Behlül Özkan ve Tolga Gürakar’ın derlediği “Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni” 2020 yılının sonunda raflarda yerini aldı. Tekin Yayınevi etiketiyle çıkan kitapta 10 sosyal bilimci ordu, sermaye ve ABD üçgeninde siyasal İslamcılığın gelişmini inceliyorlar. Dış politika analizinde egemen Soğuk Savaş anlatısına ve Türkiye’nin merkez-çevre eksenli sosyolojik tahliline eleştirel bir yaklaşım ortaya koyan bu çalışma, Türkiye’nin bugünkü siyasi rejimini anlamak için de yol gösterici nitelikte.
Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni‘nin yazarlarıyla gerçekleştirdiğimiz kısa röportajların sekizincisinde konuğumuz “Sermayenin Altın Programı: Tepeden İslamcılaştırma” makalesinin yazarı Deniz Hakyemez.
Gergedan Dergi:Tepeden İslamcılaştırma, ilk anda Türkiye’de modernleşme eleştirisinin yaygın kavramlarından ‘tepeden inmecilik’e bir atıf gibi görünüyor. Oysa bu sizin değil, Rand Corporation’ın bir ifadesi ve kimi çevrelerde “muhafazakar demokrat devrim” ümidinin hâlâ zirvede olduğu yıllarda, 2008’de kayda geçmiş. “Tepeden İslamcılaştırma” ifadesinin arka planını bize açıklayabilir misiniz?
Deniz Hakyemez: RAND raporu, “Islamisation from Above” diyor, elbette son derece açık ve önemli. Türkiye’de İslam’ın devlet ve ordu eliyle getirildiğinin açık tanıklıklarından biri. Tepeden İslamcılaştırma sözünde buna gönderme var ama daha çok son yirmi-otuz yılın liberalleri ve İslamcılarının dillerinden düşürmedikleri “tepeden inmecilik” sözüne gönderme var. Bu kesimler özellikle Avrupa ve Amerika dışında, burjuva devrimlerini daha geç yapmış ülkelerdeki modernleşme süreçlerini, elbette Türkiye’de Kemalist devrim ve Kemalist modernleşmeyi kötülemek için kullandılar bu ifadeyi. İnşa ettikleri anlatıyı yakından biliyoruz; laiklik ve batıcılığı bu halka yabancı ve despotik yönelimler olarak gördüler; Türkye’deki İslamizasyonu ise bir öze dönme. “Reklam arası” dedikleri buydu. Belki henüz dillendirmeye cesaret edemedikleri söz “Kemalist darbe”dir.
Kurulu feodal düzene, bu düzenin en temel taşlarından ve en ayrıcalıklı kesimlerinden biri olan dini kurumlara karşı yaşam savaşı verdiklerinden tüm burjuva devrimleri bu anlamda ‘tepeden inmeci’dir. Bu sözün, gene liberal ve İslamcı kesimlerde, pek çok zaman “Jakobenizm” sözcüğü yerine kullanıldığını görmemiz tesadüf değildir. Jakoben iktidarında giyotine gidenler arasında alt sınıflardan pek çok kralcı ve kilise yanlısı vardır. Fransız Devrimi’nde Jakoben lider Robespierre “halka rağmen halk için” düsturunu benimsemişti. Halkçılığı halktan her kesimin istediğini yapmaya çalışmak değil, onların gerçek çıkarını hayata geçirmek olarak anlıyordu. Önündeki seçim şuydu: Anayasa, Cumhuriyet ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi mi, bunların hepsine kökten karşı çıkan krallık, kilise ve yandaşları mı?
Türkiye gibi, burjuva devrimini daha geç gerçekleştirmiş ülkelerde, insanların doğuştan eşit olduğu kabulünün, anayasa, cumhuriyet fikirlerinin modern eğitimden geçmiş Harbiye, Tıbbiye gibi kurumların üyelerince benimsenmiş olması bu “tepeden inmecilik” suçlamasına yeni bir boyut ekliyor ama burada konu edilmek istenen halkın çıkarlarıysa tartışmanın özü aynıdır: Feodalite mi, anayasal düzen mi?
Bu liberal ve İslamcı kesim ne dedi, Türk halkına ona yabancı, elitist, batıcı, -bir de bu söz çıktı zaman içinde- “laikçi” bir modernlik dayatıldı ve AKP iktidarıyla halkın yaptığı işte bu zehri kusmaktır. Bu modernlik mayasının bu topraklarda tutmadığı, tutamayacağı görülmüştür, bize söyledikleri bu oldu ve hooop nedense modernizm ölçüsünde batıcı bulmadıkları bir postmodernist eleştiri şöleni ile en arsız neoliberal politikaları kucaklayıverdiler.
