Written by 07:00 Makaleler

Tahakküme Bakış: Post-Kolonyalizm ve Neo-Kolonyalizm Üzerine

Doğukan Taşkıran yazdı.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Üçüncü Dünya’nın sömürgecilik karşıtı ulusal kurtuluş hareketleri ortaya çıkmakta ve Soğuk Savaş’ın iki kutuplu bağlamına alternatif çatışma odakları belirmekteydi. Bu arayış, uluslararası siyasi ifadesini Bağlantısızlar Hareketi’yle buldu. Bağlantısızlar Hareketi’nin ortaya çıkışı ve 1968 hareketleriyle birlikte dünyadaki ilgi de farklı alanlara kaymaktaydı. Wallerstein’ın deyimiyle “sistem karşıtı hareketlerin” 1968’de yeni siyasal akımları doğmuş, dünyadaki sosyal bilim paradigmalarında ve halk hareketlerinde farklı yaklaşımlar gündeme oturmuştur. Bir diğer önemli değişim ise sınıfsal hareketlere alternatif siyasal hareketlerin doğmasıdır. Özellikle milliyetçiliğin 1848-1871 yıllarındaki Uluslar Baharı’nın ve dünya savaşlarının ardından sol eğilimli şekilde belirmesi, ulusal kurtuluş hareketleriyle dolayımlanarak yeniden doğmasına neden olmuştur.

1970’lerden sonra hız kazanan hareketlerle birlikte 1980’lere gelindiğinde dünyanın büyük kısmının sömürgelerden arındırılmış olması, sömürge sonrası bir dünya algısının şekillenmesine de neden olmuştur. Bu durum, ulusal tahakküm ilişkilerinin tam olarak bittiği anlamına gelmese de sömürgeciliğin en azından gündemden düşmesine, yerini ise post-kolonyalizm merkezli bir literatürün gelişmesine bırakmıştır.

Post-kolonyalizmin temel teori haline gelmesi, sömürge sonrasının dünyasını anlatmaya aday bir başka teori olan neo-kolonyalizmin gölgede kalmasına yol açmıştır. Oysa tahakküm ilişkilerinin eskinin mirası olmadığı ve şimdinin ilişkileri tarafından yeniden üretildiği iddiası, neo-kolonyalizmin irdelenmesini gerektirmektedir. Bu bağlamda bu makalede tahakküm ilişkilerinin yeniden üretimi sorunsallaştırılacaktır.

Jose Clemente Orozco, The Epic Of American Civilization

Post-Kolonyalizm

Post-kolonyalizm teorisi, adından da anlaşılacağı üzere, sömürge sonrasının dünyasını incelemektedir. Buna göre sömürgeciliğin sona ermesi ve dünyada yeni bağımsız devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte artık sömürgeciliğe dair tartışmaların odak noktası eski sömürgeci düzenin yarattığı ilişkilerden çok, sömürge sonrası dünyasının ilişkileridir. Sömürgeciliğin bitmesine rağmen yarattığı bilincin hala insanların zihninde yaşaması, insanların temsilinin eski sömürgecileri tarafından inşasında devam etmesini getirmiştir. Bunun yanında öznelerin başkaları tarafından tanımlanması, temsillerinin kendilerine ait olmayan metinler yoluyla inşa edilmesi, post-kolonyal literatürde Spivak’ın deyimiyle madunluk ilişkisinin, sömürgeden miras kalan birtakım toplumsal ve kültürel ilişkilerin sürdürülmesi olarak görülmüştür.

Edward Said’in Şarkiyatçılık eserinde, bilginin kendi haznesinin de ötesine, “yabancının diyarına vararak” bu alanda kendisine ait nesneyi işlemesi, onu kendisinin bir parçası haline getirmesi elbette nesne olarak kabul edilen tarafın suspus olmasını getirir.[1] Böyle bir egemenlik ilişkisi içerisinde tabi olan taraf, yani nesne, bilginin iktidarı tarafından tanımlanması karşısında son derece savunmasız bir konumdadır. Nesnenin tabi olduğu bilginin iktidarı tarafından temsil edilme şekli, aynı zamanda onun gerçekliğinin nasıl yaratıldığına ilişkin bir durumdur. Diğer bir deyişle nesneleştirilmiş insanın bir bilgi iktidarına tabi olması, kendi varlığının kendi elleriyle değil, tabi olduğu iktidarın eliyle belirlenimini sağlar. Buna bağlı olarak Şark’ın Batı tarafından temsili, böyle bir metin ilişkisi içerisinde var olmakta ve tüm Şark belirlenimleri Batı’nın bilgisinden geçmektedir.

