Written by 19:00 Dosya

Lübnan’da Felaket ve Toplumsal Trajedi

Demografik çeşitliliği, siyasî sistemi ve aktörleri ile küçük bir Ortadoğu labarotuvarı olarak görülen Lübnan, yeni bir krizin içinde. 4 Ağustos 2020 akşamı Beyrut limanında 2,750 ton amonyum nitratın patlamasıyla içinde bulunduğumuz yüzyılın en büyük trajedilerinden biri yaşandı: ekonomik sıkıntıların ve korona virüsü salgınının vurduğu Lübnan, (şu ana dek tespit edilen verilere göre) 220 kişinin ölümüyle ve 7 binden fazlasının yaralanmasıyla sarsıldı. 17 Ekim 2019’dan beri sokak gösterilerinin dinmediği ülkede tepkilerin hedefinde siyasî elitler ve Lübnan’ı on yıllardır iç savaş atmosferine sürükleyen mezhebe dayalı sistem var.

Uzmanlar, Lübnan’da 4 Ağustos patlamasının ardından ortaya çıkan yeni dinamikleri ve süregelen toplumsal sorunları Gergedan Dergi için değerlendirdiler.


Tolga Bilener

Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, Dr.

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Beyrut’taki patlamanın hemen ardından Lübnan’ı ziyaret etmiş olması; bir yandan Fransa ile bu ülke arasındaki tarihi bağlarla, diğer yandan Fransa’daki Lübnan diasporasının önemi ile açıklanabilir. Ama elbette tek gerekçeler bunlar olamaz, meselenin güncel jeopolitik gelişmelerle de ilgisi var. Fransa, Doğu Akdeniz’de son dönemde yaşanan gelişmeler ışığında müttefik arayışını sürdürüyor. Temel olarak Suriye savaşının seyri bu bağlamda akla gelebilir; Fransa da pek çok ülke gibi Suriye-Irak cephesindeki son gelişmelere dair pozisyon almaya çalışıyor. Lübnan elbette bölgesel dengeler açısından bakıldığında Suriye’den ayrı düşünülemeyecek bir ülke.

Ama Fransa için Lübnan’ın rolü sadece Suriye ile sınırlı değil. Lübnan’ın Kıbrıs’a sadece 200 km uzaklıkta olduğunu unutmamak lazım. Doğu Akdeniz deniz tabanı altındaki doğal kaynakların paylaşımı meselesinde Fransa da bir rol oynamak istiyor ve Lübnan bu konuda Paris için ideal bir atlama taşı. Fransa’nın bu petrol ve doğal gaz kaynakları konusunda Libya’ya uzanan geniş bir sahada Türkiye’yle de ciddi gerilimler yaşadığını hatırlamakta fayda var. Bu bakımdan Fransa bölgede hem yeni müttefikler arıyor hem de Lübnan gibi geleneksel müttefikleriyle bağlarını sıkılaştırmak istiyor.

Bütün bunlar da Lübnan’ın tarihsel süreçte oynadığı role uygun. Bu ülke bir anlamda Ortadoğu’daki dengelerin takip edilmesini sağlayan bir barometre rolü oynamıştır hep, bunun sonuçlarına da tarih boyunca maruz kalmıştır. Ortadoğu’daki dengeler de her zaman bu ülkenin iç siyasal koşullarını dikte etmiştir. Dolayısıyla Lübnan’da yaşanan bir gelişmenin anlaşılması için konuyu geniş bir bölgesel perspektif içine oturtarak değerlendirmek gerekir. Ülkedeki önemli bir siyasal-askeri oyuncu konumunda olan Hizbullah üzerinden Filistin-İsrail meselesinde de kilit önemde bir ülke Lübnan, onu da hatırlatalım.

