Written by 19:19 Makaleler

Modern Para Teorisi

Oktay Özden yazdı…
ABD’nin Demokrat Parti’li başkan adaylarından Bernie Sanders ile Temsilciler Meclisi üyesi Alexandra Ocasio-Cortez gibi isimlerin ekonomi politikalarında etkili olan modern para teorisi, iktisat akademisinin en sıcak konularından biri.

İktisat akademisinin son yıllardaki en sıcak konusu Modern Para Teorisi oldu. Bu teorinin bu denli gündeme gelmesinde kuşkusuz ABD’nin Demokrat Parti’li başkan adaylarından Bernie Sanders ile Temsilciler Meclisi üyesi Alexandra Ocasio-Cortez gibi isimlerin ekonomi politikaları etkili oldu. Bu isimlerin ekonomi danışmanları olan Stephanie Kelton gibi isimler modern para teorisyenleriydi. Teorinin bu denli dile gündeme getirilmesi dünya çapında iktisat akademisinde, para teorileri üzerine yeni bir tartışma başlattı. İki parçadan oluşacak bu yazı dizisinin ilkinde Modern para teorisini ele alacağım. Daha sonra yayınlanacak olan ikinci kısımda ise teorinin eleştirisini okuyucular ile paylaşacağım. Şimdi modern para teorisini anlatmayla başlayalım.

Herhangi bir değerli maden karşılığı olmayan para, yani karşılıksız para, devleti bütçe sınırlarından kurtarabilir. Nitekim, Amerikan, Fransız, Çin devrimlerine ve öteki devrimlere başarıyla yakıt sağlamıştır. Bu olaylar ve onların çağdaş benzerleri, para kuramı ve uygulaması üzerinde derin izler bırakmıştır. Sonuç olarak, birçok gelişmiş ülke hazinesi, vergi geliri ve borç almaların üstünde fazla harcama taleplerini karşılamak için para yaratmaktan men edilmiştir. Hazinenin istediği zaman para yaratabilen merkez bankası gibi bir akrabası vardır. Karşılıksız paranın ilk günlerinin baş döndürmesiyle, bazı ülkeler gerçekten de “metre kare hesabıyla” para basmıştır. Çağdaş devletler daha da fazla olanağa sahiptir, her zorunlu tutar bir tuşa basılarak yaratılabilir. Merkez bankası bunu hazineye aktararak onun yeni çıkardığı tahvilleri satın alır, böylece hükümet harcamaları için yeni fon sağlanmış olur.

Hükümetin bir kolu para yaratıp bunu başka bir koluna harcaması için “ödünç verir”; para basarak kamu borcunu paraya çevirip, hükümet harcamalarını “arka kapıdan” finanse eder. Bunun nedeni kamu maliyesinin sıkıştığı yerlerde günümüz merkez bankalarının matbaa gibi çalışabilmesidir. Öyleyse merkez bankaları, hazine tarafından görünüşte farklı bir zorlama altındadır. Bu zorlama özellikle kriz dönemlerinde kendini açık şekilde belli eder. Karlılığın yok olduğu, yatırımların durduğu kriz dönemlerinde ekonomi politikaları, tıkanan dolaşım süreçlerini açmaya yöneliktir. Bunun için de ilk akla gelen piyasaya karşılıksız para, kredi para enjekte etmektir. Nitekim, 2007’de patlayan ve büyük bunalımdan bu yana görülenlerin en kötüsü olan küresel finansal krizde, birçok ülkede benzer durumlar ortaya çıktı. Amerika Birleşik Devletleri’nde mayıs 2009’da Federal Rezerve Bankası yani Fed, uzun dönemli hazine borçlarını paraya çevirip ekonomiye ek 1.15 trilyon dolar süreceğini açıkladı. Piyasadaki toxic olarak nitelendirilen kağıtları satın alarak, literatürde “helikopter para” olarak tanımlanan şekilde piyasaya para saçtı. Bu, çok şiddetli bir tartışmanın sonucuydu. Dallas Fed Başkanı, Richard Fisher karara müthiş derecede karşıydı. Maliye ve para politikaları arasındaki farkın silikleşeceğinden endişe ediyordu.

