Bu yazıyı kaleme almaya, geçtiğimiz perşembe günü Kanal İstanbul projesine itiraz etmek için girdiğim dilekçe kuyruğunda karar verdim. Yaklaşık dört saatimi daha önce hiç tanımadığım çoğu 65 yaş ve üzeri onlarca insanla birlikte bir kuyrukta geçirirken muazzam bir şeye tanıklık ettim çünkü: Bazı deli saçmalıklarının toplumun bir kalabalıktan değil ancak yurttaşlardan oluştuğunu bize hatırlatabilmesine.
Bu nedenle yazı boyunca bu itiraz kuyruğunda gözlemlediklerimi, kent hakkı ve yurttaşlık bağlamında değerlendirecek ve bu deneyim üzerinden toplumsal dönüşüme dair umutlarımı yeşerteceğim.
Kent ve Yurttaşlık
Yurttaşlık konseptinin ta eski Yunan şehir-devletlerine kadar uzandığını ve Batı dillerinde etimolojik olarak kent ile doğrudan ilişkisi olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte yurttaşlığın ulus-devletlerde yeni bir anlam kazandığı ve ulus-devlet ile özdeşleştirildikçe kent ile kavramsal ve siyasal ilişkisinin gittikçe zayıfladığı da kabul gören bir görüş.1
Örneğin değerli hocam Mert Arslanalp, ulus-devletin hegemonikleşme sürecinde yurttaşlığın kentsel aidiyetini yitirdiğini ve kendi geçmişini unuttuğunu dile getirirken pek de haksız sayılmaz. (Arslanalp, 2016) Benzer bir şekilde David Harvey de Asi Şehirler kitabında, neoliberalizmin salgın bir hastalığı gibi yayılan bireyci ahlakının, kent kimliğini yok ettiğinden bahseder. (Harvey, 2012: 58)
Yurttaşlık ve kent arasındaki organik bağın gittikçe zayıflamasının yanında, sanayi devriminden neoliberal çağa kadar uzanan süreçte kapitalizm ve kent arasındaki sıkı ilişki de işin bir başka boyutunu oluşturuyor. Bu nedenle kente dair iyimser düşüncelerime geçmeden evvel, kapitalizm ve kent arasındaki su sızmayan ilişkiye değinmek ve bugünün yurttaşını, kent yurttaşlığına soyunduran etmenlerden bahsetmek istiyorum.
Harvey Asi Şehirler kitabında kentin doğuşunu, artı ürünün toplumsal ve coğrafi olarak yoğunlaşmasına dayandırarak kentleşmenin daima sınıfsal bir olguyu da barındırdığını iddia eder. Bu noktada kentleşme ile kapitalizmin gelişimi arasındaki zamansal birlikteliğin tesadüf olmadığına dikkat çeken Harvey, kentin kapitalizmin kendini yeniden üretmesine olanak sağladığını savunur. Harvey’in gözünde kapitalizm ve kentleşme, birbirinden beslenerek gelişen ve sonucunda yaratıcı bir yıkıma neden olan iki olgudur. (Harvey, 2012: 45)
Ancak bu yaratıcı yıkım sürecinin yaşam alanlarımızı işgal etmesine tepki olarak güncel toplumsal hareketlerin kent ölçeğinde nasıl ve ne denli örgütlenebildiğini gördükçe toplumsal dönüşüm için yürütülecek mücadelenin kentten başlayacağına inancım da artıyor. Çünkü birçoklarının da öne sürdüğü gibi şehir, bugünün mücadele alanlarının başında geliyor ve bize muazzam bir çıkış noktası sunuyor. Bu noktada Harvey’in de belirttiği gibi ‘kentin her türden ve sınıftan insanın bir araya gelmesiyle oluşan ancak bu farklılıklarla birlikte bir müşterek yaşantının durmaksızın yeniden üretildiği bir mekan’ olması, (Harvey, 2012: 117) mücadele alanının genişlemesine olanak sağlıyor.
