Written by 02:31 Çeviri • One Comment

Alain Badiou: Salgın Durumu Üzerine

“Yalnızca bilimin teyit edilebilir doğruları ile en korunmasız sınıfların örgütlenmesini de kapsayan yeni bir siyasetin sağlam perspektifine itimadımız var.”

Nihan Çakır ve Ertuğrul Atlı çağımızın önde gelen düşünürlerinden Alain Badiou’nun Quartier Général’de yayımlanan “Sur la situation épidémique” başlıklı makalesini Fransızca aslından Türkçeleştirdiler.

Viral pandeminin şekillendirdiği güncel durumun, öyle istisnai bir özelliği olmadığını düşündüm.  Şunu biliyoruz ki küresel piyasa, tıbbın geri kaldığı geniş alanların varlığı ve aşılama konusunda küresel disiplinin yetersizliğiyle kaçınılmaz olarak ciddi ve korkunç salgınlar üretiyor: yine viral olan AIDS pandemisinden başlayarak kuş gribi, Ebola virüsü, Sars virüsü; hatta kızamığın geri dönüşünden antibiyotiklerin artık tedavi etmediği tüberküloza, bahis konusu bile olmayan çok sayıda grip (AIDS örneğinde milyonlarca ölüm). Mevcut pandemi büyük oranda, bu kez rahatı epey yerinde olan dünyayı – kendi başına yenilikçi bir anlamı olmamakla birlikte, daha ziyade sosyal ağlarda şüpheli ağıtlar yakıp aykırı bir şekilde zırvalayan – Batı’yı vurdu. Bununla birlikte, virüsün yeni hedefler bulamayarak yok olmasını sağlayacak zamanın ve etkili koruyucu önlemlerin ötesinde böyle eteklerimizin tutuşmasının bir lüzumu yok.

Mevcut salgının asıl adında ısrar etmek, “göklerin altında yeni hiçbir şeyin olmadığını[1]” gösterecektir. Bu asıl ad, Sars 2 (Severe Acute Respiratory Syndrom 2[2]), 2003 yılında dünyayı saran Sars 1 salgınının ardından “ikinci” olma özelliğini kayda geçiyor. Bu hastalık o dönemde “21. Yüzyılın tanınmayan ilk hastalığı” olarak tanımlanmıştı. Öyleyse mevcut salgının, kesinlikle hiç duyulmamış, yepyeni bir şeyin tezahürü olmadığı açık. Türünün bu yüzyıldaki ikincisi ve akrabaları içerisinde konumlandırılabiliyor. Bu noktada, bugün yetkililere yöneltilebilecek tek ciddi eleştiri, tıp dünyasının Sars 1’den sonra, Sars 2’ye karşı gerçek mücadele araçlarını araştırmasını ileri görüşlülükle desteklememiş olmalarıdır. Kaldı ki, mevcut durumda çok hassas olan bir konuda, bilim konusunda devletin zafiyetini dile getirmek de büyük bir eleştiridir. Ancak tüm bunlar artık geride kaldı.

Çok sayıda insan trajediyle mücadele etmeyi eğlenmekten daha az düşünüyor.

Bu sırada ben de herkes gibi evimde kendimi tecrit etmeyi denemekten ve insanları aynısını yapmaları için tembihlemekten başka yapacak bir şey görmüyordum. Bu noktada sıkı bir disipline uymak da en korunmasız olanlar için bir destek ve temel bir koruma olduğu için bir o kadar gerekli: elbette doğrudan sınır hattında olan tüm sağlıkçılar için -ki bu katı disipline güvenebilmeliler-,  enfekte olan insanlar için, öte yandan en zayıf olanlar ve bunların arasında huzurevindekiler başta olmak üzere yaşlı insanlar için, işe giden, enfeksiyon kapma riski altında koşuşturan herkes için…

“Evinizde kalın” talimatına uyabilenlerin bu disiplini, evde çok az kalabilen ya da hiç kalamayanların sağlam bir barınak bulabilmeleri için araçlar bulmalı ve sunmalıdır. Burada bazı otellerin tamamen tahsisini ve örneğin Nice’te daha önce yapıldığı gibi yemek dağıtımı için gönüllü tugayların kurulmasını düşünebiliriz.

Bu zorunluluklar, evet, giderek daha da dayatmacı bir hal alıyor, ama en azından ilk kez deneniyor değil, yeni bir düşüncenin kurulmasını ya da büyük bir analiz çabasını ifade etmiyor. Bu dayatmalar, “toplumsal yardım” olarak adlandırılanın gerektirdiği nizamdan geliyor.