Konunun diğer bir boyutu ise Macron’un ziyaret sırasında takındığı kişisel tavır. Lübnan’a gitmeden evvel resmi hesabından attığı tweet’lerde Lübnan devleti ve hükümetinden bahsetmeden önce, Lübnan halkıyla karşılaşmak üzere bu ülkeye gittiğini vurgulaması önemli bir detaydı. Fransa, Lübnan’ın içinde bulunduğu derin ekonomik krizin atlatılması için en çok maddi yardımda bulunan ülke, ancak bu yardımın yerinde kullanılıp kullanılmadığı konusunda ciddi şüpheler var. Macron, ülkeye bundan sonra yapılacak yardımlar konusunda öncelikle siyasal sistemin yeniden yapılandırılması ve ardından yardımın konuşulması gibi bir ön koşul ileri sürüyor. Beyrut sokaklarında halkla son derece sıcak geçen karşılaşmaların, Lübnanlı siyasal oyuncularla bir o kadar soğuk geçtiği gözlerden kaçmadı. Hatta Macron’un 1 Eylül’de Lübnan’a tekrar geleceğini ve o zamana kadar Lübnanlı siyasetçilerin reform yönünde adımlar atması gerektiğini söylemesi de devletler arası ilişkilerde çok sık görülmeyecek bir durum. Bu adeta ev ödevi verip sonra da gelip kontrol edeceğini ima eden yaklaşım, Fransa’daki kimi kesimler tarafından da Lübnan’ın içişlerine müdahale olarak yorumlanıp eleştirildi. Bu açıdan Emmanuel Macron’un aldığı esas risk, Lübnan halkı nezdindeki beklentileri yüksek tutup ardından hayal kırıklığına yol açmak olabilir. Ne de olsa Fransa’nın Lübnan’da ve Lübnan’la yapabileceklerinin bir sınırı var.


Yasin Atlıoğlu

Ömer Halisdemir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi

Beyrut’taki patlama, son yıllarda siyasî ve iktisadî olarak çöküş içindeki Lübnan’a vurulan son darbe olsa gerek. Lübnan’da 1990’lar boyunca -iç savaş sonrası- bir normalleşme süreci yaşansa da bu durum fazla uzun sürmedi. 2000’lerin başından itibaren gerek bölgesel konjonktürden kaynaklanan meseleler gerekse bununla paralel ilerleyen ülke siyasetindeki kutuplaşmalardan dolayı ülke sürekli olarak siyasî krizler, güvenlik sorunları vs. ile yüzleşmek zorunda kaldı. Kuşkusuz, Lübnan’ın küçük ve kapasitesi sınırlı bir ülke olması bölgesel krizlerden etkilenmesinin başlıca nedeni. Öte yandan Lübnan’ın mezhepsel dengeler üzerine kurulu siyasî sistemi ve bu sistemin getirdiği zafiyetler ülkenin dış müdahalelere açık olmasını beraberinde getiriyor. Lübnan siyasetinde “zaim” adı verilen geleneksel liderlerin başında olduğu hiziplerden kendini ideolojik bir çerçevede tanımlayan hiziplere kadar tüm siyasî güç odakları mevcut mezhepçi sistemi kendi varlıklarının devamı ve çıkarlarının korunması açısında hayati olarak görüyor.

Tabii bunların hepsi hayatta kalabilmek için bir dış destekçiye ihtiyaç duyuyor, kiminin dış destekçisi Suudi Arabistan, kiminin İran, kiminin de Fransa. Lübnan’da mezhepsel dengelere göre görevlerin paylaşıldığı devlet ise bu siyasi güç odaklarının çıkarlarına hizmet eden bir yapı olmanın ötesinde anlam ifade etmiyor. Devletin zayıflığı, temelde mezhepçi sistemden kaynaklanıyor. Ayrıca bu güç odakları; devlet kurumlarında yolsuzluk, adam kayırmacılık, rüşvet vs.’nin yayılmasında ve müzminleşmesinde doğrudan rol oynuyor. Lübnan’daki devlet, uzun zamandır halkın temel ihtiyaçlarını (güvenlik, elektrik, su, eğitim, gıda, sağlık) karşılamıyor/karşılayamıyor. Lübnan’ın en zenginleri aynı zamanda ülke siyasetini ve devleti kontrol eden bu siyasi güç odakları (partiler, aileler). 2015’te başlayan ve 2019’da yeni bir aşamaya ulaşan protesto gösterileri; devletin yetersizlikleri, siyasetçilerin bulaştığı pislikler ve tabii ki ülkedeki mezhepçi sisteme duyulan tepkinin neticesi. Lübnan son bir yılda iktisadi krizin de hızlanmasıyla dibe vurma noktasına ulaştı.  Lübnan’ın içine düştüğü bu durumdan çıkacağına dair bir umut ışığının bile olmadığı bir zamanda bu patlama ülkeye vurulan son darbe olarak nitelendirilebilir.

