Fransız düşünür Alain Badiou geçtiğimiz ay yazdığı son makalesinde güncel siyasi hareketleri inceliyor ve yeni bir çağın, kitle komünizminin eşiğinde olduğumuzu söylüyor. Badiou’nun “On the Current Conjuncture [1]” başlıklı makalesini Ayşen Arıkazan Türkçeleştirdi.
Günümüz konjonktürünün rasyonel bir politik değerlendirmesi nadir bulunur bir hale geldi. Bir yanda çevreciliğin dindarlığının farkında olmayan sektörlerinden yayılan felaketçi vaazlar (mahşer gününün eşiğindeyiz), öteki yanda da başıboş solun fantazmagoryaları (örnek “mücadelelerin”, durdurulamaz “kitlesel hareketlerin” ve krizlerle boğuşan liberal kapitalizmin “çöküşünün” çağdaşlarıyız) arasında her türlü rasyonel yönelim kaybolup gidiyor ve bir tür zihinsel kaos, aktivist ya da bozguncu, her yerde üstün geliyor. Burada ampirik ya da normatif olabilecek birkaç fikir öne sürmek istiyorum.
Bir yanda felaketçi vaazlar öte yanda başıboş solun fantazmagoryaları arasında her türlü rasyonel yönelim kaybolup gidiyor.
Neredeyse küresel bir ölçekte birkaç senedir -en azından “Arap Baharı” denilen dönemden beri- mücadelelerle ya da daha iyi ifadeyle kitlesel hareketlerle dolup taşan bir dünyada yaşıyoruz. Bu genel konjonktürün, subjektif olarak, benim “hareketçilik” olarak adlandıracağım bir durumdan, yani kayda değer halk hareketlerinin mevcut durumda şüphesiz bir değişiklik yaratabileceğine duyulan yaygın inançtan nasibini aldığını düşünüyorum. Bunu Hong Kong’dan Cezayir’e, İran’dan Fransa’ya, Mısır’dan Kaliforniya’ya, Mali’den Brezilya’ya, Hindistan’dan Polonya’ya ve daha birçok ülkede ve yerde görüyoruz.
İstisnasız olarak bütün bu hareketlerde üç karakteristik gözlemlenebiliyor:
- Sosyal kökenlerinde, isyanlarının çıkış noktalarında ve kendiliğinden gelişen politik hükümlerinde çok çeşitliler. Bu polimorfik özellik aynı zamanda sayılarının yüksek oluşunun da sebebi. Bu hareketler ne işçi gruplaşmaları, ne öğrenci hareketinin mitingleri, ne vergilerin altında ezilen esnafların isyanları, ne feminist protestolar, ne ekolojik kehanetler, ne bölgesel ve ulusal başkaldırılar, ne de benim göçebe proleter diye adlandırdığım göçmenlerin yürüyüşleri. Bunların hepsini az az barındırıyor ve yer ve duruma göre bir ya da birkaç dominant tandansın taktik hükmü altında.
- Bu durumdan dolayı bu hareketlerin birlikteliği -ve günümüz ideolojileri ve örgütlerinin hali- tamamen negatif. Tabii ki bu olumsuzlama (negasyon) apayrı gerçekliklere dayanıyor. Çin hükümetinin Hong Kong’daki tutumuna karşı, askeri kliklerin Cezayir’deki iktidar hamlelerine karşı, İran’daki dini hiyerarşinin boğucu gücüne karşı, Mısır’daki kişisel despotizme karşı, Kaliforniya’daki milliyetçi ve ırkçı reaksiyonun manevralarına karşı, Mali’de Fransız ordusuna karşı, Brezilya’da neofaşizme karşı, Hindistan’da Müslümanlara yapılan zulme karşı, Polonya’da kürtajın ve gelenek dışı cinselliklerin stigmatizasyonuna ve daha birçok duruma karşı isyan edilebilir. Ama bu hareketlerde daha fazlası – daha açık olmak gerekirse genel bir ölçekte bir karşı teklife evrilebilecek hiçbir şey – mevcut değil. Günümüz kapitalizminin sınırlamalarından net bir şekilde ayrılacak ortak politik bir fikri olmayan hareket, eninde sonunda, negatif birlikteliğini bir isme, genelde devlet başkanına yönlendiriyor. ‘Mübarek gitmeli’den ‘Faşist Bolsanoro defolsun’a, oradan ‘Irkçı Modi gitsin’e, ‘Trump istifa’ ya da ‘Buteflika’ya emeklilik’ çağrısına geçiliyor. Tabii bizim doğal hedefimiz olan küçük Macron’a yapılan azil teşvik ve tehditleri ile kişisel saldırıları da unutmamak gerek. O halde ben, bütün bu hareket ve