Fakat, içerisinde bulunduğumuz duruma kabaca uyumsuzluk sergileyerek beni üzüntüyle belirsizliğe sürükleyen çok şey okuyorum ve çevremden de çok şey duyuyorum. Elisabeth Roudinesco’nun bana işaret ettiği gibi, çok sayıda insan trajediyle mücadele etmeyi eğlenmekten daha az düşünüyor.

Salgın sınavı, Orta Çağ’da veba ülkeleri silip süpürürken hüküm süren ve insanlara keder veren şeylerle – mistisizm, butlan, dua, ermişlik, lanet –  aklın içsel eylemini ayrıştırdı.

Bu tavizsiz açıklamalar, hazin çağrılar, anlayışlı suçlamalar farklı türlerde ancak hepsinin gizli bir haz ifade eden ortak bir yönü var: su götürmez sadeliğin hor görülmesi ve güncel salgın durumunun yenilikten mahrum olduğu gerçeği. Kimileri, fenomenin doğası gereği yapması gerekenin dışında bir şey yapmayan o iktidarlara göre işe yaramaz tebaadan. Kimileri gezegenle ve bizi hiç de ilerletmeyen mistisizmiyle meşgul. Kimileri her şeyi, savaş veya salgın karşısında devlet başkanlığı görevini ifa etmekten başka bir şey yapmayan zavallı Macron’un sırtına yüklüyor – üstelik o herhangi bir diğerinden çok da fena olmadığı halde. Kimileri, virüsün yok edilmesinin hangi ilişkilere yarayacağını görmeksizin, duyulmadık bir devrimin başlangıcını haykırıyorlar, en kötüsü ise bu “devrimcilerimizin” yeni araçlardan yoksun olmaları. Kimileri dünyanın sonunun karamsarlığına batmış halde. Kimileri, çağdaş ideolojinin altın kuralı “önce ben” noktasında kendini kaybetmiş halde; ne menfaat ne yardım gördükleri bu vaziyette bu kuralın şeytanın adı konmamış suç ortağı olarak belirmesi de mümkün.

Salgın sınavı, Orta Çağ’da veba ülkeleri silip süpürürken hüküm süren ve insanlara keder veren şeylerle – mistisizm, butlan, dua, ermişlik, lanet –  aklın içsel eylemini ayrıştırdı. Bu anda bazı basit fikirleri toparlamak gerektiğini hissediyorum. Kartezyene ne dersiniz.

Sorunu tanımlamakla başlamamıza müsaade edin, aksi halde kötü tanımlama kötü muamele getirir.

Salgın karmaşıktır; çünkü her zaman doğal belirlenimlerle toplumsal belirlenimlerin kesişim noktasındadır. Kapsamlı analizi çaprazdır: iki belirlenimin kesişim noktalarını anlamak ve bundan sonuçlar çıkarmak gerekir.

Örneğin, mevcut salgının başlangıç noktası muhtemelen Wuhan eyaletindeki pazarlarda. Çin pazarları günümüzde hala sergilenen ürünleriyle meşhur; özellikle de açık havada yığılmış her çeşit canlı hayvan satış zevkleriyle… Bugüne dek en güvenilir hipotez, virüsün yarasalardan miras alınmış bir hayvan formunda, kalabalık ve temel hijyenden yoksun bir ortamda bulunduğu.

Çinlilerin yarı canlı yarasaları yediğine dayanan ve sahte görüntülerle desteklenen tipik ırkçı masalları sosyal ağlarda ilan edenleri damgalamak gerekiyor.

Virüsün bir türden diğerine doğal yolla ötelenmesi ve ardından insan türüne geçmesi… Tam olarak nasıl mümkün? Henüz bilmiyoruz ve yalnızca bilimsel prosedürler açıklayacak.

Çinlilerin yarı canlı yarasaları yediğine dayanan sahte görüntülerle desteklenen tipik ırkçı masalları sosyal ağlarda ilan edenleri damgalamak gerekiyor.

Hayvan türleri arasından insana varan bu yerel geçiş tüm meselenin kaynağı Bundan sonra çağdaş dünyanın yalnızca temel bir gerçeği işler: Çin devlet kapitalizminin emperyal bir düzeye ulaşması, yani dünya pazarında yoğun ve evrensel bir mevcudiyet. Çin hükümeti [salgının] kaynak noktasını -aslında bütün şehir 40 milyon- tamamen kapattı ki bu da başarıyla sonuçlandı; ancak bu salgının sayısız dağıtım ağı üzerinden – uçaklarla, gemilerle – yola çıkışını yani küresel boyuta geçişini engellemek için çok geçti.