Beyrut’un kalbine vurulan bu ağır darbenin ülkedeki istikrarsızlığı daha şiddetli bir toplumsal huzursuzluk ve çatışma ortamı içine çekmesi mümkün. Lübnan halkı, işe yaramaz siyasi sistemi ve siyasetçileri tasfiye edecek bir güce sahip değil. Nitekim Macron’un ziyareti sırasında eski sömürgeci devlete gösterilen ilgi ve talepler bu umutsuzluğun bir parçası olarak görülebilir. Tabii Lübnanlıların tümünün Fransa’yı kurtarıcı olarak görmediği de aşikar; önümüzdeki günlerde İran, Rusya, Çin, ABD, Suudi Arabistan gibi ülkeler de kurtarıcı olarak kendini Lübnan siyasetinde daha fazla gösterecek, vaatlerde bulunacak ve ülke içinde bazı kesimlerce desteklenecektir.  Bunun farklı güç odakları arasındaki çatışmayı şiddetlendirmesi ve ülkedeki bölünmüşlüğü derinleştirmesi muhtemel. Şu ana kadar Lübnan halkının sağduyusu ve yeni acılar yaşamak istememesi bir iç savaşı engelledi. Fakat bu iç savaş riskinin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Öte yandan İsrail’in olası bir saldırısı da Lübnan’ın sürekli üzerinde hissettiği bir tehdit. Hizbullah’ın silahlı gücünü tasfiye etmeye yönelik dış müdahaleler, dışarıdan ülkedeki farklı gruplara akacak para ve silah, mezhep temelli kışkırtmalar ve bölgedeki kriz alanlarının olumsuz etkisi gibi faktörler; derinleşen iktisadi krizle yeni bir iç savaşın kapısını aralayabilir.

Son olarak Lübnan’daki durumun daha da kötüleşmesini engelleyecek tek kurtuluş yolu, iç siyasetteki siyasi güç odakları arasında sağlanacak geçici bir uzlaşma ve dış aktörlerin Lübnan’la uğraşmayı bir süreliğine bırakması. Bu mümkün mü? Tüm dünyada büyük yankı uyandıran bu patlama belki de bir fırsat olabilir.


Nalan Yazgan

Gazeteci

Beyrut şu anda yaralarını sarmaya çalışıyor. Birçok insanın konutu zarar gördü;, şimdilik en güncel, en acil ihtiyaç, insanların barınma ihtiyacı. Bazı evler içine girilemeyecek kadar hasarlı. Sadece birkaç bin kişinin barınma ihtiyacı sağlandı, 300.000 kişi barınamayacak durumda. Lübnan’da devletin varlığı hissedilmiyor. Devlet ancak vergi alırken hissedilir, hizmet söz konusu olduğunda varlığı hissedilmez, siyasîlerin cebini doldurmaya yarar. 17 Ekim’deki gösteriler de aslında bu sebeple başladı. Yönetici sınıf, dış borç açığını yeni vergilerle kapamaya ve kendi ceplerini doldurmaya çalıştı ve olaylar buradan başlamıştı.

Patlamalar sonrasında ise durum daha kötü. Patlamaların sebebi hala belli değil. Bu bir sabotaj olabilir, dikkatsizlik olabilir, arka planda İsrail çıkabilir, vs. her şey olur. Ama belli olan bir şey var: Bu patlamadan Hizbullah’ın zararlı çıkacağı. Hizbullah bir şekilde günah keçisi olarak kullanılacak. O yüzden şu aşamada alttan almaya çalışıyorlar; İsrail yapmadı, diyorlar.

