Written by 10:20 Makaleler

Kapitalizm, Teknoloji ve İşsizlik

Oktay Özden yazdı…

Kapitalist Üretim Biçimi

Kapitalist üretim biçimi, Keynes’in de vurguladığı üzere, Marx’ın Kapital’in birinci cildinde yaptığı formülasyon ile M – C … C* – M* tarzında bir sürece sahiptir. Bu genel süreç üç alt süreçle ifade edilebilir. Para sahibi kapitalist, elindeki para, M, ile piyasadan emek gücü ve üretim araçları (hammadde, enerji, makina, bilgisayar) satın alır. Sürecin bu kısmına satın alma ya da yatırım süreci diyebiliriz. Daha sonra, kapitalistin kontrolü altında, belli miktardaki emek gücü, üretim araçları ve o dönemin teknolojisiyle bütünleşerek piyasada satılmaya hazır metaları, C*, var eder. Bu sürece emek süreci adı verilir. Üretilmiş metaların piyasada satılacağı son aşamaya ise satış süreci adı verilir. Satış süreci sonrası elde edilen para, M* başlangıçtakinden fazladır. Bu fazlalık parasal düzeyde kâr olarak ifade edilir. Kapitalist bu süreci sürekli tekrarlayarak sermayesini genişletmeye çalışır. Sürecin daha fazla para elde etmek için üretim yani kar için üretimdir.

İktisadi düşünce tarihinde bu fazlalığın, yani kârın nereden geldiği tartışma konusudur. Bu fazlalık, Marx’ın da dediği gibi ilk bakışta piyasada mübadele sürecinde ortaya çıktığı yanılgısı yaratır. Marx, bu fazlalığın mübadele sürecinden gelemeyeceğini basit matematiksel formülasyonlar ile kanıtlar. Emek değer teorisine göre, Marx’ın Kapital’in birinci cildinde vurguladığı üzere bu fazlalık emek gücünden elde edilir. Üretim araçları; makineler, enerji, hammadde emek gücü olmadan bir değer yaratamaz. Kendi değerleri ne ise odur. Fakat emek gücünün üretim sürecinde kullanımı değer yaratır. Kendi değerinin parasal karşılığının yani ücretin üzerinde değer yaratarak sermayenin genişlemesine olanak tanır. [1] Dolayısıyla ortaya çıkan kâr, işçiye karşılığı ödenmeyen değerin parasal ifadesidir.

Kâr Oranlarının Azalma Eğilimi Yasası

Üretim süreci sonucunda ortaya çıkan toplam değeri V(m) + S(m) olarak formule edersek; bu formülasyonda V(m), işçilere ödenen ücretleri, S(m) ise kapitalistin el de ettiği kârı simgeleyen artık değerin parasal ifadesidir. Bu ikilinin birbirine oranı, S(m) / V(m), artık değer oranıdır. Kapitalistler arası kıyasıya rekabet ve piyasanın yıkıcı dinamikleri, kapitalistin üretim süreci sonunda elde ettiği kârın, büyük bir kısmını sabit sermayesine yatırarak toplam sermayesini büyütme ve üretim tekniğini geliştirme zorundalığı yaratır. Kapitalist rakiplerine karşı hayatta kalabilmek için bu yatırımı yapmak zorundadır. Artık değerin üretim sürecinde kullanılan toplam sermayeye oranı S / (V+C’), kar oranının formülüdür. Marx’ın sermayenin organik bileşeni olarak adlandırdığı, sabit sermayenin değişir sermayeye oranı, C / V, kapitalistin sabit sermayesine (makinelerine ve üretim sürecinde kullanılan diğer ekipmanlara; hammadde, enerji vb) yatırım yapması ile sürekli olarak büyür. Kar oranı formülündeki ifadelerin tümünü değişir sermayeye bölersek ortaya çıkan formülasyon bizi kar oranlarının azalma eğilimi yasasına götürür:

Kapitalistler arasındaki kıyasıya rekabetten dolayı hayatta kalma içgüdüsüyle sürekli sermayesini büyütmeye ve daha fazla kârlar elde etmeye çalışan kapitalistin bu girişimi sermayenin organik bileşimini büyütür. Dolayısıyla, formülasyondaki bölümün payda kısmındaki değer artar. Ne var ki, sermayenin organik bileşiminin büyüme hızının (C / V‘nin, büyüme hızı), artık değer oranındaki (S / V) büyümenin hızından fazla olması kâr oranlarında sürekli olarak düşme eğilimine neden olur. Kapitalist, kâr oranlarındaki aşağı yönlü bu baskıyı karşılamak için bazı yollara başvurur. Kapitalizmin 350 yılı aşan tarihi boyunca doğrudan gözlemlenen ilk yol, emeğin üretkenliğini makinelere yapılan yatırım ile artırma girişimidir. Böylece ödenen toplam ücret miktarı azalacak, bunun karşısında artık değer oranı büyüyecektir. Bir diğer yol ise, toplam çalışma saatinin artırılması ile artık değerin büyütülmesidir. Kâr oranlarının azalma eğilimi sonucunda ortaya çıkan krizlerde şirketler arasında birleşmelere ve üretim sürecinin parçalara ayrılmasına neden olur. Bu dönemlerde, kapitalistin hayatta kalmak için kâr oranlarının azalma eğiliminin yarattığı baskıya, sabit sermayesini atıl hale çıkararak karşılık verdiği görülür. Bu doğrudan işsizliği de artıracak ve ödenen toplam ücret miktarını düşürüp kapitalist üretimi sürdürecektir. Nitekim işsizliğin arttığı bir toplumda, emek piyasası daha esnek hale gelecek ve işçiler daha düşük ücretler için çalışmaya razı olacaklardır. Tüm bu süreç içerisinde kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasındaki çatışma daha da şiddetlenecektir.

Özellikle 1980 sonrası globalleşme ile büyük üretim tesislerinin Asya’ya kayması, küresel çapta işçi sınıfının tüm kazanımlarının budanma girişimleri bu noktada fazlasıyla anlam kazanıyor. Günümüzde kapitalist bir ekonominin girdiği her üretim krizi sonucu parasal genişlemeye gitmesi (kredilerin genişletilmesi, kamu harcamalarının artırılması gibi); yine kâr oranlarının azalma eğiliminin yarattığı baskıyı hafifletme girişiminden başka bir şey olmadığı açıkça gözükmektedir.

Teknoloji değer yaratabilir mi?

Bir önceki bölümde ele aldığımız teorik düzlemde teknolojik ilerlemenin kapitalist üretim biçimi için hayati olduğuna değindik. Piyasa dinamiklerinin rekabetçi yapısının kâr oranlarında uzun dönemde azalma eğilimine neden olması, teknoloji yatırımıyla emeğin üretkenliğinin artırılmasını zorunlu kılar. Bu nokta ilk bakışta bir önceki bölümle çelişiyor gibi gözükebilir. Vurguladığımız üzere, emek değer teorisine göre yalnızca emek gücü değer yaratabilir. Makine, teçhizat, hammadde ve benzeri üretim araçları bünyelerinde barındırdığı değer kütlesini üretim sürecinde çıktıya aktararak yok olur. Makinelerde bu durum, yıpranma ve teknolojik olarak ömrünü tamamlamayla yüzeyde kendisini gösterir.

