Written by 10:28 Röportaj

Tolga Gürakar ile Merkez-Çevre Paradigması Üzerine

Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni Röportajları IX

Behlül Özkan ve Tolga Gürakar’ın derlediği “Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni” 2020 yılının sonunda raflarda yerini aldı. Tekin Yayınevi etiketiyle çıkan kitapta 10 sosyal bilimci ordu, sermaye ve ABD üçgeninde siyasal İslamcılığın gelişmini inceliyorlar. Dış politika analizinde egemen Soğuk Savaş anlatısına ve Türkiye’nin merkez-çevre eksenli sosyolojik tahliline eleştirel bir yaklaşım ortaya koyan bu çalışma, Türkiye’nin bugünkü siyasi rejimini anlamak için de yol gösterici nitelikte.

Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni‘nin yazarlarıyla gerçekleştirdiğimiz kısa röportajların dokuzuncusunda konuğumuz kitabı derleyen isimlerde Dr. Tolga Gürakar. Gürakar aynı zamanda “Merkez-Çevre Paradigması Türkiye’nin Siyasasını Açıklamanın Anahtarı Olabilir mi?” başlıklı makalenin yazarı.


Gergedan Dergi: Şerif Mardin’in Türkiye’ye uyarladığı merkez-çevre paradigmasını sosyolojide nerede konumlandırabiliriz? Türkiye’de özellikle kendisini sol-liberal olarak tanımlayan çevrelerin Türkiye okumalarında referans aldığı bu paradigmanın sol ya da Marksist bir ilhamı var mı?

Tolga Gürakar: Merkez-çevre yaklaşımı genel hatlarıyla 1950’lerden itibaren toplumsal ilişkilerin “yeniden üretimi” meselesine kafa yoran farklı disiplinlerdeki sosyal bilimciler tarafından ortaya atılmıştır. Dikotomiyi öne çıkaran Avrupalı yapısalcı Marksistler, Bağımlılık okulu mensupları ve Amerikan yapısal-işlevselcileri tarafından bir alt yazın olarak literatüre eklemlenmiştir. Burada elbette “merkez” ve “çevre” metaforları üzerinden yüklenen anlam ve kavram setinin aynı olmadığını söylememe gerek yok. Yani merkez-çevre yaklaşımın Şerif Mardin’in de ilham aldığı Edward Shills yorumu bambaşka, Marksistler ya da Bağımlılık Okulu tarafından ele alınışı bambaşka.  Neticede tüm bu kesimler sosyal gerçekliğe farklı noktalardan bakıyorlar. Hatta ve hatta okulların kendi mensupları arasında bile tam bir örtüşme yok.

Merkez-çevre yaklaşımının Marksist yorumuna baktığımızda burada Bağımlılık Okuluna değinmeden geçmek olmaz. Bu okulun temel sorunsalı azgelişmişlik, eşitsizlik ve yoksulluk. Yani konuyu makro, bütünsel ve ekonomi-politik bir çerçeveden yorumluyorlar. Kimler var burada? Samir Amin var, Andre Gunder Frank var, Immanuel Wallerstein var. Kısaca ne diyorlar? Yoksulluk ve gelişmemişliğin sebebi; merkez ekonomiler ile gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerin içinde bulunduğu çevre ekonomiler arasındaki iktisadi ve politik dışsallıklardır, diyorlar. Yani, bağımlı ülkelerin büyüme kapasitesinin bağımsız olamayacağına işaret ediyorlar. Güç ilişkilerini ve eşitsizliklerini, buradan da sömürü ilişkilerini çalışmalarının merkezine alıyorlar. Marksizmin günbegün marjinalleştiği, sınıfsal tahlil ve yaklaşımların gözden düştüğü bir dönemde yıldızı henüz parlamaya başlamış egemen paradigmalara karşı geliyorlar. Bence daha da önemlisi sömürülen çevrenin sözcülüğünü üstleniyorlar. Yani II. Dünya Savaşı sonrasında egemenlik kazanan eski sömürgeler ile Soğuk Savaşın en acımasız yaşandığı Latin Amerika ülkelerinin. Merkezi güç dengesini tersine çevirmek temel motivasyonları. Tıpkı “Bu dünyada Güney de var” diyen şair Mario Benedetti gibi, tıpkı “Bu dünyada bizim için de bir Kuzey olmalı” diyen ve “America Invertida” adlı eserinde Güney Amerika haritasını tersine çeviren ressam Torres Garcia gibi. Ya da tıpkı Arjantin’li usta karikatürist Quino’nun yarattığı ve önündeki dünya küreye tersinden bakan meşhur kahramanı Mafalda gibi.