Olayların bir başka boyutu da Macron’un ziyareti. Marunilerin Fransa ile bir gönül bağı var. Tarihsel olarak da Lübnan’ı Marunilere veren Fransa’ydı. Fransa burada onlar için bir ülke yarattı. Maruniler, kendilerini Fenike kökenli görerek, diğer Şii veya Sünni Araplara dönerek “Biz Arap değiliz” diyorlar. Evlerinde de Fransızca konuşur Maruniler; Lübnan’da doğup büyürler fakat sorduğunuzda “Ben Fransız’ım” derler. Kendimden örnek vermem gerekirse; çocuklarımın Maruni arkadaşları aileleriyle Fransızca konuşuyorlar. Çünkü doğumlarından itibaren evlerinde konuşulan dil Fransızca. Benim çocuklarım ise Paris’te doğmalarına rağmen Fransızca konuşmuyorlar. Sorduğunuzda, bir Lübnanlıya göre Fransız olduklarını ifade ederler ama muhabbet ilerledikçe “Frankofon’um” diye eklerler. İşte Macron’un gelişi de bu şekilde heyecan yarattı.

Beyrut’un yarısı harap olmuşken eğer bu patlama Lübnan’da bir şeyleri değiştirmezse başka hiçbir şey değiştirmez. Hiroşima ve Nagasaki’den sonraki en büyük patlama olarak görülüyor. Macron “Sistemi değiştireceğiz” dedi ama zaten mezhep ayrımına dayalı olan bugünkü sistem, Fransızların eseri. Bu öneriyi biraz “güler misin ağlar mısın” babında, Lübnanlılar da şaşkınlıkla karşıladılar. Eskiden kurtulamadık, şimdi de yeni sistem mi getirecek, diye soruyorlar. Macron geldiğinde “Buraların sahibi benim” der gibi hareket etti, Lübnan’ı Fransa’nın parçası gibi görüyor. Maruni nüfus bugün muhtemelen yüzde 30’a indi fakat Lübnan’ı Fransa yönetimi altında görmekten rahatsız olmazlar.


Gökhan Çınkara

Siyasal Analist, Dr.

Lübnan siyasetinde şahit olunan iflas hali, esasında Arap toplumlarında tarihsel toplumsal bir yapı olarak görülen gerçekliğin güncel hali olarak okunabilir. Bu durumun nedenleri arasında şunlar gösterilebilir: Dar aşiret/aile çıkarlarının kamusal taleplerden öncelikli olması; eğitimin ayrıcalıklı elitlerin yetiştirilmesinden öte anlam taşımaması; siyasî elitlerin ulusal çıkar kurgularının devlete değil patronaj ülkelere gevşek bağlılıklarla olması; toplum diye bir gerçeklikten ziyade toplumların olması ve diri tutulan grup altı çatışmalarla her an iç savaşa evrilme ihtimali olması; eğitimin toplumcu olmaması, politika üretiminin kamusallıktan uzak olması, parçalı toplum yapısıyla ve siyasetin temsil meķanizmalarının daraltıcı etkisiyle teknolojik yeniliklerin gerçekleşmemesi gibi birçok nedenle Lübnan sistemik bir krize girdi.

Temel sorun olarak Arap siyaseti, genel anlamda vatandaşlığı inşa edecek değerleri ve fikirleri ortaya koyamıyor. Siyaset bu açıdan toplumsal gerginliklerin ve yarılmaların harlandığı ve politize olduğu ulusal ölçekli bir mecraya dönüşüyor. Lübnanlıları bu krizden çıkaracak olan, ilkel aidiyetlerini kültürel bir zenginlikten öteye taşımayacakları toplumsal bir mutabakata varmalarında yatıyor. Bu fikir elitler eliyle toplumsal bir değer hâline getirilmeli.  Sonrasında ise normlar ve kurumlar eliyle istikrarlı bir siyasal sistem ve bürokratik yapı kurmaları mümkün.

Lübnan krizi, etkin bir çözüme kavuşmaz; üstüne jeo-politik gerginliğin merkezi olursa coğrafi bütünlüğünü koruyacağı şüphe götürür. Taif Anlaşması iflas eder yerine etnik/dini devletçikler ortaya çıkabilir. Şimdilik bu olası krize Arap Devletleri toprağa dayalı milliyetçilikle cevap üretme çabasındalar. Bu testin sonucu kısa bir surede ortaya çıkabilir. İsrail’deki halk hareketliliği de bu sürecin tektonik bir etkisi niteliğinde.