Fisher’ın bu endişesi, bize çağdaş devlerin ilke olarak istenen her tutarı yaratabileceğini ve merkez bankasının yetkisinin hazineden farklı olduğu gerçeğinin, böyle eylemlerin ilk kısıtlaması olduğunu hatırlatır. Devlet Hazinesi var olan fon stoklarının sınırları içinde, halen süren girişlerden daha çok harcama yapabilir. Bu fonları yerine koymak için, işi hazinenin isteklerine direnmek olan merkez bankasından koparamadıkları tutarı özel kesimden borç alarak; yani tahvil satarak veya bir bölümü bütçe açıklarının çarpan etkisinden gelen vergiler de dahil olmak üzere ek vergilendirme gibi yollara başvurabilirler. Burada ikinci bir sınır kümesi ortaya çıkar. Özel kesimden borçlanmak, IMF ile yapılan stand-by anlaşmalarında da açıkça gördüğümüz gibi, borçlanılacak kurumların koştuğu şartlara ve verebilecekleri tutarlara boyun eğmeyi gerektirir. Vergilemede ise, bunu her zaman harcanabilir gelirlerinde düşüş olarak gören mükelleflerin rızası gerekir. Her hükümet vergilerin belli sınırlar içinde arttırılabileceğini bilir. Nitekim sınırın ötesindeki bir vergi artışının, günümüz demokrasilerinde politik bir bedeli vardır. Son olarak, hükümet harcamasının, fiyatlar, faiz oranları ve döviz kurları üzerinde tersine etkiler yarattığını tarih açıkça gösteriyor. Bu etkiler yaratılmadan ne kadar ileri gidilebileceği sorusu üzerinde, ciddi ölçülerde, keskin anlaşmazlıklar vardır.

Modern para teorisyenlerinin temel önermelerinin, işin içine girdiği yer tam da burasıdır. Tam istihdamı korumak için, standart Keynesyen reçete, toplulaştırılmış talebi ve özel üretimi, gönüllü çalışabilecek bütün işçileri özel kesimin istihdam edebileceği noktaya kadar pompalamayı önerir. Bunun riski, o noktaya gelmeden enflasyon yaratmak ya da belki enflasyonu hızlandırmaktır. Bu nedenle modern para teorisyenleri aynı sonuca varan değişik bir yol önerir. Özel kesimin ememediği bütün emeği devletin sabit bir parasal ücretle doğrudan istihdam etmesi gerektiğini ileri sürerler. Bu politikaya National Job Guarantee, Employer of Last Resort, Türkçesiyle “Ulusal İş Garantisi” ya da “Son Sığınak İşvereni” adını verirler.  Devlet böylece Son Sığınak İşvereni olarak etkin tam istihdamı sağlar. Parasal ücretin bu politika ile sabitlenmesinin enflasyon tehlikesini azaltan, ulusal fiyat düzeyi için kararlı bir çıpa olacağını ileri sürerler. Teorinin itici gücü Son Sığınak İşvereninin en önemli önsavı mark-up pricing, Türkçesiyle “maliyete eklenti” ya da “maliyete bindirme fiyatlaması”dır.

Geriye bu politikayı sürdürmek için gerekli bütçe açığının nasıl kapatılacağı sorusu kalır. Standart kurama göre artan kamu harcamaları, sonunda ya vergi artırarak ya da borçlanarak karşılanmalıdır. Vergi artırmak özel kesimin gelirini düşürür; bunun sonucunda azalan özel harcama, artan kamu harcamasının etkisini zayıflatır. Borçlanma ise faiz oranını yükselterek özel kesimin yatırım şevkini kaçırır.

Modern para teorisinin öncül isimleri Randal Wray ve Stephanie Kelton’a göre, devlet şu üç politika kuralını uygularsa bu etkilerden hiçbiri ortaya çıkmaz.

