Marksist felsefeci Étienne Balibar, Le Monde’a verdiği röportajda, mevcut sağlık krizi ve gelmekte olan ekonomik ve toplumsal krizleri aşma iddiasındaki görüşlerini paylaşıyor. Söyleşiyi, Yusuf Said Akcakaya ve Yasin Uysal Gergedan Dergi için Türkçeleştirdiler.
1942 doğumlu Étienne Balibar, dünya çapında hakkında en fazla yorum yapılan Fransız entelektüellerinden olmasına karşın alçakgönüllülüğü ile kendini belli ediyor. Bütün eserlerinin ilk iki cildi (Histoire internimable ve Passions du concept) bunu gösterir nitelikte. Burada sadece, evrensellik, sınırlar, ırkçılık, şiddet gibi konular üzerine etkileyici çeşitlilikte sorgulamalarını değil; dahası, bu sorgulamalarında dünyanın her yerinden çağdaşları ile samimi bir diyalog halinde bulunan bir filozofun cömertliğini bulabiliyorsunuz. Tartışmanın çıkış noktası bir kriz olsa da sohbetin sınırlarının nerede son bulacağı kestirilemiyor.
Sizin gibi marksist siyaset kültürü içine işlemiş biri günümüzdeki salgın ile nasıl yüzleşiyor? Mevcut toplumsal sorun, virüs sorunu tarafından tetikleniyor mu?
İşte güzel bir alternatif, neredeyse bir lise sınavı konusu! Bence, virüs sorununun en vurucu olduğu yer, -elbette yaşattığı acıların yanında- ulusal ve toplumsal tüm engelleri aşan bağışıklık sorununa getirdiği aciliyette.
Burada başka bir nokta daha söz konusu; bu da toplumlarımızın salgın karşısında farklılaşan kırılganlıkları. Ne risk ne de onu önlemek için alınan tedbirler karşısında eşitiz. Dramatik bir şekilde belirginleşen eşitsizlikler antropolojik farklılıklara dönüşüyor, yani insan türü içindeki ayrımlara.
Bu salgının neden olduğu yön duygusu kayıpları arasında, Yazılar kitabınızın ilk cildinde bahsettiğiniz şu duygu var sanki: ‘’Tarih sona ermedi, devam etmekte; ancak siyasetin içine gizlenerek…’’
Siyaset esas anlamıyla artık mevcut olmasa da zaman (tarih) hâlâ ilerliyor… Fakat bir yandan zaman kavramımız da değişmekte. Antroposen (insan çağı) fikri ve haber verdiği yıkımlar ile tarihsel zaman ve jeolojik zamanın ayrı şeyler olmadığının farkına vardık. 19. ve 20. yüzyıllarda, iklim ve biyoloji ile ilgili durumlar, iktisatçıların dışsallık dediği şeye dahil edildi. Eğer bir şeyleri tarih ve siyasetin bahsettiğimiz birleşiminden korumak istiyorsak, bunun bir biyopolitika ve bir kozmopolitikaya dönüşmesi zorunlu.
Siyaset esas anlamıyla artık mevcut olmasa da zaman (tarih) hâlâ ilerliyor.
Makyavel (1469-1527) gibi konuşacak olursak: Başlamakta olan krizde ‘’yukarıdakiler’’ bunu idare etmekle yetinemeyecek, strateji ve söylemlerinde en azından görünür kopuşlar gerçekleştirmek zorunda kalacak.
‘’Aşağıdakiler’’ yani genel olarak yönetilenlere gelince; hareket imkanları, geçici olarak, mizahi tepkilere indirgenmiş gibi duruyor. Bununla birlikte, mevcut sağlık krizi ekonomik ve toplumsal krize ve de değerler çatışmasına dönüştükçe bu tepki gittikçe azalacak. Demokrasinin kaderi, yukarıdaki ve aşağıdakilerin bu diyalektiğinin alacağı biçime göre şekillenecek.
Bir biyopolitikanın çözüm olabileceğini belirttiniz. Filozof Jacques Derrida (1930-2004) tıbbi bir terim olan otoimmün’ü, savunmasını kendisine yönelterek kendi kendini yok eden bir bedeni tanımlamak için kullanmıştı…
Amerikan hükümeti 11 Eylül 2001’deki saldırının şüphelileri için bir kanun çıkarmıştı. Derrida bu tanımlamasını, enfeksiyonlu unsurlara karşı organizmanın hayali savunmasını çağrıştırmış olan bu kanun hakkında kullanmıştı. Bana göre bu tanımlamada, -demokrasiye karşı olanlar arasında oldukça yaygın bir fikir olan- demokrasinin olduğu hâliyle kendi kendini yok etmeye meyilli olmasından ziyade, bazı güvenlikçi usûllerin demokrasi için ölümcül olacağı ifade edilmek isteniyordu.
