Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde gerçekleştirdiği Barış Pınarı Harekâtı sonrası ateşkesin veya operasyona verilen aranın üçüncü gününde gazeteci Fikret Bilâ’nın “Barış Pınarı’nın tarihi kökenleri” başlıklı yazısı yayınlandı[1]
Türkiye tarihinin Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana genel hatlarını çizen Bilâ, “Batı dünyasının Türkiye’yi hiçbir zaman içtenlikle kucaklamadığı” sonucuna varıyordu. Deneyimli gazeteci bu varsayımında yalnız değildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamasına göre[2] Türk halkının %75-80’i Harekât’ı desteklerken; vatandaşların büyük çoğunluğu sosyal medya ve diğer kanallar aracılığıyla “Batı”nın Türkiye’yi -bir kez daha- yalnız bırakışından yakınmaktaydı.
Halkın dikkatini çok çekmese de Harekât süresince, Fransız basını başta olmak üzere “Batı” medyası, sürekli Sevr Antlaşması’na atıfta bulundu: Le Figaro, “Kürtlerin Birinci Dünya Savaşı sonrasında unutulduğunu ve Sevr ile kendilerine vaat edilen Bağımsız Kürdistan’ın Lozan Antlaşması’yla ortadan kaldırıldığını” yazarken[3] Libération gazetesi “Sonu gelmeyen ihanet” başlığı altında 10 Ağustos 1920’de imzalanan fakat asla yürürlüğe girmeyen aynı antlaşmayı işaret ediyordu.[4] Daha az tanınan LCI haber kanalı, Kürtlere devlet vaat eden Sevr Antlaşması’nın neden uygulanmadığını sorgularken[5] uluslararası şöhrete sahip The Economist, doğrudan Antlaşma’nın 62. maddesine yer veriyordu:[6]
“Fırat’ın doğusundan Ermenistan’ın güney sınırının aşağısında sonradan belirlenecek noktasına ve Türkiye’nin Suriye ve Mezopotamya ile sınırının kuzeyine [uzanan]… Kürtlere ait Kürt Devleti…”
Suriye İç Savaşı’nın başlangıcından beri yerli yabancı dış politika uzmanlarının bir tezi de “Birinci Dünya Savaşı ile inşa edilen statükonun yıkılmakta olduğu” idi. 2014’te IŞİD’in Irak ve Suriye sınırlarını yıkarak tarihî Sykes-Picot Anlaşması’nı yerle bir ettiği tartışmaları[7] henüz tazeyken, Sevr ile pekâlâ bir başka statükonun, Lozan Antlaşması’nın tartışılması gündeme getirilebilirdi. Hâl böyleyken Türkiye’nin karar alıcılarında ve kamuoyunda “Sevr sendomu”nun -tekrar- baş göstermesi ve Bilâ başta olmak üzere pek çok yazarın bu doğrultuda yayında bulunması şaşırtıcı olmadı. Peki Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana iç ve dış politikamızda hâkim olan bu Sevr sendromu nasıl ortaya çıktı? Batı, Türkiye’ye yeniden bir Sevr Antlaşması dayatmaya mı çalışıyor?