Spivak, Batı’da üretilen bilginin; hukukun, siyasal iktisadın ve ideolojinin gücü sayesinde kendini ifade etme hakkına sahip olmayanların, yani dışlanan ötekilerin seslerini susturduğunu belirtir.

Post-kolonyalizm çalışmalarında bir başka önemli isim olarak Gayatri Chakravorty Spivak ise alanda madunluk çalışmalarıyla ismini duyurmuştur. Spivak’a göre bilgi, adeta Üçüncü Dünya’dan Batı’ya ihraç edilen bir meta gibidir ve asla masum değildir.[2] Said’in bilgi konusundaki tespitini andırır biçimde Spivak, Batı’da üretilen bilginin; hukukun, siyasal iktisadın ve ideolojinin gücü sayesinde kendini ifade etme hakkına sahip olmayanların, yani dışlanan ötekilerin seslerini susturduğunu belirtir. Elbette buradaki madunluk sadece Batı-Doğu ikilemi arasında değil, toplumun susturulan ve kılıf biçilen tüm kesimlerini içerecek biçimde düşünülmelidir.

Temel olarak görülebilir ki Spivak ve Said tarafından sorunsallaştırılan esas mesele, bilginin nesneleştirdiği öznelerin, bilginin iktidarı tarafından nasıl temsil edildiği ve bunun sonuçlarının ne şekilde anlaşılacağıdır. Sömürgecilik sonrası dünyasının hala aynı kaynaklardan (Batı) çıkan bilgi kalıplarıyla temsil edilmesi ve belli kalıplara sığdırılması, eski sömürgelerin kendi temsiliyetleri yolunda birer özne olmasını engelleyen bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır.

Spivak ve Said tarafından sorunsallaştırılan esas mesele, bilginin nesneleştirdiği öznelerin, bilginin iktidarı tarafından nasıl temsil edildiğidir.

Charles Edwin Fripp, The Battle Of Isandlwana: The Last Stand

Neo-Kolonyalizm

Post-kolonyalizm literatürünün, bilginin yarattığı güç ilişkilerini sömürge sonrasının dünyası üzerinden okuması bir yana, neo-kolonyalizm temelde daha maddi endişeler çerçevesinde ortaya çıkmış bir teoridir. Ancak neo-kolonyalizm literatürünün gerek tahakküm ilişkilerinin anlaşılmasında, gerekse bu ilişkinin yeniden üretilmesinde söyleyebileceği şeyler bulunmaktadır.

Neo-kolonyalizm teorisinin ana temsilcisi, sömürge sonrası Gana Cumhuriyeti’nin ilk başbakanı ve ardından başkanı olan Kwame Nkrumah’tır. Giriş kısmında da belirtildiği üzere, sömürge karşıtı hareketler sonucunda sol milliyetçi akımların Üçüncü Dünya’nın gündemine oturması, bu bölgede aynı zamanda sol içerikli tartışmaların da genişlemesini sağlamıştır.

Yüzyıllar boyunca sömürge devletlerin egemenliği altında yaşayan ülkelerin özgürleşmelerini, ülke halklarının sanayileşme yoluyla kalkınma talepleri izlemiştir. Ama tam da umutların yeşerdiği ve kurtuluş hareketlerinin bütün dünyayı sardığı bir dönemde, ulusal kalkınma programı izleyen ülkelerin ulusal sermayelerinin, dünya sermayesiyle yarışamayacak kadar geride kaldığı ve bunun kendilerini eşitsiz bir konuma ittiği görülecektir. Sermaye ihracı ve dış pazarların paylaşımı noktasında özgürlüğüne yeni kavuşan ülkelerin yatırım sorunlarıyla karşılaşmaları, uzun dönemde sermayenin kalkınmacı sanayileşme yerine aracılık görevi görmesine neden olmuştur.

