Sivil toplum, devlet gücü ve politik özne arasındaki aracı konumu sebebiyle siyasi kuram tartışmalarının değerli kavramsal çekirdeklerinden birisidir. Bu yönüyle de politik talepleşmenin, Gramsci’ci bir bakışla hegemonik çatışmanın vücut bulduğu alan olarak tanımlanır. Başka bir deyişle sivil toplum, devlet otoritesinin siyasi tercihlerinin onaylandığı, reddedildiği veya eleştirildiği bir alandır.
Sivil toplumun özü, işlevi ve örgütlenme biçimleri ise günümüze dek süregelen bir tartışmanın konusudur. Bu tartışmanın temel referans noktası ise sivil toplumun Fransız Devrimi’ne yerleşmiş tarihsel mirasıdır. Devrim sürecinde lobi ve kulüp gibi kamusal toplaşma mekanlarının oynadığı belirleyici rol, mutlakiyetçi eski rejimin baskın söylem ve yönetim teknolojilerine meydan okumasıyla bilinir. Ancien régime, kişisel gücün kamuda temsilini düstur edinmişken; burjuva devrimi, siyasi erki kamunun tasarrufunda olması gereken bir nesne olarak tanımlamıştır. Bu büyük dönüşümünden bize kalansa katılımcı siyasetin temel taşlarından biri olarak görülen sivil toplum olmuştur. Elbette kuramsal tartışmada sivil toplumun demokratik ve özgürleştirici yönünü esas alan kamp daha baskındır. Ne var ki, bu yönde bir fikir birliği olduğunu iddia etmek oldukça cüretli bir yaklaşım olur.
Siyasi erkin tezahürünü devlet ve kamusal alan ikiliğinden çıkaran post-yapısalcı yaklaşım, güç ilişkilerinin gündelik söylemlerle yeniden üretildiğini, özel yaşam alanlarımız, hatta bedenlerimize kadar nüfuz etmiş olduğunu varsayar. Dolayısıyla sivil toplum ve eşlikçi kurumlarının “rıza üreterek” bireyleri ve bedenlerini sürekli ıslah ettiğini, sosyal konformist bir politik özne yarattığını öne sürer. Bu yönüyle bir önceki paragrafta sözü edilen özgürlükçü paradigmadan ciddi biçimde ayrılır. Kısacası, sivil toplumun siyasi erkle ilişkisi politik düşünce literatüründe ciddi bir bölünme yaratmıştır: Sivil toplumun özgürleştirici/demokratik yönünü vurgulayan liberal paradigma ve sivil toplumu bir ıslah aracı olarak gören disiplinci paradigma.
Ancak, sivil
toplum tartışması elbette bu iki kampla sınırlı kalmamıştır. 1980’lerde
başlayan ve günümüzde de devam eden neoliberalizm dalgası ve küreselleşme,
bizleri yeni bir politik özne tanımıyla karşı karşıya bırakmıştır. Devlet
yerine piyasa işleyişinin siyasi kozları belirlediği ve mekânsal sınırların
politikada önemini kaybettiği bu dönemde sivil toplumun reelpolitikteki
geçerliliği haklı olarak sorgulanmaya başlanmıştır. Michael Hardt’ın “post-sivil
toplum”[1] diye
tanımladığı bu dönem, küreselleşme ve iletişim teknolojilerinin getirdiği büyük
bir çelişkiye işaret eder. Siyasi özne mekânsal sınırların muğlaklaşmasıyla
organik bir topluluğa ait olamayıp kendi bireyselliğinde hapsolurken, bir
yandan da iletişim teknolojilerinin getirdiği bağlantılar bütünü sayesinde
bambaşka ortamlarda kendini var edebilmektedir. Bu durumda sivil toplum da
devlet ve özne bağlamından kopup, siyaset yapmanın mümkün olduğu tüm durumları
kapsayan yeni bir tanıma kavuşur. Nitekim, bu yazı dizisinin temel amacı da
sivil toplumun tarihsel ve normatif yönlerini eleştirel bir biçimde
inceledikten sonra günümüz koşullarında siyasetin mümkünlüğü üzerine kafa
yormaktır.
[1] Hardt, M., “The Withering of Civil Society, in: The Anthropology of the State, eds by Sharma & Gupta, Blackwell, pp. 71-85, (1995)