Aslında “Sevr Sendromu” bugün genelde akademik camianın gündemine sıkışıp kalmış bir terim olsa da[8] 2000’lerin başında itibaren Türkçe gazetelerde çokça zikrediliyordu: 2001 yılında İsveç’in Ankara Büyükelçisi Türkleri bu sendroma sahip olmakla itham ediyor[9], 2002’de Oktay Ekşi[10] ve 2003’te Zafer Atay bu kavramla itham edilmeye karşı çıkıyordu[11]; 2005 yılında eski Dışişleri Bakanı İlter Türkmen “Sevr sendromunun/paranoyasının tamamen mesnetsiz ve Batı’da karşılığı olmayan bir vaka” olduğunu belirtiyor[12]; Melih Altınok 2012’de Oslo Görüşmeleri’ni eleştirenlerle alay ederken buna atıfta bulunuyor[13] ve Markar Esayan 2016’da “Balkan sendromu” gibi bir kavram daha üreterek “yeni bir Sevr sendromunun kıyısında mıyız?” diye soruyordu.[14] Medyada ulaşabildiğim en son Sevr sendromu referansında bulunan kişi, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından konuşan Özyeğin Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mesut Hakkı Caşın:
“İnsanımız iyi ve kaliteli. [… ] O mikropları [FETÖ’cü askerleri] temizleyeceğiz. […] Hala Anadolu’nun Müslüman olmasını kabullenemiyorlar. Ayasofya’ya haç dikmeye çalışıyorlar. Bunun için önce orduyu temizlemek lazım. Allah’ın ve Peygamberin ordusunu kuracağız. Öyle bir ordumuz var zaten. PKK’dan kaçan var mı? Hala savaşıyorlar. Biz, bu krizden yükselerek çıkacağız inşallah. Allah bizi imtihanlardan geçiyor. Bir gecede bunların bütün oyunlarını bize gösterdi. Gurura kapılmamamız lazım. Eğer darbeciler kazansaydı bize Sevr sendromu yaşatacaklardı.”[15]
Prof. Caşın’ın bu sözleri aslında Sevr sendromunun ne olduğunu en güzel biçimde özetleyecek ifadelerden oluşuyor: “Bizim” insanımız temiz, karşımızda ise Anadolu’yu Hıristiyanlaştırmak isteyen kuvvetler var ve “içimizdeki mikropları” maşa olarak kullanıyorlar. Bu maşalar eğer 15 Temmuz’da başarılı olsalardı, yeni bir Sevr ile yüzleşecek ve vatanımızın bölünmesine, işgal edilmesine seyirci kalacaktık.
Türkiye, cumhuriyet kurulalı beri bölünme ve işgal korkusu ile yönetildi, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde bu korku katlanarak arttı. Temelde bu güvenlik endişesi veya “psikozu”[16] anlaşılır ve gayet insanî sebeplerden doğmuştu: Osmanlı İmparatorluğu, uzun yıllardır büyük güçlerin doğrudan veya ”azınlıklar üzerinden” dolaylı yollarla saldırılarına maruz kalıp zayıflatılmıştı. 1911-1923 arasında aralıksız felaketler dizisiyle boğuşan Türkler, önce 600 yıldır yerleşik oldukları Balkanlardan çekilmek zorunda kalmışlar; daha sonra Anadolu’da korkunç bir işgale uğramışlardı. Kolektif hafızada 12 yıllık savaş, isyan, katliam ve sürgün gibi sayısız acı hâliyle bir travma yarattı. Atatürk’ün en kanlı düşman ”Yunan”la barışma politikaları bile bu travmayı alt edemedi; 1950’lerde Kıbrıs sorunun Türk dış politikasının önceliği hâline gelmesi ve Avrupa ile ABD’nin genellikle Kıbrıs Rum/Yunan tezini desteklemesi Türkiye’de hayal kırıklığı yarattı.