Hammaddenin düşük fiyatlardan yurtdışına ihraç edilip karşılığında daha pahalı malların ithal edilmesi, dış sermaye yatırımının ülkenin kalkınmasından çok azgelişmişliğinin yeniden üretilmesine hizmet etmesi, merkez ülkelerin sermaye ihraçlarının sanayi sermayesiyle bütünleşmiş finans sermayesi çıkarlarına göre düzenlenerek bu bölgelerin sanayileşmesine balta vurması, Nkrumah’ın Neo-Colonialism: The Last Stage Of Imperialism adlı kitabında anlatılmaktadır.[3]

Neo-kolonyalizm literatüründe sömürgeciliğin temel anlamı dış ülkelerdeki ulusların ürettikleri artığın, metropol ülkeleri tarafından ya sermaye ihracı yoluyla ya da düşük fiyatlı ticari mübadelelerle kuzey ülkelerine aktarılması yönündedir.

Neo-kolonyalizm literatüründeki temel vurgu, sömürgeciliğin eskiden olduğu gibi doğrudan siyasal kontrol yerine artık dolaylı kontrollerle sağlanması üzerinedir. Bu manada sömürgeciliğin temel anlamı dış ülkelerdeki ulusların ürettikleri artığın, metropol ülkeleri tarafından ya sermaye ihracı yoluyla ya da düşük fiyatlı ticari mübadelelerle kuzey ülkelerine aktarılması yönündedir. Bu tarihte, özellikle merkantilizm ve emperyalizm dönemlerinde doğrudan siyasal kontrol ve işgallerle olabileceği gibi sömürge sonrasının dünyasında dolaylı kontrol araçlarıyla gerçekleşebilmektedir. Vurgu yapılması gereken kısım, sömürgeciliğin dış ülkelerdeki değer sömürüsünün öz bakımından değişmediği, ancak değişen şeyin biçimler olduğu yönündedir.

Bunlar ışığında şöyle bir sonuca varmak mümkündür: merkez-çevre diyalektiğinin hala var olduğu bir dünyada uluslar neoliberalizmin getirdiği eşitsizliklerle bir üretim ve emek hiyerarşisi içinde yer almaktadır. Bu hiyerarşinin devamlılığı ise metropol ülkelerdeki finans sermayesinin kontrolüne göre şekillenerek emeğin değersizleşmesi yönünde bir baskı yaratmaktadır. Uluslararası ilişkilerin hiyerarşik ve eşitsiz bağlamda şekillenmesi, tabi veya çevre ulusların üzerindeki tahakkümün yeniden üretilmesine hizmet etmektedir. Bu da sömürü ilişkisinin küreselleşmiş yapısı içinde, sömürge bilincinin de yeniden üretilmesine katkıda bulunmaktadır; zira sömürünün özü değişmemiştir.

Robert Hawker Dowling

[1] Edward W. Said, Şarkiyatçılık: Batı’da Şark Anlayışları, Berna Ülner (çev.), 8. Bs, (İstanbul: Metis Yayınları, Aralık 2014), s. 42

[2] Ambesange Praveen V., Postcolonialism: Edward Said & Gayatri Spivak, Research Journal of Recent Sciences Vol. 5 (8), 47-50, August (2016), s. 48

[3] Kwame Nkrumah, Neo-Colonialism: The Last Stage Of Imperialism, International Publishers, New York, 1966


Doğukan Taşkıran

1997’de İstanbul’da doğdu. 2020’de Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. Marmara Üniversitesi Uluslararası Politik Ekonomi yüksek lisans programında öğrenimine devam etmektedir.

Politik ekonomi, uluslararası ilişkiler teorisi, siyaset teorisi üzerine yazmakta olup Gergedan Dergi’de aynı alanda yazı üretmektedir.

(Visited 2.211 times, 1 visits today)
Close