İşte kent hakkı, tam da bu neoliberal rant düzeninin artık nefes aldırmadığı zamanlarda Harvey’in de iddia ettiği gibi bir entelektüel heves ya da moda olarak değil ancak sokaktaki insanın yükselen yardım ve destek çığlıklarından doğuyor.
İşte kent hakkı, tam da bu neoliberal rant düzeninin artık nefes aldırmadığı zamanlarda Harvey’in de iddia ettiği gibi bir entelektüel heves ya da moda olarak değil ancak sokaktaki insanın yükselen yardım ve destek çığlıklarından doğuyor. Harvey, kent hakkını bir insan hakkı olarak görmekle birlikte insan hakları içinde kent hakkını ayrı bir yerde konumlandırıyor. İnsan haklarının bugünkü algısının çoğunlukla bireysellik ve mülkiyet temelli olmasından dolayı neoliberal sistemi sorgulamak için elverişli olmadığını dile getiren Harvey, kent hakkı gibi hak konseptlerinin mücadeleyi bireysellikten kolektife evrilttiğini söylüyor. Burada bir dipnot olarak Harvey’in işçi, kadın ve azınlık hakları mücadelelerini de kolektif hak arayışlarına örnek gösterdiğini belirtelim. (Harvey, 2012: 33-43)
Kent Hakkı Nedir? Kim ve Ne İçindir?
1967 yılında Şehir Hakkı denemesini kaleme alan Lefebvre, kent hakkını hem bir haykırış hem de bir talep olarak niteler. (Lefebvre, 1967: 158) Kent hakkını var olan eşitsizliklere karşı bir itiraz ve bu eşitsizlikleri üreten düzene bir başkaldırı olarak tanımlarken geleceğe dönük bir istek olarak da nitelemek kulağa oldukça mantıklı geliyor.
Bununla birlikte kent çalışmalarında en sık karşılaşılan ve cevaplanırken zorlanılan ise bu hakkın kime ait olduğu sorusu. Burada şehir plancısı Peter Marcuse kadar net olacak ve onun da belirttiği gibi kent hakkının bu hakkı bugüne kadar kullanamamış, hem ekonomik hem sosyal hem de politik olarak ortadaki malum pastadan dışlanmış, yabancılaşmış ve bu doğrultuda baskı görmüş kimselere ait olduğunu savunacağım. (Marcuse, 2010: 190) Ayrıca kente ilişkin mücadelenin çıkar temelli değil ancak yaşamı savunan bir nitelikte olmasının, mevcut sistemin kendini var etmek için sömürdüğü kitlelere alternatif bir mücadele alanı açtığı fikrine de katılıyorum.
Kente ilişkin haklarımıza dair bir diğer can alıcı nokta, aslında Lefebvre’nin de belirttiği gibi bu hakların yalnızca şu anı değil ancak geleceği de kapsaması.
Öte yandan kent hakkına ilişkin sorularımız, bu hakkın kime ait olduğu ile sınırlı değil. Bu hak kapsamında ne talep ettiğimiz de oldukça önemli bir mesele. Bu konuda çok geniş bir haklar yelpazesinden söz etmek mümkün. Bu bağlamda kent hakkı; şehri ilgilendiren mevzularda şehir sakinlerinin karar mekanizmalarına dahil olmasının yanı sıra, kentin olanaklarından eşitçe yararlanmayı ve kent üzerinde adil ve demokratik bir denetim hakkına sahip olmayı da beraberinde getiriyor. (Lefebvre 1991; Marcuse, 2010; Harvey, 2012; Arslanalp, 2016)
Kente ilişkin haklarımıza dair bir diğer can alıcı nokta, aslında Lefebvre’nin de belirttiği gibi bu hakların yalnızca şu anı değil ancak geleceği de kapsaması. Kısacası yarınları belirlemek, bugünün kenti üzerine söz söylemekten de geçiyor. Bu nedenle Kanal İstanbul gibi projeleri yalnızca kuyruktaki emekli teyze ve amcaların değil ancak biz gençlerin de (hatta daha çok) dert edinmesi gerek.