  1. Artan finansman ihtiyacını devlet yeni para basarak karşılamalı ki bunu nasıl olsa yapacaktır.
  2. Vergiler sadece, özel harcamalar dizginlemek istediğinde artırmalı
  3. Para arzını kısmak gerekirse, devlet tahvili satarak borçlanmalıdır.

Bu durumda yaratılan para enflasyonu hızlandırırsa devlet vergilendirme yolu ile enflasyon üzerindeki talep çekişini kontrol edebilir aynı zamanda tahvil satıp borçlanarak dolaşımdaki para arzını kısabilir. Yani, eğer ki devlet artan harcamalarının tamamını ya da bir bölümünü, vergi yada borçla karşılarsa, son iki kuralın kamu harcamalarını karşılamak için değil, ekonomiyi soğutmak için kullanılması gerekir gibi görünüyor. Ama devlet harcamalarının finansmanı ile vergi ya da borç arasında zorunlu bir ilişki olmadığını da ileri sürerler.

Teori uygunlandığında, hükümet harcamalarındaki artışın birincil nedeni, Son Sığınak İşvereni politikasından doğan sabit parasal ücreti karşılamak olacaktır. Bunun da fiyat düzeyine kararlı bir çıpa olacağı iddia ediliyor. Savlar şöyle gelişir. Bu harcama, arzulanan gecelik faiz oranıyla yani istenen ticari bankacılık likidite düzeyiyle ve arzulanan faiz oranıyla tutarlı olabilir. Bunların ikisi de merkez bankası işlemleriyle ayarlanabilir. Sonuçta modern para teorisinin kuramsal yapısına göre, ancak tam uyumlu bir merkez bankasıyla, devlet tam istihdamı, fiyat istikrarını ve faiz oranı istikrarını sağlayabilir. Ekonomiyi aşırı ısıtma riski küçüktür çünkü kararlı bir tam istihdama ulaşılırsa Son Sığınak İşvereni kaynaklı bütçe açıklarına gerek kalmaz.

Bu düşünceler, çeşitli can alıcı varsayımlara dayanır. Bunlardan ilki, istihdam sağlayan Son Sığınak İşvereni ücretini sabitleyen devlet, özel kesim parasal ücretini de belirleyebilir. Bu da özel kesim ücretinin, Son Sığınak İşvereni ücretine sabit bir bindirme olması demektir. İkincisi, fiyat düzeyinin de özel kesim parasal ücretiyle belirlendiğini varsayar, bunun anlamı meta fiyatlarının maliyetler üzerine sabit bindirmeler yani “mark-up pricing” olduğudur. Üçüncüsü, devlet hem özel banka likiditesini hem de hazine tahvili faizini istenen düzeylerde tutabilir. Burada örtük olarak çeşitli faiz oranları arasındaki ilişikinin, yani verim eğrisi belirleyicilerinin bir kuramı söz konusudur.  Son olarak, çıktı ve istihdamın genel patikaları, özellikle devingen bir bağlamda hiç dikkate alınmamıştır.

Kısaca özetlersek, tam istihdamı sağlamak için devlet harcamalarının finansmanı para basılarak sağlanmalıdır. Standart iki yol tercih edilmemelidir. Çünkü, borçlanmak faiz oranlarını yükseltir bu da özel kesimin yatırım harcamalarını baskılar. Vegilendirme ise özel kesimin gelirini düşürerek özel harcamaların azalmasına neden olur ve artan kamu harcamasının etkisini zayıflatır.

Peki, sistemdeki parasal genişleme enflasyonu hızlandırıp; risk yaratacak boyuta gelirse ne olur?

Teoriye göre, artan özel harcamalardan kaynaklı enflasyon, iktisatçıların deyişiyle “demand-pull inflation” yani enflasyon üzerindeki talep çekişi vergilendirme ile kontrol edilebilir. Bunun yanında sistemdeki artan para arzı ise bono satılarak borçlanma ile kısılabilir.

(Visited 2.205 times, 1 visits today)
Close