Benim öngörüm Arap Coğrafyası boyunca krizin bir iç savaşa evrilme potansiyelinin derin dip dalgalarla beslendiği yönünde. Bunun ne yöne gideceğini küresel jeo-politik, ekonomik strüktür ve yönetici elitlerin söylem haznesi belirleyecek.  Ortadoğu’da halk hareketliliği yeni bir düzeye ve niteliğe erişmişe benziyor. Lübnan’da görüldüğü şekliyle temel mesele; siyasal sistemin kurumlar, elitler ve değerler olarak daha fazla demokratikleşmesini ön plana çıkarmıyor. Halkın temel gündemi; işler bir bürokrasinin varlığı, teknokratik bir ekibin ülkeyi yönetmesi ve etnik/dinsel hatlarda bölünmüş kamusal alanının toprağa dayalı milliyetçilikle yeniden inşasını dillendiriyor.


Abdallah Zouache

Lille Siyaset Çalışmaları Enstitüsü Öğretim Üyesi

Lübnan’daki son felaket, bir azgelişmişlik trajedisidir. Lübnan, aslında Ortadoğu’nun en fakir ülkesi değildir. Seçimlerin düzenlenmesi sebebiyle Arap dünyasındaki nadir demokrasilerden biri olarak sınıflandırılıyor. Yurt içinde ve yurt dışında çok eğitimli bir nüfusa sahip, yani eğitim veya ihtisas sıkıntısı yoktur. Bununla birlikte Beyrut’ta 4 Ağustos 2020 günü yaşananlar, ülkenin azgelişmişliğinin bir ifadesidir. Bu durum yalnızca kişi başına düşen gayrisafi yurt içi hasıla oranıyla kendini göstermiyor. Azgelişmişlik ayrıca altyapı, yönetimde şeffaflık, sivil toplumun kapsayıcılığı (sendikalar, dernekler, lobiler, siyasi partiler ve hatta yerel, bölgesel ve ulusal düzeyde dinî temsiliyetler) gibi alanlarda da ortaya koyuluyor. Yetki kriteri; sınavlar ve eleme yöntemleri aracılığıyla ulusal üniversitelerde yetişen bir millî “elitin” seçilmesine olanak tanıyor. İlerici bir toplumda, sorumluluk sahibi makamlar aşiret, aile ya da mezhep temelli dağıtılmaz. Kuşkusuz naif olmamamız gerekir: Bir taraftan, gelişmiş ülkelerin çoğunda elitlerin siyasî ve ekonomik olarak yeniden üretimini sağlamak için işleyen toplumsal ve ekonomik, kişisel ağların etkisi söz konusudur. Fakat orta sınıfta, hatta halk tabakalarında, karar mekanizmalarına erişim ümidi de vardır. Öte taraftan, bu gelişmiş ülkelerde yolsuzluk bulunur ama bu yolsuzluk, hukuk devleti tarafından mükemmel bir biçimde dengelenir. Daha kısa bir ifadeyle, devletin oy birliğiyle üretilmiş hukuki kuralları uygulama ve kendi bağımsızlığına sahip bir hukuk sistemi sayesinde bu kurallara saygı duyurma becerisi rol oynar. Yani, Beyrut Limanı’ndaki facianın ortaya koyduğu, Lübnan Devleti’nin içeride ve dışarıda bağımsızlıktan ve güçten yoksun olduğudur. Lübnan siyasî sistemi, bir çeşit politik uzlaşıya ulaşma aracı olan mezhepçiliğe dayanmaktaydı ve bu sistem yıllarca süren iç savaştan, silahlı çatışmadan, yabancı müdahaleden çekmiş bir ülkeyi bir nebze istikrara kavuşturmayı başarmıştı. Fakat artık bu sistemin sonu gelmiştir.  Taif Anlaşması’nın ürünü olan siyasî elit; iktidarda kalabilmek için zamanını yeni seçim kuralları icat ederek, seçimleri erteleyerek geçirdi ve böylece Lübnan’ın siyasî sisteminin demokratik karakterini fazlasıyla zayıflattı. Gerçekte mezhepçilik diye bir şey artık yok çünkü bu mezhepler hiçbir zaman yekpare bir yapıda değildi ve bugün hiç olmadığı kadar bölünmüş vaziyette. Savaş ekonomisinin ya da bölgedeki istikrarsızlığın sonucu olarak ekonomik rantı ele geçirme mücadelesi, Lübnan’ın ortak çıkarlarından öne geçti. Temel müşterekler (su, elektrik, ulaşım altyapısı, toplumsal ve sıhhi sistemler) sağlanamıyor. Parasal sistem çöküyor. Uzun zamandır istikrarlı olan dolar paritesi artık güvende değil. Lübnan ekonomik sisteminin temeli olan bankacılık sistemi büyük zorlukla karşı karşıya. Ülke sürdürülemez borç nedeniyle iflas başvurusunda bulunmak üzere. Lübnan ayrıca çok sayıda mülteci ağırlıyor. Tüm tabakalardan Lübnanlılar, Filistin dramını paylaştılar ve bugün de şikayetçi olmadan Suriye krizinin acılarını paylaşıyorlar. Yalnızca Lübnanlıların olağanüstü dayanıklılığı ülkeyi bir arada tutuyor. Bu dayanıklılığın da sonu gelmek üzere. Seçim ayinlerine katılmayarak “nereye varırsa varsın” diyen yurttaşlar, özellikle de Lübnan gençliği, sokağa inerek müdahale etmeye karar verdi. Fakat yalnızca sokakta değiller. Genellikle belediyeler seviyesinde mezhepçi uzlaşı geleneğine son veren çok sayıda genç yurttaş girişimi mevcut. Acaba bu girişimler, Lübnan’ı uzun süredir kaderinden kaçıran bölgesel ve uluslararası güçlerin dahil olduğu jeopolitik mücadelelere karşı durabilecek mi?