1945 İkinci Dünya Savaşı sonundan 1973’e kadar süren ve kapitalizmin altın çağı olarak nitelendirilen fordist dönem verimliliği hızlı bir şekilde artırarak özellikle merkez kapitalist ülkelerde toplumsal sınıfların tamamını kapsayacak şekilde bir refah artışı yarattı.[2] Bu dönemde yaşanan teknolojik ilerleme, akademide, bilgi ve teknolojinin emek gücünden bağımsız olarak değer ürettiği yanılgısı yarattı. Siyaset teorisinden, sosyolojiye akademinin önemli isimleri bu yanılgıya düştü. Birkaç örnek vermek gerekirse, Frankfurt okulunun öncü ismi J. Habermas bu yaklaşımı yansıtan şu sözleri dile getirir: “…Çünkü bilim ve teknik, üretim gücü olarak ‘’bağımsız bir artı-değer yaratıcısı’’ haline gelince, zaten emek-değer kuramının uygulanabilme koşulları da ortadan kalkmış oluyordu.[3]” Bunun yanı sıra Marksist siyaset teorisi, günümüze ulaşacak şekilde emek-değer teorisine karşı pozisyon alan emeğin üretici niteliğini kaybettiği yanılgısına saplanan bir anlayışla şekillendi.[4]

Bu düşüncelerin çıkış noktası iktisat teorisinde 1961 yılında Japon iktisatçı N. Okishio’nun yazdığı makaleye tekabül eder. Literatürde Okishio teoremi olarak geçen teori kısa ve enformel bir anlatımla şöyle ifade edilebilir: görece çok sayıda üretim tekniği kullanılabilir olduğunda reel ücretler yükselmedikçe kâr oranının azalamaz. Okishio’nun tahlilinde, geçerli meta fiyatları veriliyken sermayeciler, kullanılabilir hale gelen yeni üretim tekniklerini, yalnız mevcut tekniklerden daha kârlılarsa seçerler. Bir kere bu yeni teknikler ilgili kesimlerde genelleşti mi bu durum, yeni daha düşük bir fiyatlar kümesi ve kesimler arasında eşitlenmiş yeni bir kâr oranıyla sonuçlanır. Sonuç olarak, reel ücretler artırılmadıkça kar oranlarında azalma olamayacağını öne süren Okishio, Marx’ın kar oranlarının azalma eğilimi yasasının hatalı olduğu sonucuna ulaşır.[5] Fakat Okishio teoremi gerçek kapitalist ekonomilerin deneyimleri için yeterinde geçerli değildir. Çünkü sermaye birikiminin karakteristik yapısı emek gücünün değerinin azalışı ve sömürü oranının artışı ile aynı zamanda reel ücretlerin artışını içermektedir. Nedeni ise basittir, teknik ilerleme üretim yapısındaki emek gücünün niteliğinin gelişmesi zorundalığını doğurur. Dolayısıyla daha nitelikli iş gücü gereksinimi, kaçınılmaz olarak ücretleri yukarı iter. O halde ileri kapitalist ekonomiler, teknik gelişmelerin kâr oranını arttırıp arttıramayacağına ilişkin baştan bir öngörüde bulunmanın mümkün olamayacağı durumları örneklerler. Ancak çok aşırı derecede güçlü bir varsayımla reel ücret sabit olduğu kabul edilirse (yani kapitalistlerin teknik ilerlemenin tüm meyvelerine tek başlarına el koydukları varsayılırsa) Okishio’nun sonucuna ulaşılabilir.[6] Bu teorik tartışma özellikle 90’lı yıllarda alevlenmiş ve Dumenil-Levy-Foley’in geliştirdiği çerçeve kullanılarak mükemmel bir yazıda çözümlenmiştir. Park 2001’de[7] tam olarak şunları saptadı: sabit ücret (ya da düşük ücret payı) varsayıldığında Okishio ölçütü… [yükselen bir sermaye-emek oranı ve] düşen kar oranına neden olmazken Shaikh ölçütü ikisine de yol açar; yüksek bir ücret payı varsayıldığında her iki ölçüt de [yükselen sermaye-emek oranı ve] düşen kar oranı doğurur. Anwar Shaikh, Türkçeye de çevrilen “Capitalism: Competition, Conflict,Crisis” kitabının 7. kısmının son bölümünde konuyu detaylıca anlatır. Özetle, teknik ilerleme kısa dönemde kar yaratma olasılığına sahiptir; lakin rekabet dinamiklerince düzenleyici sermaye mekanizması, kar oranlarını sektörler arası eşitler ve dolayısıyla uzun dönemde kar oranları düşme eğilimi gösterir. Marx’daki “Kar Oranların Azalma Eğilimi Yasası” da kısa dönemin aksine uzun dönemde piyasa dinamiklerince vuku bulur.[8]

Teknoloji ve inovasyon istihdam yaratır mı?