Ben ise, demokrasinin özelliklerinden birinin; sınırların kapatılmasını, karantinayı, risk altındaki insanları izlemeyi gündeme getiren tüm kolektif koruma stratejilerinin tehlikeli olduğuna dair bilinç olduğunu söyleyeceğim. Bir toplumun, bir virüse karşı bile olsa, kendini ‘’savaş’’ta görme biçimi demokrasiyi tehlikeye atıyor.
Sağlık felaketi, aynı zamanda özgürlüğe yönelik perspektifleri de boğuyor gibi görünüyor. ‘’Şu anda, dünyanın sonunu hayal etmek kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolay’’ demişti Amerikalı kuramcı Fredric Jameson. Bu ne anlama geliyor sizce?
Buradaki en önemli ifade ‘’hayal etmek’’; çünkü hem bir aciliyet hem de içsel bir zorluk anlamını içeriyor. Kapitalizmin sonunu hayal etmek, devrimci umutların motoru. Bunu sürekli hayal ettik; ancak umutsuzluk yüklü ve geleceği vaat edilen büyük bir dini tema olan dünyanın sonu gibi değil, güç ve tahakküm ilişkilerinin olduğu dünyanın sonu olarak.
Kapitalizim sonunu sürekli hayal ettik; ancak umutsuzluk yüklü ve geleceği vaat edilen büyük bir dini tema olan dünyanın sonu gibi değil, güç ve tahakküm ilişkilerinin olduğu dünyanın sonu olarak.
Şimdi ise, salgın felaketine eklenen çevresel felaket, birçok bakımdan trajik olan üçüncü bir perspektif sunuyor; ancak trajik olması yazgımız olması anlamında değil, zorunluluk ve inatçılığın çatışması, yani Camus’nün Sisifos’u anlamında…
“Her şeyin şimdiye kadar nasılsa öyle devam etmesi, işte felaketin kendisi” demişti Walter Benjamin (1892-1940). Devrimci düşü besleyen ‘’Bir daha asla eskisi gibi olmayacak’’ mottosu, şu anda sağlıkla ilgili kabuslarımıza dadanıyor mu?
Tek bir şeyden emin olabiliriz: Tarih eskiden olduğu gibi devam etmeyecek. Fakat bu değişimin genel bir etkisi olacağını söyleyebiliriz, içeriğinin nasıl olacağını bilmiyoruz. Ve, her şeyden önce bunun, insani değerler ve yönetim sistemleri gibi kendi içinde karşıtlık barındıran alternatiflerden hangisini getireceğini beklemek durumundayız. Bu çatışmanın, bizi aynı felaket düzenine geri götürecek olan zorbalığın zincirlerinden kurtulması veya diktatörlüğün egemenliği yerine, demokratik yöntemlerle ve medeni bir biçimde çözüleceğini ummak zorundayız.
Ve bu noktada, içinde bulunduğumuz ânın karşı karşıya olduğu tehditlerden biri de zorbalık siyasetidediğiniz şeyin zaferi değil mi?
Diğerlerinden sonra, Makyavel’in, zalimlik gösterisini de içeren ‘’hükümdar’’ eylemi ile oluşturduğu fikri betimledim. Kendime, Makyavel’in de anladığı gibi, bu politikanın tam olarak kontrol edilemez olduğu anlaşıldığı zaman gelinecek trajik boyutu sordum. Tahakküm ve iktidarın kaynağını şiddetin uç hâlinin oluşturduğunu düşünen tüm küçük ve büyük Makyavelcilerin aksine, onun en azından bu konuda keskin bir bilinci vardı.
Fakat burada kasıtlı, araçsallaştırılmış ve akla uygun hâle getirilmiş bir zorbalıktan bahsediyoruz. Bugünkü durumun korkunç bir derecede zorbaca olduğunu söylediğimizde tam olarak bu durum söz konusu değil. Ölenler ve yakınları, komşuları ve arkadaşları için zalimce; -tabiri caizse- tercihen ölmüş olan tüm ‘’harcanabilir insanlar’’ için daha da zalimce.