Fahri Danış

Atatürk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi

Beyrut Limanı’ndaki devasa patlama, tarihi boyunca pek çok benzeri olayın yaşandığı Lübnan standartlarında dahi fazlasıyla yıkıcıydı. Üstelik 2019 Ekim’inde başlayan geniş ölçekli protestolar, ekonomik krizin geldiği akıl almaz nokta ve işlemeyen bir hükümet eşliğinde karşı karşıya kalınan Covid-19 salgını; Lübnanlılar için daha kötü bir senaryo düşlemeyi imkânsız kılıyor gibiydi. Fakat patlamanın yaşandığı 4 Ağustos 2020 tarihi, Lübnan’da kötüye giden her şeyin bir anlamda “pik” yaptığı ve Lübnanlıların “daha kötüsünü düşleyemeyecekleri”, belki de karanlık bir gecenin sonundaki “en karanlık” anı simgelemekteydi. Nitekim Lübnan’ın (belki de daha genelde Ortadoğu’nun) çok temel sorunlarından biri, gündelik yaşamdaki sıkıntıların siyasi sahnede sonuç yaratamaması. Dolayısıyla bu tarihi patlamanın da siyasi olarak ne gibi gelişmeleri tetikleyeceği, başka bir ifadeyle Lübnanlıların artık içinden çıkılamaz gibi görülen bu felaketler sarmalından kimin tarafından çıkartılacağı, sokakların hangi aktörü ön plana iteceği gibi sorular büyük önem arz ediyor.

Bu perspektiften bakıldığında, sorunun temelinde aslında derin bir temsil krizi olduğu çıkarımına varmak mümkün. Lübnan söz konusu olduğunda, ülkedeki en popüler ve muktedir siyasi aktörün “devlet” olduğunu iddia etmek çok zor. Mezhepsel bir grup olmakla birlikte İsrail’le olan mücadelesinden meşruiyet devşirmeyi çok iyi başaran Hizbullah ve ekonomik çıkarları Lübnanlılıklarının her daim önünde olan varlıklı aileler (zuama), işlemez durumdaki siyasal sistemin bıraktığı boşluk sayesinde güç kazanabiliyorlar. Fakat hiçbir zaman Lübnanlıların tamamını, en azından büyük bir kısmını, temsil etme iddiasını taşıyabilecek durumda değiller. Kaldı ki ülkenin sahip olduğu sekteryan çatlaklar, Ortadoğu’daki ve özellikle Suriye’deki gelişmelerden bu denli etkilenir bir pozisyondayken hiçbir siyasi aktörün bağımsız ve tam anlamıyla “Lübnanlı” olmasını beklemek de mümkün değil. Hal böyle olunca Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un sıcağı sıcağına, olaylardan hemen bir gün sonra, Beyrut sokaklarında kendisini göstermesi anlamlı bir yere oturuyor.