Bir salgının çifte eklemlenmesi olarak ifade ettiğim açıklayıcı bir detay: Sars 2 bugün Wuhan’da durduruldu ancak Şangay’da çok fazla vaka var ve bunların büyük bir çoğunluğu genelde Çinli olup yurtdışından gelen insanlar. Çin, bu bakımdan düğümlenmenin gözlemlendiği bir yer; ilki arkaik sonraki modern iki sebepten ötürü: Enfeksiyonun başlangıç noktası olan dağınık, eski usül pazarlardaki doğa-toplum çarpışması ile bu başlangıç noktasından kapitalist dünya pazarına ve onun neredeyse aralıksız hızlı hareketleriyle taşınan küresel yayılma arasında.

Bundan sonra devletlerin yerel olarak bu yayılmayı çevrelemeye çalıştığı aşamaya geliyoruz.  Bu arada salgın enlemesine yayılmasına rağmen bu kararlılığın temelde yerel kaldığına dikkat etmemiz gerekir. Bazı ulus-ötesi otoritelerin varlığına rağmen, gedikte olanların yerel burjuva ulus devletler olduğu açıktır.

Eski ve yeni emperyalizmlerin rekabeti,  bütün süreçleri içeren bir kapitalist dünya devletini engelliyor.

Burada çağdaş dünyanın büyük çelişkisine, küresel pazardan doğan seri üretim süreci de dahil olmak üzere ekonomiye dokunuyoruz. Bir cep telefonunun basit şekilde üretiminin -madencilikten başlayarak- iş ve kaynakları en az yedi farklı ülkede mobilize ettiğini biliyoruz. Fakat öte yandan, siyasi güçler esasen ulusal kalmaya devam ediyor. Eski (Avrupa ve ABD) ve yeni (Çin, Japonya …) emperyalizmlerin rekabeti,  bütün süreçleri içeren bir kapitalist dünya devletini engelliyor. Salgın durumu, aynı zamanda ekonomi ve politika arasındaki bu çelişkinin açık olduğu bir dönemdir. Avrupa ülkeleri bile virüse karşı politikalarını zamanında ayarlayamıyor.

Kendileri de bu çelişki içinde kapana kısılmış olan ulus devletler, -riskin doğası onları iktidarın stilini ve eylemlerini değiştirmeye zorlasa da- sermaye mekanizmalarına mümkün olduğunca saygı duyarak salgınla baş etmeye çalışıyorlar.

Salgın kriziyle birlikte kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve bellek yitimi meselesinin -ki bu aynı zamanda özel mülkiyet, yani komünizm meselesidir- zihinlerde yeniden tezahürü de oldukça mümkün.

Ülkeler arasında bir savaş durumunda, devletin sadece kitlelere değil, burjuvalara da, yerel kapitalizmi kurtarmak için önemli kısıtlamalar dayatması gerektiğini uzun zamandır biliyoruz. Sanayii kontrolsüz bir silah üretimi için neredeyse tamamen kamulaştırılır, ancak o dönemde paraya dönüştürülebilecek bir değer üretemez. Birçok burjuva memur olarak mobilize edilir ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya bırakılır. Bilim adamları gece gündüz yeni silah üretme yolları ararlar. Birçok entelektüel ve sanatçının ulusal propagandayı beslemesi gerekir.

Bir salgına karşı bu tür devletçi bir refleks kaçınılmaz. Bu nedenle söylenenlerin aksine, Macron veya Philippe’in, işsizlerin ve dükkanlarını kapatmak durumunda kalan serbest çalışanların desteklenmesi için milyarlar harcama taahhüdü, devletin bir anda yeniden “refah” devletine dönmesi açıklamaları, hatta “kamulaştırmaların” duyurulması, hiçbir şekilde şaşırtıcı veya paradoksal değil. Ve sonuç olarak Macron’un “savaştayız” metaforu da doğru: savaş ya da salgın; devlet stratejik bir felaketten kaçınmak için -bazen sınıfsal doğasının normalinin ötesine geçerek- hem daha otoriter hem de daha küresel pratikler uygulamaya mecburdur. Milliyetçiliğin intikamcı aşırı sağa koltuk değneği olduğu göz önünde bulundurulduğunda, solmuş “ulus” kavramını bugün tehlikeli olan karikatürize bir gauillisme olarak kullanır.

Yerleşik sosyal düzende kalarak mümkün olduğunca salgını çevrelemeyi -Macron’un metaforunu kullanırsak savaşı kazanmayı- amaçlayan tüm bu retorikler, mevcut durumun oldukça mantıklı bir  sonucudur. Bu hiçbir şekilde bir komedi değil, doğa (dolayısıyla bilim adamlarının bu durumda rolü öne çıkmakta) ve sosyal düzenin (otoriter müdahale ki devlet haricinde olamaz)  kesiştiği ölümcül bir sürecin yayılmasıyla dayatılan bir zorunluluktur.