“Sevr sendromu” dış ve iç tehdit algılamaları ile iki ayaktan oluşuyor. 2010’lara dek Yunanistan üzerinden Avrupa/AB’nin oluşturduğu dış düşman imgesinden de önemli bir iç düşman vardı. Sevr’i doğuran ve Sevr’in doğurduğu en önemli etmen olan “içimizdeki düşmanlar”; Rum’dan, Ermeni’den ve Kürt’ten müteşekkil bir “hainler korosu” idi. İlk iki grubun nüfusu 1920’ler itibariyle fazlasıyla azaldığından eski Sevr’in ve muhtemel, yeni bir Sevr’in süjesi olabilecek tek “iç etmen” Kürtler kalmıştı. Böylece ulus-devletleşme yolundaki Türkiye’nin en büyük önceliği ülkenin bölünmez bütünlüğünü korumak oldu. Bir çeşit paranoyaya dönüşen bu öncelik, ironik olarak on yıllar içinde kendi gerçekliğini doğurdu. Güvenlik politikalarına yoğunlaşan devlet, zaman içinde bir çeşit izolasyonizm ve ”Batısız Batılılaşma” formülü benimsedi.[17] Dışardan demokratikleşme veya ekonomi yönetimi adına gelen her tavsiye ya da eleştiri, ülkenin bütünlüğüne bir hakaret olarak görüldü. Halkın gözünde ise tablo çok daha vahimleşti: ”Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” algısı özellikle son 20 yılda iyice billurlaştı. İstanbul Bilgi Üniversitesi Göç Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin 2018’de yaptığı bir araştırmaya göre halkın %87,6’sı ”Avrupalı devletler geçmişte Osmanlı devletini bölüp parçaladıkları gibi şimdi de Türkiye’yi bölüp parçalamak istediklerini” düşünüyor.[18]
Bu düşünce tarzının oldukça sıkıntılı, hatta hastalıklı olduğunu söyleyebiliriz. Haklı veya haksız, neyin ürünü olursa olsun, ilk olarak bir paranoyanın varlığından bahsetmemiz gereklidir. Ama “çevresindeki tüm ülkelerin ve halkların düşman olduğunu düşünmek paranoyadır” deme kolaycılığıyla yetinmememiz gerekir. Ortada ayrıca bir tür kompleks ürünü “biz-merkezcilik” vardır: “En büyük biziz”; o sebeple “herkes bizimle uğraşıyor”. Bizi dışardan zorla yıkamazlar, bu yüzden içerdeki farklı etnik, dinî, siyasî unsurları kışkırtarak yapmaya çalışırlar. “Onlar”. Görüldüğü gibi özne belli değildir. Zaten “Batı” hitabı bile söylem düzleminde sorunludur. Batı kimdir? Bir coğrafî terim olarak mı kullanılır sadece; belli bir siyasal düzeni, sözgelimi liberal demokratik sistem benimsemiş ülkelerin tamamını mı temsil eder? AB ile ABD gibi transatlantik ittifak sistemi midir “Batı”, yoksa İsrail’den Suudî Arabistan’a pek çok farklı aktörle iş birliği içindeki Hıristiyanlar kulübü müdür?
Bu anakronik bakışın sebepleri arasına dördüncü olarak entelektüel izolasyonu eklememiz gerekir. Tıpkı ülkelerin kendilerini uluslararası sahneden izole etmesi gibi, kişiler de askerî, siyasî, diplomatik, ekonomik ve jeopolitik olgulardan ve gelişmelerden bîhaber kalabilirler: Bunları okumayabilirler, takip etmeyebilirler; okumayı ve takip etmeyi reddedebilirler. Misal Türkiye’nin bağlı bulunduğu askerî ve güvenlik örgütlerini ve bunların bağlayıcı hukukî aygıtlarını göz ardı edebilirler; “Batı” adı verilen anonim özne ile on yıllar içinde bina edilen derin ekonomik ilişkileri düşünmeyebilirler. Sonuç olarak Türkiye “yalnız ve güzel ülke” hâline gelir, geri kalan herkes düşmandır. Ve dosta en ihtiyaç duyduğumuz anlarda, (Pakistan haricinde) kimse destek çıkmaz: En önemsiz Fransız gazetesinden ABD Kongresi’nde en çok ağırlığı olan senatöre dek herkes Lozan Antlaşması’nı, Ankara hariç herkese ihanet edilen bir sözleşme olarak revize etmeye koşturur.
Ortadoğu zor zamanlardan geçiyor ve anlaşılan o ki Soğuk Savaş
sonrasında yalnızca 1960-1970’lerin sorunları değil, Birinci Dünya Savaşı’nın
yarattığı sıkıntılar da masaya yatırıldı. Ancak tüm bu hengâmede unutmamak
gereken bir nokta var: Evet, “Sevr sendromu” nedensiz oluşmuş bir hastalık
değildir; fakat tedavi olmayı, hatta hastalığın kendisini reddetmek çok daha
kötü sonuçlara yol açabilir.