mücadelelerin nihayetinde “defol-izmler” (degajizmler) olduğu fikrini öne sürüyorum. Mevcut liderin, yerine kim geleceği ya da gittiğini varsaysak bile durumun gerçekten değişeceğini garantileyen süreç ile ilgili en ufak bir fikir olmadan çekip gitmesi yönünde bir istek var. Özet olarak, birlikteliği sağlayan olumsuzlama, hiçbir yaratıcı iradenin, vaziyetin analizinin ve yeni tip bir politikanın ne olabileceği ya da olması gerektiğiyle ilgili aktif bir algının hamili değil. Böyle bir algının yokluğunda elde yalnızca -ki bir hareketin sonunun geldiğinin sinyali budur -birlikteliğinin son hali, yani kurbanı olunmuş olan polis baskısına, yüzleşmek zorunda kalınmış polis şiddetine karşı ayaklanmak kalıyor. Başka şekilde ifade etmek gerekirse, geriye yalnızca hareketin yetkililerce olumsuzlanmasının olumsuzlaması kalıyor. Bu duruma ‘68 Mayıs’ından aşinayım, hareketin başında, ortak sloganların yokluğundan, sokaklarda “CRS = SS!” [2] diye bağırılırdı. Neyse ki zamanla -isyankar negatifin geride bırakılmasıyla- bu durum yerini daha ilginç şeylere bıraktı, tabii ki farklı sloganların, muhalif politik anlayışların karşı karşıya gelmesi göze alınarak.
- Bugün küresel hareketçilik, süreç içerisinde mevcut pekiştirilmiş güç dengelerinin yeniden üretimini ya da -başta isyan edilen şeyi yer yer daha da kötüleştiren- kozmetik değişiklikler yaratabiliyor. Mübarek gitti ama yerine geçen es-Sisi askeri gücün başka (muhtemelen daha kötü) bir versiyonu. Çin’in Hong Kong üzerindeki kontrolü, Pekin’de uygulananlara daha yakın yasalar ve aktivistlerin yaygınlaşan tutuklamalarıyla beraber güçlendi. İran’daki dini kamarilla yerinde duruyor. Modi veya Bolsonaro ya da Polonya’daki ruhani klik gibi en aktif reaksiyonerler, hiç merak etmeyin, gayet iyi formdalar. Ve küçük Macron, %43 destek oranıyla sadece mücadelelerin ve hareketlerin başlangıcına kıyasla değil, başkanlıklarının aynı döneminde onay oranları %20 civarında olan pek reaksiyoner Sarkozy ya da aşırı sosyalist (!) Hollande gibi kendinden önce gelenlerden daha iyi durumda.
Bugün küresel hareketçilik, mevcut pekiştirilmiş güç dengelerinin yeniden üretimini ya da başta isyan edilen şeyi yer yer daha da kötüleştiren kozmetik değişiklikler yaratabiliyor.
Burada akla tarihi bir kıyas geliyor. 1847 ve 1850 yılları arasında, 1815 Restorasyonu’ndan sonra kurulan ve 1830 Fransız Devrimi’nden sonra kurnazca konsolide edilen despot düzene karşı Avrupa’da birçok yerde büyük işçi ve öğrenci hareketleri, büyük kitlesel ayaklanmalar oldu. Hararetli bir olumsuzlamanın ötesinde, temelinde farklı bir politikanın ne olabileceği konusunda somut bir fikrin yokluğunda, 1848 devrimlerinin o heyecanı yalnızca gerici bir gidişat oluşturmaya yaradı. Özellikle Fransa’daki bilanço, ortaya çıkmakta olan kapitalizmin tipik bir vekili, III. Napolyon, Victor Hugo’ya göre “küçük Napolyon”, oldu.
Yine de, 1848’de, Alman başkaldırılarına katılmış olan Marx ve Engels, hem tarihsel analiz metinlerinde -Fransa’da Sınıf Mücadeleleri kitapçığı gibi- hem de sonunda olumlayıcı olan ve tamamen yeni bir politikanın ne olması gerektiğini bir anlamda sonsuza kadar tasvir eden Komünist Parti Manifestosu adlı el kitabında, olup bitenlerden dersler edindi. Olmayan ama olması gereken bir partinin manifestosunu içeren ve uzun dönemde politikanın farklı bir tarihini başlatan, bu olumlayıcı inşanın etrafında ortaya çıkıyor. Marx yirmi üç sene sonra tekrar, kahramanca defansif duruşu bir yana, takdire değen bir teşebbüs olan ama bir kez daha olumlayıcı birliğini etkili örgütleyemeyen Paris Komünü’nde baş gösterecek.