Kâr hadleri teknolojik ilerleminin itici gücüdür. İstihdam konusu ise sonucudur. Birçok iktisatçı teknolojik ilerlemenin kısa dönemde işsizliğe neden olsa da uzun dönemde yeni iş kolları yaratacağını söyler. Teknolojinin yıkıcılığı en temelde otomasyon ile kendini gösterir. Süpermarket akıllı kasaları, sinema salonlarındaki kiosklar, imalat sanayindeki robotlar otomasyonun en tipik örnekleridir.

Ana akım iktisat teorisi işçilerin başlangıçta işlerini kaybederek otomasyondan etkilendiğini, fakat nüfusun bir bütün olarak bu durumu ikame ettiğini söyler. Örneğin, Nobel ödüllü iktisatçı Christopher Pissarides ve Jacques Bughin’e göre yüksek üretkenlik yaratan otomasyon ekonomik büyümeyi hızlandırır, tüketim harcamalarını artırır, emek gücüne olan talebi yükseltir ve böylece daha iyi iş kolları yaratır.[9] Fakat işsizliğin ikame edildiğini iddia eden bu teori fazlasıyla soyuttur. Öncelikte literatüre hakim olmayanlar için inovasyonu ikiye ayırarak konuyu biraz açalım.

İnovasyon, “emek gücü tasarrufu” (labour-saving) yapan inovasyon ve “emek gücüne olan ihtiyacı artıran” (labour-augmenting) inovasyon olmak üzere ikiye ayrılır. Biraz açarsak, “emek gücü tasarrufu yapan” (labour-saving) inovasyon, özellikle makine öğrenim metodlarıyla geliştirilmiş metaların, üretim araçlarının, üretim ve dağıtım tekniğini geliştirmede kullanılmasıyla, firmaya, aynı ölçekteki üretim organizasyonunu daha az emek gücüne ihtiyaç duyarak gerçekleştirme imkanı verir. Bu durum doğrudan iş kollarını yok ederek işsizliğe neden olur. Bu tanımlama klasik iktisatçı David Ricardo’nun ihtiyaç fazlası popülasyon (redundancy of population) kavramına benzer. Emek gücü ihtiyacını artıran (labour-augmenting) inovasyon ise özellikle temel bilimlere yapılan ar-ge harcamaları sonucu, otomobil, akıllı telefon vb. bir meta yaratır ve dolayısıyla yeni işkolları açar. Bu inovasyon kullanılan bir metanın işlevsiz kalmasına neden olup o metanın üretimindeki işkollarını gereksiz kılıp, yerine yeni işkolları ile açabilir.[10] Dolayısıyla, bu noktada yeni iş kolu yaratılmış olmaz; eskisiyle değiştirilmiş olur. Böylece, işsizliğin artışını ancak ikame edici mekanizmalar engelleyebilir. Fakat bu sürecin nasıl işleyeceği sermaye ve işgücünün ne denli sektörler arası hareketli, geçişken olmasıyla alakalıdır. Ek olarak, emek gücü ihtiyacını azaltan (labour-saving) inovasyon, rekabetin de etkisiyle düşen fiyatların dolayısıyla düşen kâr hadlerinin sonucu olarak işsizliği beslediği gibi toplam tüketimi de aşağı doğru baskılar. Bu durum piyasada satılmak üzere üretilen şeylerin piyasadaki talep eksikliğiyle karşılaşmasına neden olarak kapitalizme özgü bir çelişkidir.

