Behlül Özkan ve Tolga Gürakar’ın derlediği “Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni” 2020 yılının sonunda raflarda yerini aldı. Tekin Yayınevi etiketiyle çıkan kitapta 10 sosyal bilimci ordu, sermaye ve ABD üçgeninde siyasal İslamcılığın gelişmini inceliyorlar. Dış politika analizinde egemen Soğuk Savaş anlatısına ve Türkiye’nin merkez-çevre eksenli sosyolojik tahliline eleştirel bir yaklaşım ortaya koyan bu çalışma, Türkiye’nin bugünkü siyasi rejimini anlamak için de yol gösterici nitelikte.
Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni‘nin yazarlarıyla gerçekleştirdiğimiz kısa röportajların beşincisinde konuğumuz “12 Mart: Karargâhtaki İslam İktidarı” başlıklı makalenin yazarı Okan İrtem.
Gergedan Dergi: Makalenizde 27 Mayıs’tan 12 Mart’a Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içindeki siyasal eğilimleri inceliyorsunuz. 1960 ihtilalinin liderlerine, ihtilalden yalnızca 6 ay sonra DP kadrolarını-tabanını yeniden toplayacak bir sağ parti kurdurtan sebepler nelerdir?
Okan İrtem: İzninizle sorunuzu yanıtlamaya “27 Mayıs’ın DP çizgisine kapıyı kapatıp kapatmadığı tartışmalıdır” önermesi ile başlayayım. Bir örnek yeterli olacaktır. Eski DP milletvekillerinden Ekrem Alican. Alican 27 Mayıs sonrasındaki hükümette Maliye bakanı olarak görev yapıyordu. Dönemin önemli gazetecilerinden Metin Toker, Devlet Başkanı Cemal Gürsel’in başbakanlıkta en çok görmek istediği ismin de Ekrem Alican olduğunu söylüyor. Alican ilginç bir isim. 50’li yılların ilk yarısında DP’nin Kocaeli milletvekili olarak Meclis’te yer alıyor. DP içerisinde çıkan ispat hakkı tartışması sırasında DP’den ayrılmış ve Hürriyet Partisi’nin kuruluşuna katılmış bir vekildir. Gazetecilerin devlet yöneticileri ya da DP vekilleri hakkındaki yolsuzluk ya da suiistimal iddialarını yazabilmeleri gerektiğini, bu tür haberleri kaleme alan gazetecilerin hemen kovuşturmaya uğramamaları gerektiğini düşündüğü için Menderes’ten ayrı düşmüş bir siyasetçidir. Siyasal açıdan daha önemli olan ise, DP’den kopan vekillerin kurdukları Hürriyet Partisi’nde yer almasıdır. Bu, şu nedenle önemli: Hürriyet Partisi, CHP gibi, 27 Mayıs sonrasında kurulan iktidarın siyasi ufkunun sınırlarını belirleyen partilerden biri. Yayımladığı makaleler ile 1961 Anayasası’nın içeriğini şekillendiren Forum dergisinin de Hürriyet Partisi’ni açıkça desteklediği, Forum dergisi üzerine çalışmalarda anlatılıyor. Bu açıdan Ekrem Alican’ın tekil bir örnek olarak düşünülmemesi gerektiği kanısındayım. Varlığı ihtilalin içindeki siyasi eğilimlerden birine işaret ediyor. Tabii burada bir kayıt olarak, 27 Mayıs’ın tek bir siyasi eğilimden ibaret olmadığını söylemek gerek.
TSK’de ihtilalci subaylar yıktıkları iktidardan kopamıyorlar.