Tabii ki bizim durumumuz çok farklı! Ama inanıyorum ki bugün her şey, negatif sloganların ve savunmacı eylemlerin, hedeflerimizin açık ve sentezlenmiş bir vizyonuna boyun eğmesinin gerekliliği etrafında dönüyor. Ve bunu başarabilmek için, her halükarda, Marx’ın kendi düşüncesinin çekirdeği ilan ettiği şeyi hatırlamalıyız. Negatif eğilimli, ama ölçeği sebebiyle sadece grandiyöz bir olumlamayla desteklenebilecek bir çekirdek bu. “Özel mülkiyetin kaldırılması” sloganından bahsediyorum.
“Özgürlüklerimizi savunun” ya da “polis şiddetine son” sloganlarının aslında muhafazakar sloganlar olduğunu görüyoruz.
Daha yakından bakarsak, “özgürlüklerimizi savunun” ya da “polis şiddetine son” sloganlarının aslında muhafazakar sloganlar olduğunu görüyoruz. İlki, mevcut durum dahilinde savunulması gereken gerçek özgürlüklerden yararlandığımızı ima ediyor, ancak temel sorunumuz eşitlik olmadan özgürlüğün yalnızca bir tuzak olması olmalı. Yasal belgelerden yoksun ve buraya gelişi acımasız bir destan olan göçebe proleter, kendisine nasıl elinde gerçek gücü tutan, özel jet ve pilotunun sahibi, devletin içinde ona çalışan vekillerinin seçimi kisvesiyle korunan milyarderle aynı anlamda “özgür” diyebilir? Ve tutarlı devrimciler nasıl -eğer gerçekten karşı çıktıkları dünyadan farklı bir dünyaya olumlayıcı ve rasyonel bir arzuları varsa- baştaki güçlerin polislerinin her zaman arkadaş canlısı, nazik ve barışçıl olacağını, bazıları maskeli ve silahlı olan isyancılara “Élysée Sarayı mı? Sağdaki sokaktan devam, büyük bir kapı olacak” diyeceğini hayal edebilir?
Burada sorunun özüne, mülkiyet konusuna dönmek daha iyi olur. Genel, birleştirici slogan anında ve olumlu olarak: “üretim sürecinin tamamının kolektivizasyonu” olabilir. Bunun hemen erişilebilecek, negatif dengiyse “1986’dan itibaren devlet tarafından kararlaştırılan tüm özelleştirmelerin lağvı” olabilir. Olumsuzlama arzusunun hükmettiklerini işe koşacak, iyi, tamamen taktik olan bir slogan da şu olabilir: haydi Ekonomi ve Finans Bakanlığı’nın çok önemli bir departmanına, İştirak ve Devir Komisyonu’na yerleşelim. Bunu, departmanın ezoterik isminin, 1986’da kurulan Özelleştirme Komisyonu’nun transparan maskesi olduğu bilgisiyle yapalım. Ve haydi insanları bu özelleştirme komisyonunu, her konuda her tür özel mülkiyet yok olana kadar terk etmeyeceğimize ikna edelim – ki bu, öyle ya da böyle, bir ortak iyi (common good) sayılır.
İnanın bana, olumsuz diyalektiği kendisini ve bizi tüketme sürecinde olan mücadelelerin geride kaldığı bir devir açacağız.
Sadece bu stratejik ve taktik hedefleri popülerleştirerek, inanın bana, yeni bir devir -olumsuz diyalektiği kendisini ve bizi tüketme sürecinde olan “mücadelelerin” ve “hareketlerin” ve “protestoların” geride kaldığı bir devir- açacağız. Marx gibi konuşmak gerekirse, “hayaleti” bir kez daha yalnızca Fransa ya da Avrupa’da değil, tüm dünyada dolaşacak kitlesel bir komünizmin öncüleri olacağız.
[1] Makalenin Fransızca aslı “A propos de la conjoncture actuelle” başlığıyla Quartier Général’de yayımlanmıştır. (ç.n.)
[2] CRS, Compagnies Républicaines de Sécurité. Fransa’da polis teşkilatı bünyesinde 1944 yılında kurulan bu bölükler, protesto gösterilerini kontrol altına almakla görevlendirildikleri için Nazi silahlı birliklerine benzetilmişlerdir.