Mafalda dünyayı tersine çeviriyor.

Öte yanda ise merkez-çevre yaklaşımının Amerikan yapısal-işlevselci okul eliyle ehlileştirilmiş bir başka yorumu var. Bu yorum da çıkışını yine 1950’li yıllarda yapıyor. Kitapta kendi makalemde vurguladığım üzere bu dönem Amerika’da sosyal bilimlerin piyasanın aparatları haline dönüşmeye ve istatistiğin işgaline açılmaya başladığı bir dönem. Örneğin bu dönemde, vakıf fonlarından en fazla yararlanan sosyal bilim disiplinlerinin başında sosyoloji geliyor. Devlet, kimi özel şirketler ile vakıfların ihtiyaçları doğrultusunda nicel araştırmaları öne çıkarıyor. Önceden görmeye alışık olduğumuz görece kurama dayalı, felsefeye dayalı sosyal bilim ve sosyoloji anlayışı yavaş yavaş etkisini yitiriyor. Orta ve büyük ölçekli kuramlar gözden düşüyor, felsefe önemini yitiriyor. Sosyoloji tabir-i caizse bir pazar araştırması nesnesi haline gelmeye başlıyor. Entelektüalizm yerini piyasa araştırması yapan uzmanlara bırakıyor.

İkincil olarak bu süreçte teoriye özgü dönüşümler de var. Marksizm marjinalleştirilmiş, sınıf tahlillerinin yerine Weber’in davranışçılığı öne çıkaran, kültürel kodları merkeze alan bakış açısı hâkim olmaya başlıyor. Şurası çok önemli benim için: Bu yeni dönemde ulusal kurtuluş mücadelesi ile bağımsızlıklarını kazanan ülkelere, tarihsel patikalarına bakılmaksızın tek tip modernleşme reçeteleri sunuluyor. Bu da devlet eliyle sosyalist kalkınma ya da üçüncü yol seçeneklerinin terki ve gelişmenin yolunun kapitalist kurumların gelişmesinden geçtiğinin telkini anlamına geliyor.   

Üçüncü olarak sosyolojide önemli bir dönüşüm daha yaşanıyor, yapısal-işlevselcilik ön plana çıkıyor. Yani sosyal gerçeklik, sosyal bütün artık bir vücudun organları gibi düşünülüyor. Her bir parçası kendi işlevini gören, o işlevlerden biri bozulduğunda bütün yapının bozulacağı şeklinde bir bakış açısı var. Sorunların kaynağı olarak geleneksel ve modern kurumlar arasındaki kültürel çatışmalara odaklanılıyor.

Artık kültür ön planda, sınıfsal tahliller yok, felsefe yok, sosyoloji bambaşka bir noktada ve sosyal bilimler egemenlerin kontrolünde, egemenlerin güç hiyerarşisinde bir aparat haline gelmiş.

Dolayısıyla Şerif Mardin’in ilham aldığı Edward Shills’in yaklaşımını bu çerçevede ele almak lazım. Artık kültür ön planda, sınıfsal tahliller yok, felsefe yok, sosyoloji bambaşka bir noktada ve sosyal bilimler egemenlerin kontrolünde, egemenlerin güç hiyerarşisinde bir aparat haline gelmiş. Yalnızca ve yalnızca bütünleşik bir kapitalist iktisadi sistem, bunun için de şart ve şart kapsayıcı bir demokrasi ve kentleşme bu yeni dönemin mottosu. Amerikan sosyolojisinden bahsediyorum. Tarihsel arka planı buraya yerleştirmemiz lazım.

Merkez-çevre paradigmasının Türkiye’de sol-liberal çevrelerin çekim alanına girmesi ise iki bileşen üzerinden mümkün oluyor.1980’lerde post-modernizmin yükselişine koşut olarak başlayan pozitivizm eleştirileri bence burada ilk etken. Zira merkez-çevre paradigmasının Şerif Mardin tarafından ele alındığı Türkiye uyarlamasında, Kemalizmin pozitivizm ile özdeşleştirilmesi ve bundan hareketle değerler ve inanç alanını ıskaladığı, dolayısıyla toplum kesimleriyle organik bağlardan yoksun ve oldukça yüzeysel bir ilişki geliştirdiği tezi, öteden beri Kemalizm’e mesafeli olan kimi eski solcular için adeta bir can yeleği işlevi görüyor. Zira artık yeni diyalektikleri emek ile sermaye değil, jakobenizmin sebep olduğu değer ve kültür çatışmaları. 