Bugün, ümitsizlik ve isyan duygularına neden olan tüm siyasal sorunların meydana çıktığı zorbalığın özü, bir politikadan çok bir sisteme göndermede bulunuyor.
Bu kaynağı belirsiz zorbalığın arkasında, elbette yönetim pratikleri ve -bazı durumlarda- en azından ihmal veya kusur nedeniyle cezai diyebileceğimiz yapılan ve yapılmayan tercihler var. Fakat bugün, ümitsizlik ve isyan duygularına neden olan tüm siyasal sorunların meydana çıktığı zorbalığın özü, bir politikadan çok bir sisteme göndermede bulunuyor. Bu sistem, sadece emeği sömürmeye ve kazancı en üst seviyeye çıkarmaya dayanmıyor; neoliberal kapitalizm bunun yanında, başkalarını önemseme, yardımlaşma ve en nihayetinde en masum olanlar bile dahil olmak üzere tüm insani faaliyetleri muhasebeleştiriyor, metalaştırıyor.
Neoliberal kapitalizmin kendisinden önce gelenlerden daha az değil, hatta onlardan çok daha fazla ‘’devletleştiğini’’ ısrarla belirtiyorsunuz. Gündemdeki bu kriz, ifadenizi doğruluyor mu?
Krizin ilerlediğini gördükçe, bu devlet sorununun merkezde olduğunu kendime daha sık söylüyorum. Bu sorunu, şu anda yaşadığımız deneyimlerin ışığında, yeniden inşa etmek durumundayız.
Kapitalist ekonomi dünyanın hiçbir yerinde bir devlet müdahelesi olmaksızın var olamadı; finansal, bastırıcı, düzenleyici, onarıcı, uyarlayıcı müdaheleler daima söz konusu oldu. Bu durum, sadece kendi mantığı çerçevesinde ayakta duramayan neoliberalizm için daha çok geçerli: En azından bizim açımızdan, 20. yüzyıldan miras kalan bir toplumsal ekonomiyi ‘’özelleştiren’’ ve ‘’kârlılaştıran’’ bir kapitalizm söz konusu. O hâlde, günümüzde ‘’devlete dönüş’’ten bahsedildiğini duyduğumuzda bundan ilk olarak anlamamız gereken, neoliberal kapitalizmin kendi ideolojisine karşıt olan diğer yüzünün yeniden ortaya çıkışıdır.
Ancak bundan sonrası oldukça ihtilaflı. Bu durumda geriye dönecek olan devlet, bütçe ve parayla ilgili devlet ve kamu hizmetlerinin ‘’patron’’u ve aynı zamanda bunların toplumsal talebe ayarlanmasının garantörü olacak. Yönlendirici, muhtemelen otoriter ve -cumhuriyetçi geleneğe sahip bir ülkede bu zor olsa da- ayrımcı bir devlet bu. Ama kamu hizmeti kavramı, bu dayatmacı (verticale) mantıklara mahkum olmayacak ve bunlardan gittikçe daha çok kurtulabilecek. Son günlerde zorunluluğunu idrak ettiğimiz bu hizmetler -burada tüm toplumsal dışlamalar için tampon görevi gören sağlığı ve milli eğitimi düşünüyorum-, devletin üzerinde hak iddia edemeyeceği bir katılım, hatta bir medeni sorumluluk, özveri ve ortak bir vicdan boyutunu barındırıyor.
Neoliberalizme direniş işte böyle bir toprakta filizlenecek. Dolayısıyla bu, sözde ve soyut olarak ‘’devlet karşıtı’’ olmayacak fakat diğerlerine karşı olarak, devletle bir bağ ve yönetişim öngörecek.
Carmen, sizin de bahsettiğiniz şarkısında, ‘’Belki asla, belki yarın! Fakat bugün değil, orası kesin!’’ diyor. Bu, umudunuzun serbest kalması anlamına mı geliyor? (Soruyu soran kişi burada kullandığı ‘’serbest kalmak’’ ifadesinde, salgın sürecinde sıkça kullandığımız ‘’kapanma’’ kelimesi ile tezatlık yaratıyor.)
Bana Fransız operasının fantezisini kurduğu İspanya’dan bahsediyorsunuz, ben de size Verdi’nin bu aralar sıkça dinlediğim bir direniş operası olan Nabucco’sundan bir bölüm ile cevap vereyim: ‘’Va, pensiero…’’ (Uç düşünceler, altın kanatlarla uç!)