Kent hakkının en değerli getirilerinden bir diğeri ise bu hak aracılığıyla şehir ve ülke arasındaki hiyerarşik farklılığın yok olması. (Marcuse, 2010: 193) Böylelikle kent yalnızca bir gündelik yaşam alanı olmaktan çıkıp toplumun bütününün kendini temsil etme imkanı bulduğu bir yapıya bürünüyor. Burada kent hakkının, ulus-devlet yurttaşlığını da aşacak şekilde öngörülebilmesi ve bu bağlamda vatandaşlık şartı aranmaksızın o şehirde yaşayan kimselerin karar süreçlerine etki edebilme potansiyeli, günümüz ihtiyaçlarına daha uygun bir yurttaşlık modeli ortaya koyuyor. Bu doğrultuda kent hakkı, içinde barındırdığı iddiaya uygun bir şekilde daha adil ve demokratik bir düzenden söz etmeyi mümkün kılıyor.
Bizim gibi gücün gittikçe merkezileştiği memleketlerde kendini doğrudan temsil edebilme ve karar mekanizmalarına katılabilme pratiklerinin ne denli değerli olduğu aşikar. Bu yüzden Kanal İstanbul ve benzeri toplumsal konularda yurttaşların hak mücadelesi, toplum açısından sandığımızdan çok daha büyük bir önem arz ediyor.
Kanal İstanbul İtiraz Kuyruğu Ne Anlama Geliyor?
Tüm bu literatürün ardından beni bu yazıyı yazmaya iten asıl konuya gelmek istiyorum: Kanal İstanbul’a itiraz kuyruğunun toplumsal karşılaşmaların alanı haline gelmesine.
1980’lerden bu yana Türkiye’de ve dünyada uygulanan neoliberal politikaların neden olduğu en büyük problemlerden biri kuşkusuz, toplumsal alanın yok edilmesi oldu. Mekanın metalaşması ile birlikte gittikçe artan özelleştirmeler sonucunda bugün, pazar günlerimizi sahil kenarlarında ya da parklarda geçirmek yerine alışveriş merkezlerinde tüketiyoruz. Bu da aslında kenti niteleyen metropoliten özelliğinin aksine toplumsal karşılaşmaların gitgide azalmasına ve herkesin kamusal alanda dahi ‘kendi gibi olanlara’ rastlamasına neden oluyor. Burada ‘kendi gibi olmak’tan kastım; benzer ekonomik şartlara sahip, benzer sosyolojik çevrelerde yaşayan ve hatta benzer politik görüşlerdeki insanların sürekli aynı mekanlarda toplanıyor olması. Kendi çitlerimizin dışına çıktığımızda bir toplumsal karşılaşmalar alanı olması beklenen kentin; söz konusu şartlar altında ekonomik, sosyal ya da politik açıdan farklı olanın görünmez kılındığı ve eşitsizliklerin bir kez daha üretildiği bir mecra haline geldiğini söylemek yanlış olmaz sanıyorum. Oysa korkunun ve baskının bunca arttığı dönemlerde, konuşup tartışacak ve farklı olanla karşılaşacak cereyan alanları bulamamamız da bizi bu eşitsizlikler ve korkular imparatorluğuna mahkûm ediyor.
Korkunun ve baskının bunca arttığı dönemlerde, konuşup tartışacak ve farklı olanla karşılaşacak cereyan alanları bulamamamız da bizi bu eşitsizlikler ve korkular imparatorluğuna mahkûm ediyor.