27 Mayısçıların DP’ye kapıyı kapatmamalarının siyasi anlamını daha ayrıntılı ele almadan önce şöyle bir genel saptama yapılabilir: TSK’de ihtilalci subaylar yıktıkları iktidardan kopamıyorlar. Yıktıkları iktidardan çok ayrı düşmüyorlar. 27 Mayısçıların Ekrem Alican’ın Maliye Bakanlığını kabul etmeleri ya da DP’li Şem’i Ergin’e ihtilal liderliğini teklif etmeleri benzer bir çizginin göstergesidir. Abdi İpekçi ile Ömer Sami Coşar İhtilalin İçyüzü çalışmalarında anlatıyorlar. Şem’i Ergin ile ilgili yazdıkları oldukça şaşırtıcı. Ama görünen o ki, TSK ihtilallerinde işler böyle yürüyor. İhtilalciler yıkmak istedikleri partinin vekillerine ya da yöneticilerine liderlik teklif edebiliyorlar. Şem’i Ergin’in liderlik teklifini reddetmesi tabii ihtilalin ve ihtilalcilerin talihi oluyor. Yine de bu tür görüşmeler ve teklifler, genç subayların siyasal ufuklarına ve ideolojik düzeylerine ilişkin bir fikir veriyor. Karşılarına aldıkları iktidarın “siyasi” niteliği ve “unsurları” üzerine derin bir kavrayıştan yoksun oldukları söylenebilir. Bunun ihtilalin ufkunu daralttığını ve ihtilalcileri sağın siyasi hamlelerine karşı zayıf düşürdüğünü söylemekte de sakınca yok.
Ama 27 Mayıs’ta bu darlığı bir ölçüde düzelten başka vektörler de söz konusu. Şöyle anlatabilirim: İhtilalciler devleti yöneten kadroların içerisinde aradıkları ittifakları bulamıyorlar. Liderlik teklif ettikleri tüm isimler liderliği reddediyor. Bu da ortaklık teklif ettikleri odaklarla aralarında siyasi bir mesafenin oluşması sonucunu doğuruyor. Mesela 27 Mayısçılar sadece Şem’i Ergin’e değil, ordudaki muvazzaf generallere de liderlik teklifinde bulunuyorlar. 27 Mayıs’ın şansına, Şem’i Ergin gibi, generaller de ihtilalin liderliğini üstlenmekten kaçınıyorlar. İhtilal sonrasında Devlet Başkanlığı’na getirilen Cemal Gürsel dahi ihtilalin hemen öncesinde, kendisine güvenen ihtilalci subayları hayal kırıklığına uğratarak Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan istifa etmeyi seçiyor. Bu, 27 Mayıs’ın ordu komuta kademesinden bağımsız gelişmesi sonucunu doğuruyor. Böylece ihtilali yapanlar neredeyse sadece albay, binbaşı ve yüzbaşı rütbesindeki isimler oluyor. TSK komuta kademesi kıpırdamıyor. Harekât neredeyse genç subaylarca icra ediliyor. Bunun doğal sonucu, 27 Mayıs iktidarının general tabakasına hatırı sayılır ölçüde mesafeli durmasıdır. Görevdeki generallerin büyük bir kısmını emekliye sevk ederken MBK üyelerinin generallerin bu “suskun” hallerini dikkate aldıkları tahmin edilebilir.
Sağ bir siyasi parti ise Türkiye sermayedarları ve ordu komuta kademesi açısından bir ihtiyaç.
Burada artık sorunuza dönebiliriz. Sorunuzda ilk olarak sağ bir partinin kurulmasının 6 ay kadar bir zaman aldığına işaret ediyorsunuz. Generallerin siyasi eğilimlerinin bir partide somutlaşması neden 6 ay alıyor? Çünkü generaller 27 Mayıs’a geç kalıyorlar. İhtilale katılmıyorlar. Her ne kadar 27 Mayıs hükümetine Ekrem Alican türü isimleri dahil etseler de, ilk aylar boyunca genç subayların hükümranlığındaki Milli Birlik Komitesi’nin toplumsal gücünü kıramıyorlar. Öyle ki, general tabakası hoşnutsuzlukla, “generaller yüzbaşıların arkasında yürüyor” diyerek omuz başlarındaki yıldızları sayıp homurdanıyorlar. TSK’nin or-, kor- ve tümgenerallerden oluşan “kaymak tabakası” 27 Mayısçı genç subaylardan ve bizzat ihtilalin kendisinden rahatsızlık duyuyor. Bu durum Cumhuriyet gazetesinin bir manşetine atıfla, “yaşlı subaylar rahatsız” denilerek ifade edilebilir. Bununla birlikte ihtilalin ilk ayları boyunca ordunun gövdesinin MBK’den yana olması nedeniyle generallerin elinde pek bir güç bulunmuyor. General tabakasının 27 Mayıs sonrasında sağın önünü açması zaman alıyor.