[1] https://t24.com.tr/yazarlar/fikret-bila/baris-pinari-nin-tarihi-kokenleri,24205
[2] https://www.haberler.com/cumhurbaskani-erdogan-acikladi-baris-pinari-12560034-haberi/
[3] https://www.lefigaro.fr/international/apres-la-premiere-guerre-mondiale-les-kurdes-deja-oublies-20191010
[4] https://www.liberation.fr/planete/2019/10/09/syrie-trahison-sans-fin_1756604
[5]https://www.lci.fr/international/offensive-turquie-en-syrie-pourquoi-le-traite-de-sevres-qui-accordait-un-etat-aux-kurdes-n-a-t-il-jamais-ete-respecte-2134916.html
[6]https://www.economist.com/briefing/2019/10/17/kurdish-dreams-of-a-homeland-are-always-dashed
[7] https://mwi.usma.edu/end-end-sykes-picot/ ; Luizard, Pierre-Jean. IŞİD Tuzağı. İletişim Yayınları, İstanbul, Şubat 2018, 119 s.
[8] Michelangelo Guida (2008) The Sèvres Syndrome and “Komplo” Theories in the Islamist and Secular Press, Turkish Studies, 9:1, 37-52, DOI: 10.1080/14683840701813994 ; Oran, Baskın. Türkiye’de Azınlıklar, Kavramlar, Teori, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat, Uygulama. İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, 280 s. ; Schmid, Dorothée. “Turquie : Le syndrome de Sèvres, ou la Guerre qui n’en finit pas”, Politique étrangère, Bahar 2014, s. 199-213.
[9] http://arsiv.ntv.com.tr/news/54367.asp
[10] http://www.hurriyet.com.tr/samaroglani-71680
[11] https://www.ab.gov.tr/files/Basin/2003/A%C4%9Fustos/28%20A%C4%9Fustos%202003/Zafer%20Atay%20-%20D%C3%BCnya.doc
[12] http://www.hurriyet.com.tr/sevr-e-nasil-gidildi-345324 27 agu 2005
[13] https://web.archive.org/web/20130913015650/http://www.taraf.com.tr/melih-altinok/makale-yeni-sevr-sendromu-da-bu-mu.htm
[14] https://www.yenisafak.com/yazarlar/markaresayan/ikinci-sevr-ve-balkan-sendromu-kiyisinda-miyiz-2026696
[15] https://www.aa.com.tr/tr/15-temmuz-darbe-girisimi/ou-ogretim-uyesi-prof-dr-casin-darbeciler-basarili-olsaydi-bize-sevr-sendromu-yasatacaklardi/626723
[16] Bülent Şener, Sevr Fobisi/Sendromu: Türkiye’nin Güvenlik Endişesini Anlamak Üzerine Düşünceler, International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 9/5 Spring 2014, p. 1835-1847, ANKARA-TURKEY
[17] Hakan Yılmaz. “Two Pillars of Nationalist Euroskepticism in Turkey: The Tanzimat and Sevres Syndromes”, Turkey, Sweden and the European Union: Experiences and Expectations içinde, Ingmar, Karlsson, Annika, Strom Melin, Stockholm: SIEPS (Swedish Institute for European Policy Studies), 2006, s. 29-40.
[18] https://www.dw.com/tr/kutupla%C5%9Fma-ara%C5%9Ft%C4%B1rmas%C4%B1-sevr-sendromu-y%C3%BCkseli%C5%9Fte/a-42461638
Oğul Tuna
1995 yılında Adana’da doğdu. 2019’da Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Master eğitimini hâlen Fransa’da Lille Siyasal Çalışmalar Enstitüsü’nde (Sciences Po Lille) sürdürmektedir.
Siyasî tarih ve karşılaştırmalı siyaset çalışan Tuna Türkiye, İran ve Rusya üzerine yoğunlaşmaktadır.
Oldukça açıklayıcı bir anlatım olmuş elinize sağlık.