Written by 15:05 Makaleler

Ataerkinin Yeni Alerjisi: İstanbul Sözleşmesi

İrem Doğanışık yazdı…

Türkiye’de en büyük istikrar, işçi ve kadın cinayetlerinde bir türlü değiştiremediğimiz o can yakan tabloda görülüyor. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun açıkladığı üzere, sadece ekim ayında 36 kadın erkekler tarafından öldürüldü. 2019’un başından bu yana ise erkekler tarafından öldürülen kadınların sayısı 390’a ulaştı. Rakam değil insan dediğimiz cinayet istatistiklerinin yanında; kadına yönelik fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddetin de hemen her gün her alanda karşımıza çıkması, kadına yönelik şiddeti Türkiye’nin en önemli meselelerinden biri haline getiriyor.

İçinde bulunduğumuz bu sömürü düzeninin bir yandan yarattığı bir yandan da kendini beslediği kadına yönelik şiddet için ise akıllarda tek soru var: Ne yapabiliriz?

Geçtiğimiz aylarda sık sık gündeme getirilen İstanbul Sözleşmesi, birçok kadın kuruluşu ve örgütünün bu soruya verdiği yanıtlardan en bilineni. Ancak İstanbul Sözleşmesi, devamlı bir tartışmayı da peşinden getirdi. Peki, kimilerince aile kurumunu hedef almakla itham edilen İstanbul Sözleşmesi nedir, ne değildir?

Yazıya başlamadan önce belirtmeliyim ki İstanbul Sözleşmesi ile ilgili tartışmalarda, birçok kadın örgütü ve kadın hakları savunucusu mevziini gayet sağlam bir şekilde koruyarak mücadelelerini sürdürüyor. Mevzi sözcüğünü özellikle kullanıyorum çünkü kadınların bu sözleşme özelinde ve daha genel çerçevede şiddete karşı verdikleri mücadele, kadın cinayetlerinin faili erkek egemen anlayışa karşı açılmış bir savaşı temsil ediyor. Verilen bu savaşta tutulan her mevziinin, kelimenin tam anlamıyla bir var oluş mücadelesi olduğunun da ayrıca altını çizmek gerek. 

İstanbul Sözleşmesi Nedir?

İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen sözleşmenin tam ismi “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”. Bu isim çok uzun olduğundan olsa gerek, sözleşmenin 2011 yılında imzaya açıldığı Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısı İstanbul’da gerçekleştiği için Sözleşme, İstanbul Sözleşmesi olarak da anılıyor. Bunu belirtmemin nedeni, Sözleşmenin uluslararası bir bağlamda oluşturulduğunu ve Türkiye’ye has, yalnızca Türkiye’yi bağlayan bir yapısı olmadığını vurgulamak istemem. Yani İstanbul Sözleşmesi; Türkiye’nin kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nce hazırlanmış, Türkiye’nin de fikir ve oluşum aşamasında emek verdiği bir uluslararası metin. Bu nedenle Sözleşmeyi imzalayan ilk ülkenin Türkiye olması da şaşırtıcı değil ancak sevindirici bir gelişme. Bununla birlikte iddia edildiğinin aksine, Sözleşme yalnızca seküler kesimin taleplerini yansıtmıyor. Farklı kadın çevreleriyle birlikte dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı da bu sözleşmenin uygulanması için harekete geçmişti.

İstanbul Sözleşmesi Neden Bu Kadar Önemli? 

İstanbul Sözleşmesi’nin en önemli özelliklerinden biri, “toplumsal cinsiyet” kavramının tanımını yapan ilk uluslararası belge olması. Söz konusu metinde, mevcut toplumsal cinsiyet anlayışının kadına yönelik ve ev içi şiddette başat rol oynadığı açıkça dile getiriliyor. Bu bağlamda “toplumsal cinsiyete dayalı şiddet” ayrıca tanımlanırken kadın ve erkek için toplum tarafından biçilen rollerin şiddeti doğurduğu da net bir şekilde ifade ediliyor. Şiddetin, kadın ve erkek arasındaki eşitlikçi olmayan ve tarihsel güç ilişkisinin tezahürü olduğunu kabul etmek ve bu doğrultuda erkeklerin kadınlar üzerinde kurduğu tahakkümü ve kadına yönelik ayrımcılığı ortadan kaldırmayı doğrudan hedef almak, İstanbul Sözleşmesi’nin ortaya koyduğu en önemli tavırlardan.