Sağ bir siyasi parti ise Türkiye sermayedarları ve ordu komuta kademesi açısından bir ihtiyaç. İki korkuları olduğunu söyleyebiliriz: Birincisi, albaylar arasından, Mısır’da olduğu türden antiemperyalist ve kalkınmacı bir liderin çıkması ihtimalinden korkuyorlar. Bir isim vermek gerekirse, TSK içinden bir Nasır çıkmasından endişe ediyorlar. Albay Nasır Orgeneral Necip ile birlikte 1952’de Kral Faruk’u deviren ve ardından 1954 yılında Necip’i de devirerek iktidarı alan, Mısır’ın ve Arapların tarihini değiştiren isimdir. Türk Genelkurmayı ve orgeneralleri 27 Mayıs’tan 12 Mart’a kadar neredeyse hep subaylar arasından bir “Albay Nasır çıkar mı” korkusuyla yaşıyorlar. Menderes’i Faruk ve kendilerini Necip yerine koyuyorlar. Türkiye’de DPT’nin kurulduğu ve ithal ikameci bir ekonomik kalkınma siyasasının izlendiği bu döneme kalkınmacı bir siyasi lider çıkması korkusu damgasını vuruyor. Çıkmaması için ellerinden geleni yapıyorlar ve ilericilerin etkisinden endişe ederek sağı örgütlüyorlar.
Türkiye sermayedarlarının ve generallerinin ikinci korkuları ise, 27 Mayıs’ın zincirinden boşalttığı sol güçler oluyor. 1961 sol açısından temsil edici bir tarihtir. Hem Türkiye’nin radikal aydın hareketi (Yön Hareketi), hem de önümüzdeki yıllarda yaptığı muhalefet ile TBMM’yi alt üst edecek Türkiye İşçi Partisi bu sırada doğuyor. Ordunun general tabakası bu iki doğum ile 27 Mayıs arasında bağlantı kuruyor. Eğer bunu sadece bir tespit olarak alırsak, kurdukları bağlantı doğrudur. Yön hareketinin orduyla bağları olduğu zaten biliniyor. DP’nin son döneminde başlayan öğrenci eylemleri ile solun yükselişinin de bağlantılı olduğunu söyleyebiliriz.
Ama sadece bu kadar değil. 27 Mayıs siyasi iktidarı devirmenin mümkün olduğunu gösteriyor. Üstelik DP’nin devrilmesinde 28-29 Nisan’da İstanbul ve Ankara’da sokağa çıkan ilerici üniversite öğrencileri çok büyük rol oynuyorlar. Nitekim genç subaylar 26 Mayıs gecesi yaptıkları son toplantıyı, üniversite öğrencilerine karşı hissettikleri bağlılığını göstermek adına İstanbul Üniversitesi bahçesinde yapıyorlar. Aynı öğrenciler 27 Mayıs sonrasında ülkenin DPT gibi çeşitli kurumlarında ve akademilerinde görevler de üstleniyorlar. Sol görüşlülerin devlet kadroları içerisine kendilerine yer bulabildikleri bir dönemdir. Düzen bu kapının kapatılmasını istiyor. Generallerin ve sermayedarların sağı destekleme projesini bu önlemin uygulaması olarak görmek gerek. Sağın ve sağ kadroların önünün açılması bununla ilgili.
AP’ye geçmeden önce, daha sonraki yıllarda üniversitelerdeki Türk tarihi ve Osmanlı tarihi bölümlerini işgal edecek Türk-İslamcıların akademik örgütlenmesi ile ilgili küçük bir örnek vereyim: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü (TKAE). İster Türk-İslamcı, isterseniz doğrudan doğruya İslamcı diyebilirsiniz, Osmanlı-Türk tarihçilerinin bir enstitü içerisinde örgütlenmeleri bu dönemdedir. Halil İnalcık’tan Ahmet Temir’e ya da İbrahim Kafesoğlu’na dek pek çok antikomünist, Türk-İslamcı faşist tarihçi bu enstitü çevresinde toplandılar. Enstitü Orgeneral Cemal Gürsel himayesinde kurulmuştu. Kuruluş tarihi ise 1961’dir.