Lübnan’ın 23 yıllık Fransız manda geçmişi, diğer kolonyal muadillerinin yanında oldukça kendine has bir çizgide seyretti. Maruniler, Fransa tarafından Lübnan’ın kurucu unsuru olarak belirlendi ve Grand Liban, Haçlı Seferleri’ne dek dayanan politik-kültürel bağlar ekseninde, “altın tepside” Marunilere sunulan bir devlet olarak ilan edildi. O zamanlar genç cumhuriyetin temel ideolojisi, Lübnan’ı antik tarihe dek uzanan bir devamlılık içerisinde tahayyül eden ve aynı zamanda onu Akdeniz üzerinden Avrupa uygarlığının bir üyesi haline getiren Fenike miti etrafında şekillenmişti. Ülkenin bağımsızlığını sembolize eden Ulusal Pakt duyurulduğunda dahi Marunilerin pek çok kısmı Fransız mandasını savunmaya devam ediyor ve Lübnan’ı Ortadoğu’dan ziyade Frankofon bir kültür havzasının üyesi sayıyordu.

“Yeni bir siyasi pakt sunmak için” geldiğini söyleyen Macron’un ifade etmek istediği şey de tam olarak bu tarihsel tecrübeye, ülkedeki Hıristiyanlar ile Müslümanların karşılıklı hak tanıma mutabakatına dayanan Ulusal Pakt’ın revizyonu imasına dayanıyor ve bu yönüyle rövanşist bir tutumu simgeliyor. Beyrut Şehitler Meydanı’nda mevcut siyasiler adına asılan darağaçları ve Fransa’yı işgale çağıran Maruni Patriği’nin sözlerinin tekrarlanması, ülkede yeniden tesis edilebilecek bir Fransız varlığının temeli hüviyetinde. “Bunun reelpolitikte gerçekten bir karşılığı olur mu?” sorusu, bu manada önem kazanıyor. Zira bu temelden, Hizbullah karşıtı elitlerin kullanabilecekleri, mezhepsel ya da ailesel bağların ötesinde seküler bir Lübnanlılık tahayyülü kuran yeni bir retorik doğabilir. Macron’un 1 Eylül’de tekrar geleceğini söylemesi ve 1 Eylül 2020’nin Lübnan’daki Fransız manda idaresinin kuruluşunun tam 100. yılına denk gelmesi belki de tesadüftür. Fakat 21. yüzyılda 19. yüzyılın emperyal politikalarıyla etkinlik kazanma uğraşı oldukça “fantastik” bir girişimdir. Burada asıl önemli olan nokta Lübnanlıların, Lübnanlılık temelinde siyaset yürüten ve ulusal kimliğin, tüm cemaatler tarafından benimsenebilecek ortak değerlerine referans gösteren bir hareket yaratmaya muktedir olup olamayacakları. Zira Lübnanlıların bugünkü sıkıntılarının kaynağı, kendilerini yalnızca Lübnanlı oldukları için temsil etme iddiasını taşıyan bir siyasi hareketin var olmaması. Bu iddiaya sahip her aktör, yolsuzluktan başka bir şey üretmeyen mevcut sistemin ilgası taleplerini canlandırabilir ve Lübnanlılığı diğer alt kimliklerin önüne koyarak talep temelli bir siyaset üretebilir. Ekonomik darboğazın, hayat pahalılığının ya da binlerce cana mâl olan patlamaların çözümü için, Lübnan halkının Lübnanlılığı temsil edecek bir siyasi özneye, bir toplumsal mutabakata ihtiyacı vardır.


Dosyamızı pdf olarak indirmek için aşağıdaki bağlantıya tıklayınız.


Oğul Tuna

1995 yılında Adana’da doğdu. 2019’da Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Master eğitimini hâlen Fransa’da Lille Siyasal Çalışmalar Enstitüsü’nde (Sciences Po Lille) sürdürmektedir.

Siyasî tarih ve karşılaştırmalı siyaset çalışan Tuna Türkiye, İran ve Rusya üzerine yoğunlaşmaktadır.

(Visited 870 times, 1 visits today)
Close