Bunun yanı sıra Sözleşme, geleneksel düşünce tarzını yalnızca kültürel ve sosyal alanlarda aşmıyor. Tam aksine İstanbul Sözleşmesi, mevcut siyasetin dayandığı temel kalıplara sığmayan bir niteliğe sahip. Örneğin, Sözleşmenin hakim ulus-devlet mantığına göre dizayn edilen vatandaşlık anlayışının dışına çıktığını söylemek mümkün. Bu doğrultuda Sözleşme, yalnızca imzacı devletlerin vatandaşları için geçerli değil. Taraf devletlerin topraklarında işlenen ve sözleşme kapsamında tanımlanan her şiddet vakası için söz konusu devlet, vatandaşlık koşulu aramaksızın İstanbul Sözleşmesi’nin gereklerini yerine getirmekle yükümlü.

Bununla beraber, Sözleşmenin ayrımcılığı doğrudan yasakladığını iddia etmek de mümkün. Hem toplumsal cinsiyet eşitliği esasına dayanması hem de şiddete maruz kalan herkesi kapsayabilecek şekilde kurgulanması bunun en bariz göstergesi. Bu bağlamda göçmen kadınlara ilişkin ek maddeler bulunması, ev içi şiddet söz konusu olduğunda yalnızca evli çiftleri değil ama partnerleri de kapsaması ve bunlara ek; ırk, renk, dil, mülkiyet, cinsel yönelim ve cinsel kimlik gibi statüler temelinde herhangi bir ayrıma olanak vermemesi bugünün gündeminde oldukça önemli bir yeri olan “herkes için sosyal adalet” söylemine de uygun düşüyor.

İstanbul Sözleşmesi Kimleri, Neden Rahatsız Ediyor?

Peki, farklı politik görüşlerdeki kadınları bir araya getirebilen ve kadına yönelik şiddetle mücadelenin temel metni[1] olarak nitelendirilen İstanbul Sözleşmesi’ne neden karşı çıkılıyor? Aslına bakılırsa cevap oldukça basit: İstanbul Sözleşmesi ile birlikte kadınlar ve ev içi şiddet mağdurları, şiddeti doğuran ve şiddetten beslenen bu düzende borusu ötenlere itiraz ediyor da ondan! Sözleşmenin giriş bölümünde yer alan kabuller, mevcut erkek egemen sistemin ürettiği eşitsizliklerin inkarını olanaksız kıldığından; bu eşitsizliklerle palazlanan kimselerin bir miktar huzuru kaçtı. Bir başka deyişle; mevcut ataerkil değerler ve düşünce sisteminin dayandığı ve dayattığı ayrımcılığa ket vuran ve eşitsizliği ortadan kaldırmayı doğrudan hedefleyecek cürette bulunan İstanbul Sözleşmesi, bu sistemin ekmeğini yiyenleri elbette rahatsız edecekti ve etti.

Öte yandan dilin işlevinin ne denli güçlü olduğu, Sözleşme sayesinde bir kez daha anlaşılıyor. Yapılan “toplumsal cinsiyet eşitsizliği” tanımı dahi mevcut oyunu alaşağı ettiğinden, “eşitlik değil adalet” ya da “kadın değil insan” söylemleri üretiliyor. Aslına bakarsanız bu söylemlerle birlikte, karşı çıkılan şiddetin toplumsal kaynağı ört bas edilmeye ve böylelikle kadına yönelik şiddet sıradanlaştırılıp normalleştirilmeye çalışılıyor.

Tüm bunların karşısında “neden kadın cinayeti diyorsunuz, onlarca erkek de öldürülüyor?” diye soranlara; kadınlarla birlikte Sözleşmenin de verdiği yanıt, “kadının kadın olduğu için öldürüldüğü” gerçeği. Sözleşmede de yer aldığı üzere, öldürülen erkeklerden farklı olarak öldürülen kadınlar; namus, şeref, ahlak ve benzeri kültürel, sosyal, geleneksel ya da dini gerekçelere dayandırılarak öldürülüyor. Yani kadınlar, erkek düzende kadın olarak var olmaya çalıştıkları için öldürülüyor. İstanbul Sözleşmesi, işte tam da bu sebepten az önce sözünü ettiğim sözde namus söylemlerinin kadına yönelik şiddet için mazeret olarak kabul edilemeyeceğini hükmediyor. Sözleşmede açıkça belirtildiği haliyle; mağdurun kültürel, sosyal, dini ya da geleneksel olarak kabul gören davranış normlarını ihlal etmesi, şiddete gerekçe olarak gösterilemez.

Burada, değerli hocam, anayasa hukukçusu, Murat Sevinç’in derslerinde üzerinde durduğu bir hususu anmadan edemeyeceğim. Murat Hoca, anayasanın ve genel olarak hukukun din, gelenek, görenek gibi değerleri değil, insanları koruduğunu özellikle vurgulardı. İstanbul Sözleşmesi de hukukun bu temel ilkesine layıkıyla uyacak bir şekilde, erkek şiddetinin; kültürel, sosyal ya da dini gerekçelerle hukuk önünde aklanamayacağını belirtiyor. Bu nedenle çok değerli!