Demokrat Parti’nin devamcısı olan Adalet Partisi’nin kuruluşu da yine aynı tarihtedir. Üstelik AP’nin kuruluşuna izin verilmesini sağlayanlar bizzat ordu mensuplarıydı. Partinin başkanı ise ordunun en üst rütbelileri arasında yer alan Orgeneral Ragıp Gümüşpala. Gümüşpala’nın AP başkanlığını bir misyon görevi olarak düşünebiliriz. Kendisi aslında AP’li ya da DP’li değil, CHP’liydi. Gümüşpala emekli edilmesinin ardından basın mensuplarına yaptığı açıklamada CHP’li olduğunu açıkça söylüyor. Generaller, AP’nin başına bir subayı, Gümüşpala’yı getirmeyi, MBK ile ordu içerisindeki ihtilalci albayları galeyana getirmeden bir sağ parti kurmanın reçetesi olarak görüyorlar. Aynı zamanda Gümüşpala’nın AP içindeki müfrit DP’lilere sübap olacağını düşünüyorlar. Bu ikinci gerekçenin tümüyle geçersiz olduğunu, AP’nin 9 Temmuz 1961’de yapılan Anayasa oylamasında 1961 Anayasası ile 27 Mayıs’a karşı çıkması ve Anayasa’ya “hayır” oyu verilmesini istemesi yeterince gösteriyor.
İktidarın önce CHP’de kalması önemli çünkü ordudaki albaylar kuşağının siyasal ve ideolojik zayıflıklarını ortaya çıkaran bir hamle.
Ama neticede misyon tamamlanmış oluyor. 27 Mayıs’tan bir yıl kadar sonra yapılan seçimlerde Meclis ile Senato çoğunluğu, 27 Mayıs’a ve 1961 Anayasası’na karşı çıkanlarca kazanılıyor. Bu anlamda 27 Mayısçıları iktidardan indiren 15 Ekim 1961 Genel Seçimleri oluyor. Bundan sonrası teatral ve tedrici bir geçiş evresidir: Önce ihtilalci albayları provoke etmemek için iktidar Meclis’teki sağ çoğunluğa rağmen CHP’ye bırakılıyor ardından CHP vekaleten üstlendiği iktidarı 1965 seçimlerinde AP’ye bırakıyor. İktidarın önce CHP’de kalması önemli çünkü ordudaki albaylar kuşağının siyasal ve ideolojik zayıflıklarını ortaya çıkaran bir hamle. Neticede Demokrat Parti’yi ya da Adalet Partisi’ni yenmek için gereken ideolojik donanım ile Kurtuluş Savaşı’nın kazanmış, ülkeyi işgalden kurtarmış İsmet İnönü’lü CHP’yi yenmek için gereken ideolojik donanım aynı değil. O yüzden bizde CHP çoğunlukla ihtilalci enerjiyi soğurma işlevi görüyor.
Gergedan Dergi: Uzun yıllardır “laiklik hassasiyeti”yle anılan orduda çok güçlü bir cemaat örgütlenmesi olduğu 15 Temmuz 2016 Fethullahçı Darbe Girişimiyle ortaya çıkmıştı. Bu tarihten sonra da farklı cemaatlerin devlette ve orduda iktidar mücadeleleri öne çıkıyor. Sizin ifadenizle 1971’de “iktidar kapısından giren ve bir daha çıkmayan” siyasal İslam’ın bu tarihten günümüze TSK içindeki serüvenini nasıl okumalıyız?
Okan İrtem: İslamcı hareketin TSK içerisinde örgütlenmesini kapsayan gizli, bilinmeyen bir tarihi var mı, bundan emin değilim. İslamcılarla ilgili tartışmanın daha çok İslamcı harekete kapıyı açanları içermesinin daha yararlı olduğu düşüncesindeyim.
Ordudaki siyasi örgütlenmelerin gizlilikleri konusunda doğrusu biraz şüpheciyim. Örneğin 27 Mayıs öncesinde kısa süre içerisinde bir müdahale olacağını Celal Bayar da, Adnan Menderes de biliyordu. 1971’de Doğan Avcıoğlu’nun ordudaki subaylarla birlikte bir devrime hazırlandığını MİT, Genelkurmay Başkanı ve Cumhurbaşkanı dahil olmak üzere herkes biliyordu. İsim isim biliniyordu. Üstelik söylediğim bu iki hareket nispeten gizli kalmayı istediği halde bu böyleydi.