Bugün yaşananlarla, komünist rejimlerin her yerde düşüşünün keyfini çıkaran ve kendisini toplumsal sınıfların mümkün olan tek tarihsel biçimi olarak sunan çağdaş kapitalizmin ciddi şekilde tehlikeye düşeceğini hayal etmek tutarsız ve tehlikeli bir rüyadır.

Bu uğraşta büyük kusurların ortaya çıkması kaçınılmaz. Koruyucu maske kıtlığı ya da hastanelerdeki karantinanın boyutları konusundaki hazırlıksızlık gibi… Fakat kim gerçekten bu tür şeyleri öngörmüş olmakla övünebilir ki? Bazılarına göre devlet güncel durumu öngörmemişti, elbette bu doğru. Hatta devletin on yıllardır, ulusal sağlık sistemini -ve aslında genel çıkara hizmet eden tüm kamusal sektörleri- zayıflatmak suretiyle, yıkıcı bir salgın gibi bir şey ülkemize etki edemezmiş gibi davrandığını söyleyebiliriz. Üstelik genel yanılgının aksine yalnızca Macron’la değil, bütün selefleriyle, en az otuz yıldır böyle. Salgın kriziyle birlikte kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve bellek yitimi meselesinin -ki bu aynı zamanda özel mülkiyet, yani komünizm meselesidir- zihinlerde yeniden tezahürü de oldukça mümkün.

Yalnız bu arada, böyle bir pandeminin Fransa’daki ilerleyişini, birkaç münzevi bilgin dışında hiç kimsenin öngöremeyeceğini, hayal bile edemeyeceğini söylemek haksız olmayacaktır. Birçokları böylesi bir tarihin demokratik Avrupa’ya değil, totaliter Çin’e ya da karanlıktaki Afrika’ya yakışacağını düşünüyordu.

Bu noktaya bir dipnot düşmeye ve daima önemsiz hedefleri için Macron’a sıkıntı çıkarmaya hakkı olanlar,  kesinlikle solcular, sarı yelekliler ya da sendikacılar değil. Zaten onların böyle bir amacı da yok. Tam aksine: Çin’de salgın sürerken, çok yakın zamana kadar kontrolsüz buluşmalarını, şiddetli eylemlerini arttırdılar ve bunlar aslında onları, bugün iktidarın önlem almak konusundaki gecikmeleriyle ilgili homurdanmaktan alıkoymalı. Gerçekte Fransa’da hiçbir siyasi güç, Macronyen devlet otoriter bir kapanmayı yürürlüğe koyana kadar bu önlemleri almadı.

Siyaseten makbul adaylar, eski ve iğrenç milliyetçiliğin en küflü biçiminin savunucuları olarak kuliste hazır bekliyorlar.

Devlet cephesinde ise burjuva devlet, açıkça ve alenen, genel çıkarları sadece burjuvaziye ait olan çıkarların önünde tutmalı ve bunu, stratejik olarak gelecekte de  devletin temsil ettiği genel sınıfsal çıkarların önceliğini koruyarak yapmalı. Ya da başka bir deyişle, konjonktür devlete, durumun yalnızca sınıfsal çıkarların birleştirilmesiyle yönetilebileceğini dayatıyor. Bu sınıfsal çıkarlar savaş zamanında yabancı işgalcilerin, mevcut durumda da Sars 2 virüsünün teşkil ettiği düşmanın varlığı nedeniyle daha genel çıkarları temsil etmeli.

Bu tür bir durum (dünya savaşı veya dünya salgını) siyaseten bilhassa “tarafsız”dır. Geçmişin savaşları yalnızca iki durumda devrimi tetiklemiştir -emperyal güçlerin kimler olduğunu düşündüğümüzde tuhaf bir şekilde- Rusya ve Çin. Rus örneğinde, devrim gerçekleşti çünkü çarlık rejimi uzun süredir, bu dev ülkede gerçek kapitalizmin doğuşuna ayak uydurma kabiliyeti de dahil olmak üzere, her yönden geri kalmıştı. Öte yandan bolşeviklerle, sıradışı liderler tarafından güçlü bir şekilde yapılandırılmış öncü ve modern bir siyaset mevcuttu. Çin örneğinde devrimci iç savaş, dünya savaşından önce gelmişti ve Çin Komünist Partisi, Japon işgali (1937) sırasında, kendini kanıtlamış bir halk ordusunun başındaydı. Öte yandan Batı güçlerinin hiçbirinde savaş başarılı bir devrim yaratmadı. Mağlup ülke Almanya’da bile 1918’deki Spartakist ayaklanma çok hızlı bir şekilde bastırıldı. Bugün yaşananlarla -komünist rejimlerin her yerde düşüşünün keyfini çıkaran ve dolayısıyla da kendisini günümüzde toplumsal sınıfların mümkün olan tek tarihsel biçimi olarak sunabilen- çağdaş kapitalizmin ciddi şekilde tehlikeye düşeceğini hayal etmek tutarsız ve tehlikeli bir rüyadır.