İkinci etken ise merkez-çevre paradigmasının öne çıkardığı “sivil toplum” vurgusuyla ilişkili. Sivil toplumculuk zaten 1980’ler ile birlikte Türkiye’deki kimi sol çevrelerin çekim alanına girmiş durumda. Yeni toplumsal hareketleri yakından takip ediyorlar, “iktidar” ve “devlet” alanlarını sorguluyorlar, geçmişte yürüttükleri “zinde kuvvetler” eleştirilerine ise adeta rahmet okutuyorlar. Öyle ki kendilerini “politik toplum” alanından yalıtmaya, mücadelelerini de “sivil toplum alanı” olarak tanımladıkları bir sahada yürüterek politik topluma baskı yapmayı tartışıyorlar. İşte size sol-liberalizmin düşün şeması.

Gergedan Dergi: Mardin’in merkez-çevre kurgusunda ihmal ettiğini savunduğunuz noktalar nelerdir?

Tolga Gürakar: Öncelikle Şerif Mardin, Osmanlı-Türk modernleşmesinde yaşanan gerilimi sadece kültürel ve değerler boyutu ile ele alıyor. Ulusal kültürün karşısına yerel kültürü, siyasi ve ekonomik seçkinlerin karşısına kitleyi, merkezin karşısına taşrayı konumlandırıyor. Bütün bunları yaparken de işleyişin politik-ekonomik yönünü, tarihsel arka plandaki güç mücadelelerini dikkate almıyor. Mardin, politik ekonomiyi ikinci plana atıp onu bir noktada parantez içine dahi almıyor, akine hiç hesaba katmıyor. Yani iktisadi altyapıyı güdükleştiriyor ve kültür ile arasında tatmin edici bir ilişkisellik kurmuyor.

Halbuki Osmanlı-Türk modernleşmesine baktığınız zaman, örneğin ayanlar çağı olarak adlandırılan bir zaman dilimi vardır. Ayanlarla Sened-i İttifak imzalanmıştır. Çevre ile merkez, saray ile ayanlar, saray ile taşra arasındaki bütün gerilimlere baktığımızda -elbette ki değersel kodlar içermekle beraber- asıl hikâye iktisadidir. Vergiler üzerine, Osmanlı toprak sistemi üzerine, mülkiyetin aile içinde aktarımı üzerine iktisadi bir savaşımdır o dönem yaşananlar. Mesela eşrafı sadece değer kodları üzerinden ele alıp “Tanzimat ile başlayan modernleşmenin getirdiği değerler çevrenin değerleriyle çatıştı, merkez ile çevre arasındaki çelişki budur” derseniz olmaz. Her iktisadi dönüşümün elbette çevrede etkisi olur ama bunu sadece kültür boyutuna indirgediğiniz zaman bu eksik bir açıklama olur.

Şerif Mardin, yaklaşımında tekli bir gerilime ve çatışma örüntüsüne odaklanıyor. Baktığımızda ne merkez homojen ve kendi içinde bütünleşiktir ne de çevre.

İkinci olarak Şerif Mardin, yaklaşımında tekli bir gerilime ve çatışma örüntüsüne odaklanıyor. Yani onun idealist anlamda kavramsallaştırdığı bir merkez metaforu var. Bu merkez ona göre homojen bir merkez. Bir de çevre var ancak Mardin bu çevrenin kendine has dinamiklerini, mevcut ve potansiyel kırılganlıklarını dikkate almıyor. Baktığımızda ne merkez homojen ve kendi içinde bütünleşiktir ne de çevre. Mesela iktidar düzleminde seçilmişler-atanmışlar kavgası hep olur. Mardin’in bakış açısıyla yaklaşırsan konuya, aynı zamanda siyasi toplum düzeyinde merkezi değerleri savunan partiler/örgütler ile çevre değerleri savunan partiler/örgütler arasındaki kavgaları da göz ardı edersin.