İşte Kanal İstanbul projesine itiraz kuyruğu, böylesi bir dönemde toplumsal karşılaşmalara ev sahipliği yapabilen ve gerçek bir kamuoyu tartışmasının yürütülebildiği bir alan haline geldi o gün. O dört saatlik süreçte, Avcılar’dan İstinye’ye kadar İstanbul’un bambaşka yerlerinden gelen onlarca insan, birbirleriyle sohbet etme şansını yakaladı. Her birinin derdi o an için aynı olmakla birlikte bugüne nasıl geldiğimize ilişkin farklı fikirleri vardı. Kimi var olan haklarımızı Fransız halkı gibi mücadele ederek almadığımızı öne sürerek bu hakların değerini bilmediğimizi söylüyor, diğeri buna kafa sallamakla birlikte o gün orada onlarca kişi olmamızın bizi diğer Ortadoğu ülkelerinden ayırdığını iddia ediyordu mesela.
Bugün birçok insan söz konusu projeye itirazın çoğunlukla muhalif kesimce yürütüldüğünü söyleyebilir. Bu görüşte haklılık payı olmakla birlikte muhalif kesim dediğimiz kitlenin homojen bir yapıda olmadığını göz önünde bulundurursak o gün orada birbirinden farklı yaşam tarzlarına sahip onlarca insan gördüğümü söyleyebilirim. Bu nedenle de o kuyrukta dikildiğim süre boyunca kendimi toplumun kucağına düşmüş gibi hissettim. Çünkü sosyal bilimin merceği altındaki toplumun kendini nasıl yeniden ürettiğine an be an şahit oldum. Bu yüzden internet üzerinden itirazını yapan arkadaşlarıma, mekânın getirdiği ortaklığı deneyimlemeleri gerektiğini söylemeden edemeyeceğim. Dört saat bir kuyrukta beklemenin işkenceye dönüşmesi gerekirken birbirine yiyecek içecek ikram eden insanların koyu bir muhabbete daldığı; dilekçesini her teslim edene ‘geçmiş olsun’, kalanlara ise ‘darısı başınıza’ denilen o birkaç saati sanıyorum birçok şeye değişmem.
Kıssadan hisse; yaşadığımız mahallelerden, sokaklardan ve kentlerden çıkacak direnişin toplumsal dönüşüm adına önemli gelişmelere gebe olduğunu ve bu tarz mücadele alanlarının belki o an için bizi sonuca ulaştırmasa dahi toplumsal alanın neoliberal politikalarla yok edildiği günümüzde bizi bir araya getirerek aslında ne denli büyük bir şeyi başardığını söylemek istedim. Sevgili Murat Sevinç’in de köşe yazısında belirttiği gibi bunlar ‘yurttaşlık anları, nefes aldığımız anlar’. Bu nedenle değerli hocam Mert Arslanalp’in makalesini sonlandırdığı gibi Mike Davis’ten bir alıntı yaparak sözlerimi tamamlamak istiyorum:
“Umutla mücadele et, umut olmadan mücadele et ama mutlaka mücadele et.”
Kaynakça
- Arslanalp M., Haklar ve İstisnalar: Kentsel Yurttaşlığı Derinleştirmek, 2016
- Harvey D., Asi Şehirler, 2012
- Lefebvre H., The Right to the City, 1967
- Lefebvre H., ‘Les illusions de la modernite’, 1991
- Marcuse P., From critical urban theory to the right to the city, 2010
İrem Doğanışık
1996’da Bursa’da doğdu. Bursa Anadolu Lisesi’nin ardından Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. Türkiye’nin ilk doğruluk kontrolü projesi Doğruluk Payı’nda bir yıl kadar fact-checker olarak çalıştı.
Galatasaray Üniversitesi Stratejik İletişim Yönetimi programında yüksek lisans yapmaktadır. İlgilendiği konular arasında toplumsal cinsiyet çalışmaları, medya-siyaset ilişkisi, post-truth ve kent hakkı bulunmaktadır.