Tüm bunlardan alınan ders açık: devam etmekte olan salgının, öyle ya da böyle, Fransa gibi bir ülkede önemli bir siyasi sonucu olmayacak. Ucube homurdanmaların ve yaygın, tutarsız sloganların yükselişi göz önüne alındığında, burjuvazimiz Macron’dan kurtulma zamanı geldiğini düşünüyorsa bile, bu kesinlikle önemli bir değişimi temsil etmiyor. Siyaseten makbul adaylar, eski ve iğrenç milliyetçiliğin en küflü biçiminin savunucuları olarak zaten kuliste hazır bekliyorlar.

Salgın gibi fenomenlerin kendiliğinden yeni bir siyasi açılım yaptıkları fikrinin de sıkı bir şekilde eleştirilmesi gerekecek.

Bu ülkedeki siyasi göstergelerde gerçek bir değişimi arzulayan bizlere gelince; bu salgın molasından ve oldukça gerekli olan izolasyondan yararlanmalıyız. Yeni siyasi figürler, yeni siyasi alanlar ve keşfedildiği andan beri parlak, kuvvetli ve karmaşık olan, ancak devlet deneyimi en nihayetinde hüsranla sonuçlanan komünizmin, üçüncü aşamasının ulusötesi ilerlemesi üzerine çalışmalı, yazarak ve haberleşerek zihinsel anlamda yararlanmalıyız.

Ayrıca salgın gibi fenomenlerin kendiliğinden yeni bir siyasi açılım yaptıkları fikrinin de sıkı bir şekilde eleştirilmesi gerekecek. Salgın hakkındaki bilimsel verilerin genel olarak yayımlanmasına ek olarak, hastaneler ve halk sağlığı, okullar ve eşitlikçi eğitim, yaşlıların bakımı ve benzeri konular hakkında yeni beyanlar ve inançlar dışında bir siyasi gücümüz olmayacak. Bunlar yalnızca, mevcut durumda aydınlığa kavuşan burjuva devletinin tehlikeli zafiyetinin bilançosu olarak ilan edilebilecek olanlar.

Yalnızca bilimin teyit edilebilir doğruları ile en korunmasız sınıfların örgütlenmesini de kapsayan yeni bir siyasetin sağlam perspektifine itimadımız var.

Bu arada, cesurca ve alenen ilan etmeliyiz ki bu “sözde sosyal ağlar”, her şeyden önce ahmak zihinsel felçlilerin, kontrolsüz söylentilerin ve eğer faşizan gericiliğin değilse eski kafalı “yeniliklerin” yayılma alanı olduğunu bir kez daha gösterdi. Bu alanların günümüzün en büyük milyarderlerini beslediği gerçeği de cabası.

Yalnızca bilimin teyit edilebilir doğruları ile stratejik hedefi doğrultusunda yerel deneyimlere dayanan ve en korunmasız sınıfların, özellikle de göçebe proleterlerin örgütlenmesini de kapsayan yeni bir siyasetin sağlam perspektifine itimadımız var.

Alain Badiou


Not: Büyük alıntılar çevirmenlere, metin içi vurgular yazara aittir. (ç.n.)

[1] İncil’e bir atıf: Il n’y a rien de nouveau sous le ciel. (ç.n.)

[2] Şiddetli akut solunum yolu sendromu (ç.n.)


Ertuğrul Atlı

1995 yılında Bursa’da doğdu. Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden 2019 yılında mezun oldu.

Çocuk (H)aklı Projesi’nin koordinatörlüğünü yürütmekte ve televizyonculuk sektöründe çalışmaktadır. Bir gönüllülük projesi için iki ay bulunduğu Mısır başta olmak üzere Ortadoğu’ya ve Çin siyasetine ilgi duymaktadır. İstanbul’da muhtelif kuruluşlarda staj ve sivil toplum deneyiminin ardından bir süredir Ankara’da yaşamaktadır.

(Visited 2.832 times, 1 visits today)
Close