Dolayısıyla merkezi ve çevreyi yekpare ve idealist bir çerçevede kurgularsanız, bunlar içerisindeki dalgalanmaları net bir şekilde göremezsiniz. Çevrenin kendi içerisinde farklılaştığını göz ardı edersiniz. Şerif Mardin’de şu açık biçimde ortada: Merkez statükocu ve donuk, çevre ise talepkâr ve dinamik. Ama eğer iktidarın değişen doğasını ele almaz, ulusal siyasetteki rekabetin dinamiklerini ve dolayısıyla parti-seçmen arasında her geçen gün yeniden üretilen ilişkileri es geçerseniz ve hatta toplumsal muhalefet odakları arasındaki geçişgenlik ve çatışmaları göz ardı ederseniz sizce bu gerçekçi olur mu? O halde popülizmi ya da popülist strateji gerçeğini nereye koyacağız?

Mardin’in üçüncü temel eksikliği toplum kesimlerinde yaşanan yabancılaşma üzerine. Marks’tan önce de yabancılaşma üzerine kafa yormuş düşünürler vardı elbet ama Marks bu kavramı ete kemiğe büründürmüştür, iktisadi bir boyut kazandırmıştır bu olguya. Mardin ise yabancılaşmayı iktisadi içeriğinden bütünüyle soyutlayarak salt kültürel kodlara indirgemiştir.

Dördüncü temel eleştirim ise Mardin’in bütünüyle iç dinamiklere odaklanmış olması, dış dinamikleri, dışarıdan yönelen baskıları, merkez ekonomilerdeki hangi kararların çevre ekonomilerde nasıl negatif dışsallıklar ürettiğini ele almamasıdır. Emperyalizm kavramını göz ardı etmek bir yana, hiç bahsetmemesinedir eleştirim. Şerif Mardin bir yandan Niyazi Berkes’i indirgemeci buluyor, onun “emperyalizm” üzerinden dışsallığa (1838 Türk-İngiliz Ticaret Antlaşması gibi) çok odaklandığını ve bütün Osmanlı-Türk modernleşmesindeki azgelişmişliğin sebebi olarak “sömürgeci-hunhar batıyı” işaret ettiğini söylüyor. Ama kendisi de tüm problemlerin kaynağı olarak merkezin elit değerlerini görüyor.   

Gergedan Dergi: Makalenizin başında ve ideal normlar ortaya koyduğunuz sonuç bölümünde dikkat çeken bir alıntı var: “Sosyoloji bir dövüş sporudur.” Bu bağlamda merkez-çevre paradigmasına getirdiğiniz eleştiriyi biraz açar mısınız?

Tolga Gürakar: Benim tüm söyleşi boyunca eleştiri getirdiğim merkez-çevre paradigması küresel iktisadi işleyişe, onun ideolojik, kültürel ve akademik aygıtlarına karşı eleştirel bir konumlanma içinde olmak şöyle dursun aksine onun eliyle şekillenmiş bir paradigma. Odağında iktisaden ve siyaseten liberal bir düzen arayışı var. Son derece uslu. Bourdieu’dan alıntıladığım “Sosyoloji bir dövüş sporudur” ifadesi tam da sosyolojinin geldiği bu yere bir tepkidir. Sosyoloji ve sosyolog egemen iktidar örüntülerinden kendini muaf tutmadığı zaman tamamen egemenlerin dikte ettiği, fonladığı bir biçim ortaya çıkar. Bu durumda da artık sosyolojiden değil ideolojiden ya da sosyologdan değil ideologdan bahsedilir. Ben burada eleştirilerimi Türkiye’nin akademiasına çeviriyorum. Konuyu sadece sosyoloji ile de sınırlandırmıyorum. En nihayetinde Türkiye’de sosyal bilimlerin geldiği noktadan, konfor alanından çıkma cesareti gösteremeyen, dolayısıyla kendisine verilen günün modası kavram setleriyle kendi toplumsal gerçeğine bakan, kompleksli yeni nesil tercüme aydınlarının “piyasacı” zihniyetinden bahsediyorum.

Sosyoloji ve sosyolog egemen iktidar örüntülerinden kendini muaf tutmadığı zaman tamamen egemenlerin dikte ettiği, fonladığı bir biçim ortaya çıkar. Bu durumda da artık sosyolojiden değil ideolojiden ya da sosyologdan değil ideologdan bahsedilir.

(Visited 1.346 times, 1 visits today)
Close