Ordu, polis ve milli eğitim Türkiye’de İslamcılara arpalık olarak dağıtıldı. Hiç kimseden saklamadan, arkalarındaki devlet gücüne ve bakanlıkların gücüne dayanarak örgütlendiler.
Burada İslamcılarla bu iki hareket arasında bir karşılaştırma yapılabilir. Fethullahçıların ve başka herhangi bir islamcı tarikatın ordu ve bürokrasideki uzantılarının gerçekten bir gizlilik iddiası var mı? Fethullahçılar aleni örgütlendiler. İslamcılar orduda ve poliste aleni örgütlendiler. En ufak bir gizlilikleri yoktu. Örneğin polisten sorumlu İçişleri Bakanlığı 70’lerde Milli Selamet Partili İslamcı bir bakana verilmişti. Bunlar da İslamcıları polis teşkilatı içerisine aldılar. Burada bir gizlilik görmüyorum. Bu açıdan “cemaatçiler örgütlendiler ve devleti ele geçirdiler” türü ifadelerin gerçeklikle bir ilgisi yok. Ordu, polis ve milli eğitim Türkiye’de İslamcılara arpalık olarak dağıtıldı. Hiç kimseden saklamadan, arkalarındaki devlet gücüne ve bakanlıkların gücüne dayanarak örgütlendiler.
Aslında örgütlendiler sözcüğü dahi yanlış bir ifade. Fethullahçılar ve diğer tarikatlar devlete davet edildiler. Onlar da davete icabet ettiler. Şimdi buna “cemaatçiler gizli gizli örgütlendiler” denilebilir mi? TSK’nin komutanları light-islam olduğu için Fethullah Gülen cemaatini istediler. Subay eşlerinin başlarını kapamalarına gerek olmadığını söyleyen Gülencileri tercih ettiler. Nitekim kendi açıkladıkları Işık Evleri ya da Gülen raporlarından Fethullahçılar hakkında her şeyi bildikleri anlaşılıyor. Kanımca sadece Gülencileri bilmiyorlar, diğer tarikatları da biliyorlar. Ama “bildikleri halde önlem almıyorlar” türü bir değerlendirmeyi doğru bulmuyorum. Çünkü İslamcılara tüm kapıları açanların İslamcı hareketlere karşı bir önlem almalarını beklemek pek rasyonel değil. İslamcı hareket komuta kademesine rağmen orduya girmiş değil, komuta kademesinin isteği ve arzusuyla orduda kök salıyor.
Fethullahçılar ve diğer tarikatlar devlete davet edildiler. Onlar da davete icabet ettiler. Şimdi buna “cemaatçiler gizli gizli örgütlendiler” denilebilir mi?
Ama elbette ayrı bir İslamcı hareket değerlendirmesi yine de gerekiyor. En temel haliyle şu söylenebilir: Türkiye’de İslamcılar tarihleri boyunca gerçek bir gizli örgütlenme içerisine girmediler. Böyle bir güçleri de, cesaretleri de, vizyonları da olduğunu söylemek zor. Camide kamuya açık vaaz vermekle gizli örgütlenme kurulmaz. İslamcı yapıyı sanki bir iş yapmayı becermişler gibi gözümüzde büyütmemeliyiz. Sadece Gülenciler değil, tüm İslamcı hareketler büyük ölçüde devlet gücüyle, ihaleleriyle serpilmiş ve büyümüş hareketlerdir. Devleti ele geçirmediler, devlet bunlara sermayedarlar, TÜSİAD, ordu komutanları tarafından verildi. Gülen’in rahatsızlığı sonrasında gazetelere verdiği teşekkür ilanında TÜSİAD’ın en büyük şirketleri vardı. Bunları unutmamak gerek. Solun ve cumhuriyetçilerin İslamcı hareketi ve bu hareketin kadrolarını bilmemeleri, bunların gizli gizli örgütlendikleri anlamına gelmiyor. Bu, düşmanını tanımamakla ilgili bir durum. Tabii, bir savaşta düşmanını tanımayan komutanlar görevde bırakılmazlar. Benzer bir durumu karşıtını tanımayan laik toplumsal muhalefetin kadroları açısından düşünmek gerekiyor.
