ciddi bir enflasyon olmayacaktır. Sorun zaten bankaların kredi vermesinde değil, nereye kredi verdiklerinde. Eğer ki tüketime ve spekülasyona yönelik krediler verirsen varlık fiyatları şişer. Tüketime yönelik krediler çok fazla verilirse ve bunun karşılığında üretim artmazsa mal ve hizmet enflasyonu da ortaya çıkar. Dolayısıyla paranın nasıl yaratıldığını anlayan bir iktidar partisi, kredi yaratımını yönetmeye yönelik politikalar geliştirebilir.