Şimdi geldiğimiz noktada şu soru önem kazanır: “emek gücü ve sermaye günümüzde sektörler ve ülkeler arası geçişken midir?” Sorunun cevabı açıktır. Semaye, coğrafi olarak son derece geçişken iken işçiler bulundukları yerin dışına hareket edemezler. Öyle ki emek gücü mobilitesi işkolları arasında dahi son derece zayıftır ve oldukça zaman alır. İşte tam da bu noktada sermayenin mobilitesi onu elinde bulunduran ileri kapitalist ülkelere büyük bir avantaj yaratır. Sermaye coğrafi olarak dünya çapında yayılarak, inovasyon süreci sonucunda yaratılacak yeni ve yüksek ücretli işkollarını sahibine bahşeder. Bu süreç başlangıçta, gelişmekte olan ülkelerde bulunan ultra-sömürüye açık emeğe olan talebi artırarak bu ülkelerde istihdam sağlar. Lakin, uzun dönemde bu ülkelerde, emek gücü ihtiyacını azaltan süreç işler ve dolayısıyla otomasyon ile işsizlik beslenir. Gelişmekte olan ülkelerdeki görece yüksek işsizliğin bir nedeninin de bu olduğunu düşünmekteyim.

Kısaca, bir meta icadı ile sonuçlanan ve bu alanda emek gücü ihtiyacı doğuran inovasyon, büyük bir çoğunlukla, sermayeyi kontrol eden ileri kapitalist ülkelerde gerçekleşir. Bunun sebebi ise açıktır. Dünya çapında, inovasyon ile yeni bir meta icadı bir grup teknoloji tekelinin ve dolayısıyla ilişki kurdukları ulus devletlerin elindedir. Dolayısıyla yüksek teknoloji ürünlerinin ezici çoğunluğu ileri kapitalist ülkelerde ortaya çıkar. Sermayenin coğrafi olarak dünya çapındaki örgütlenişi göz önünde bulundurulduğunda ise bir meta icadı ile sonuçlanan inovasyonun, kısa dönemde, gelişmekte olan ülkelerin ucuz işgücüne olan talebi artırdığı doğrudur. Lakin, uzun dönemde piyasa dinamiklerin etkisiyle “emek gücü tasarrufu” yapan inovasyon mekanizması işleyerek, üretim ve dağıtım süreçlerindeki otomasyon ile işsizlik artar. Dolayısıyla, emek gücü tasarrufu yapan inovasyon türü, günümüzde görece gelişmekte olan ülkelerde daha yaygındır.


[1] https://www.rafustuakademi.com/iktisadi-yeniden-uretim-uzerine , https://www.rafustuakademi.com/marksist-kriz-teorisi

[2] New Imperialism, David Harver, chapter 2.

[3] Habermas, J. (1971). Technology and science as ‘ideology’.

[4] Bakınız: Hardt & Negri – İmparatorluk  /  Laclau-Mouffe – Hegemonya ve Sosyalist Strateji

[5] Saad Filho, A., & Fine, B. (2010). Marx’s capital. Pluto Press. 129

[6] Foley, D. K., & Foley, D. K. (2009). Understanding capital: Marx’s economic theory. Harvard University Press. 189

[7] Park, C. S. (2001). Criteria of technical choice and evolution of technical change. In Marx’s Capital and Capitalism; Markets in a Socialist Alternative (pp. 87-106). Emerald Group Publishing Limited.

[8] Shaikh, A. (2016). Capitalism: Competition, conflict, crises. Oxford University Press., Chapter 7

[9] https://www.project-syndicate.org/commentary/automation-impact-jobs-unemployment-by-robert-skidelsky-2019-09

[10] https://www.weforum.org/agenda/2019/09/the-economic-consequences-of-automation

(Visited 1.388 times, 1 visits today)
Close