Öte yandan, özellikle muhafazakar kesimden gelen “yıkım metni” nitelemelerine en iyi yanıt, yine aynı kesimde Sözleşmeyi savunanlar tarafından veriliyor. Örneğin bu konuya ilişkin birçok açıklaması bulunan Nihal Bengisu Karaca, Sözleşmenin aile kurumunun varlığına bir tehdit olarak görülmesini; ailenin, kadınının sömürüsü ve ezilmesi üzerinden tahayyül edilmesine bağlıyor ve bu köhnemiş algının miadını doldurduğunu söylüyor.

İşte tam da böyle anlarda, kadın mücadelesinin Türkiye siyaseti için ne denli önemli ve değerli olduğuna tanık oluyoruz. Hangi politik çevreden olursa olsun, İstanbul Sözleşmesi için bir araya gelen kadınları birleştiren çok önemli bir şey var: Toplumun ürettiği basmakalıp tanımları ve rolleri reddetmeleri! Bununla birlikte kadınlar, aslında mevcut siyaset tarzını da reddediyorlar.

Eşitliği, paydaşlığı, iş bölümünü ve dayanışmayı merkezine alan bu anlayış; Türkiye’de sömürü düzenine muhalif birçok kesimin izlemesi gereken çok temel bir yol haritası çıkarıyor. Bireyin kendi olarak var olabilmesi prensibini, toplumsal ve kişisel her ilişkinin temeline saygı çerçevesinde koyabilmek; mücadele alanını genişletebiliyor. Kadın mücadelesinde mevcut düzene karşı ilkeli bir başkaldırış var. İlkeli diyorum, “anayasaya aykırı ama evet”lerle yürütülen muhalefetten ayırmak adına.

Sözün özü mağdurların siyasetinin yeniden kurgulanması, toplumsal dönüşümün anahtarı olabilir.  Bu söz ile çokça dalga geçiliyor ancak söylemeden edemeyeceğim: Mevzu bahis, kartların yeniden dağıtılıyor olması!

Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, her 8 Mart’ta onlarca kadının birlikte omuz omuza yürüyebilmesi daha iyi anlaşılıyor. Tabii bunca farklılığa rağmen bir birliktelik kurulabilmesi birilerini rahatsız etmiş olacak; bu düzende bir koltuğa ilişmişler, bu birlikteliği bozmak adına elinden geleni yapıyor. İstiklal Caddesi’nde kadınlara uygulanan ölçüsüz müdahalede kadınların geçit vermeyişi ise okullarda ders olarak okutulası! Çünkü erkek egemen düzene başkaldıran kadınları, yine düzene has şiddet yöntemleriyle susturmaya çalışanların hafife aldıkları bir şey var: Böylesi bir sömürü düzeninde erkek şiddetine maruz kalmanın ağırlığı! İşte İstanbul Sözleşmesi; bu şiddete maruz bırakılan insanları yeniden güçlü bir şekilde oyuna dahil ettiği için, ayrımcılığı doğrudan hedef aldığı için ve en önemlisi kadınların göğüslediği devrim nitelediğinde kazanımları kucakladığı için birilerini rahatsız ediyor. 

Son olarak belki İstanbul Sözleşmesi’ne ilişkin değil ama kadın mücadelesinin yalnızca bir kimlik hareketi olarak atfedilmesine ve bu nedenle sınıf mücadelesine zarar verdiğinin öne sürülmesine de bir çift sözüm var. Söz konusu ataerkil düzen, sömürüyü daha aile içinde doğallaştırmaya başladığından[2]; sömürüye karşı mücadelede feminist düşünceden bağımsız bir sınıf hareketinin başarılı olması mümkün değil. Bu iddialarla kadın mücadelesini sabote etmeye çalışırken aslında sınıf mücadelesini baltalayanlara ise kadınların tek sözü yetiyor: “Patronsuz Pezevenksiz Bir Dünya Mümkün!”


[1] Hürrem Sönmez, İstanbul Sözleşmesi kimleri rahatsız etti?, Agos: http://www.agos.com.tr/tr/yazi/22753/istanbul-sozlesmesi-kimleri-rahatsiz-etti

[2] Patricia Hill Collins’in It’s All in the Family: Intersections of Gender, Race, and Nation çalışmasından esinlenerek.


İrem Doğanışık

1996’da Bursa’da doğdu. Bursa Anadolu Lisesi’nin ardından Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. Türkiye’nin ilk doğruluk kontrolü projesi Doğruluk Payı’nda bir yıl kadar fact-checker olarak çalıştı.

Galatasaray Üniversitesi Stratejik İletişim Yönetimi programında yüksek lisans yapmaktadır. İlgilendiği konular arasında toplumsal cinsiyet çalışmaları, medya-siyaset ilişkisi, post-truth ve kent hakkı bulunmaktadır.

(Visited 738 times, 1 visits today)
Close