Burada şunu tespit etmek gerektiği kanaatindeyim. Türkiye’de İslamcı hareket bir taban hareketi olarak yükselmedi. Tabanda hiçbir zaman gerçek bir örgütlenmeye de sahip olmadı. İslamcılar önce devlet iktidarına ortak edildiler. Devlet imkanları ile güçlendirildiler. Devletin bu şekilde bir siyasi hareketin arpalığı haline getirilmesi işi ise İslamcı hareketin gücünü ve ufkunu aşan bir mesele. Türkiye’de bu tür düzenlemelerden sorumlu olan belki en çarpıcı güç CHP’dir. Kritik ve rejime ilişkin düzenlemelerde “süreci yönlendiren parti” olarak sıklıkla CHP’yi görürüz. Basit bir nedenle: Türkiye’nin korkak ve kendisine güvensiz sermaye düzeni, rejimin laik niteliğine ilişkin bir düzenlemenin laiklik karşıtı bir parti eliyle yapılması ve bir toplumsal tepki açığa çıkarması riski yerine, laik rejimin kurucusu olan parti aracılığıyla yapılmasını tercih etmektedir. Bunu daha güvenli ve riski düşük bir politika olarak görmektedir.
Türkiye’nin korkak sermaye düzeni, rejimin laik niteliğine ilişkin bir düzenlemenin laik rejimin kurucusu olan parti aracılığıyla yapılmasını tercih etmektedir.
Bu çerçevede devletin tüm imkanlarının İslamcıların önüne serilmesi hali için simgesel bir tarih vermek gerekirse, 1974 yılı seçilebilir. CHP ile Erbakan’ın başında olduğu Milli Selamet Partisi’nin (MSP) kurduğu koalisyon hükümeti, bir başlangıç noktasıdır. Bu koalisyon ile o güne dek çoğunlukla polis kovuşturmalarının konusu olan İslamcı hareket, İçişleri Bakanlığı aracılığıyla polis kuvvetlerine emir verme yetkisini elde ediyordu. CHP liderliğindeki bu koalisyon hükümetinde İçişleri Bakanı MSP milletvekili Oğuzhan Asiltürk’tü. Sonraki yıllarda Fethullah Gülen’in yargıçları ve savcılarıyla tanınacak olan Adalet Bakanlığı ise yine MSP’ye bırakılmıştı. Adalet Bakanı yapılan isim Şevket Kazan’dı. İlk kez İslamcı bir partiyi hükümet ortağı yapan ve önünü açan CHP oldu.
Peki, CHP ile MSP’nin kurduğu bu koalisyon hükümetinin mimarları arasında yer alan isim kimdi? Deniz Baykal. Görüşmeleri yapıyor ve aracılık ediyordu. 1974 yılında Baykal bu işlerden sorumluydu. Görünen o ki, 2002 yılında da farklı bir işlev görmemektedir. Cumhuriyet rejiminin laik niteliğinin değiştirilmesi gerektiği kararının verildiği 2002 yılında aynı Baykal, hakkında yargı kararı bulunan ve milletvekili olamayan Tayyip Erdoğan’ı Meclis’e alıyordu. Erdoğan’ın başbakanlığının yolunu açmıştı. Hem cumhuriyet rejimi hem de İslamcı hareket açısından iki kritik tarihtir ve ikisinde de CHP’nin elini görüyoruz. Bu anlamda rejim düzenlemelerini CHP’yi merceğe koyarak tartışmanın daha açıklayıcı olacağı kanısındayım. Şimdilerde yapılan “yeni anayasa” tartışmalarını da benzer bir bakışla ele almak yararlı olacaktır.
Tabii bu, aynı zamanda Türkiye’de yaklaşık “70’lerde başlayan ve hala devam eden karşı devrim sürecini yöneten kadrolar sadece İslamcı hareketin kadroları mı” sorusunu sormayı gerektiriyor. Bu sürecin yöneten öznesi, her dakika yönetme ehliyeti olmadığını gösteren Tayyip Erdoğan mı, yoksa onu sürekli iktidarda tutan başka partiler ve kadrolar mı? Kanımca bunlar tartışılması gereken meseleler. Bu anlamda karşımızda “yöneten tek bir resmi siyasi parti mi var” ya da “yöneten kadro kimleri kapsıyor” sorusu var. Bu sorulara yanıt vermeye hazırlıklı olmak gerekiyor.