Kurulu feodal düzene, bu düzenin en temel taşlarından ve en ayrıcalıklı kesimlerinden biri olan dini kurumlara karşı yaşam savaşı verdiklerinden tüm burjuva devrimleri bu anlamda ‘tepeden inmeci’dir.
“Modernlik mayasının” ne ölçüde tutup tutmadığını ve nedenlerini burada tartışmak mümkün değil, ama Batı’nın gerçek teşhisi, bu mayanın tutmadığı değildir. Tersine, özellikle de Sovyetlerin yıkılmasından önceki çift kutuplu dünyada, bu mayanın tutmakla kalmayıp kapitalist tekelleri, dolayısıyla da yönetimleri pek korkutan hareketlerin oluşmasına zemin hazırladığı yönündedir. Köy Enstitüleri’nin hangi suçlamayla kapatıldığını anımsayın, Mısır’da Nasır’ı anımsayın… Laiklik ve kalkınma düşüncesinin; modern, rasyonel eğitimin, 61 Anayasası türünden daha özgürlükçü anayasaların, özellikle çift kutuplu bir dünyada sosyalist ya da bağımsızlıkçı hareketlere nasıl bir zemin hazırladığını gördüler.
İşe bu yüzden, İslam’a dönme değil, İslamizasyon ya da İslamcılaştırma diyoruz. Hiç kuşkusuz, tepeden oluyor. 30’lardaki ve 60’lardaki kadın resimleri, Türkiye’den ya da Afganistan’dan, laik bir ahlak ve medeni hukuk, kalkınma öğreten ders kitapları geçmişten bize bakıyor…
Burjuvazi kendi devrim sürecinde keskinleştirdiği laiklik ilkesinden, aslında çok erken bir tarihte ödün vermeye başlıyor. Tocqueville’in sözü ünlüdür: 1848 burjuvazinin dinsizliğini tedavi etti. Saptaması şudur: Feodal ayrıcalıklı sınıflara karşı birlikte mücadele eden burjuvazi ve proletarya, 1848’de iktidardaki burjuvazinin genel oy hakkını reddetmesiyle karşı karşıya gelmiştir ve burjuvazi, Napolyon’un 1806 tarihli ünlü konuşmasındaki ifadesiyle “yoksulların zenginleri katletmesini engelleyen dine” dönmenin yakıcı önemini hissetmiştir. Sonrası mı, tıpkı Köy Enstitüleri tartışmasında olduğu gibi, taşrada eğitim laik öğretmenlerden alınıp papazlara verilmiştir.
Artık krallık yanlısı, açıkça feodalite yanlısı din adamları, Fransız Devrimi sırasındaki adlarıyla yeminsizler yok, burjuvazi dini kurumu kendi suretinde biçimlendiriyor, kendi aracı kılıyor. Schopenhauer’in deyişiyle, “Liderler büyük çocuklarını yatağa göndermek için dini kullanıyor”. Ama bu kadar değil. Yirminci yüzyılda din yoksulların bir diğer ideolojisi olan sosyalizme panzehir olarak görülüyor. Soğuk Savaş Düzeni ve Türkiye kitabında her birimiz bir başka yönüyle anlattık: Kapitalizm sosyalizme karşı dinle, Hıristiyan Demokrat partilerle, İslamcı militanlarla ittifak yoluna gidiyor; Türkiye ve dünyada zorunlu din dersleri müfredata alınıyor. Komünizmle Mücadele Dernekleri kök salıyor; emek örgütlerine düşmanlıkta sermaye ile din buluşuyor.
Artık krallık yanlısı, açıkça feodalite yanlısı din adamları, Fransız Devrimi sırasındaki adlarıyla yeminsizler yok, burjuvazi dini kurumu kendi suretinde biçimlendiriyor, kendi aracı kılıyor.
Kapitalizm 17, 18 ve 19. yüzyıllarda karşısına dikildiği dinselleşmeyi artık kendisi besliyor. Refah devletinin ve Sovyetler’in çöküşünü izleyen 1980’li yılların neoliberal politikalar, başka deyişle tekellerin sınırsız hakimiyeti döneminde küresel kapitalizmle uzlaşmaya açık dinsel aktörlere kapı sonuna dek açılıyor. Sermaye talan istiyor; cumhuriyet, kazanımları ve ulusal devlet kurumları, anayasaları… Yabancı sermaye girişini, özelleştirmeleri kısıtlayan, kamuya hâlâ ne kadarsa pay aktaran, bir ölçüde olsun şeffaflık isteyen yasa, uygulama, kurum, hepsinin düzlenmesi gerekiyor. Sermaye karşısında emek mücadelesini, sendikaları, grevi, solu kendisine azılı düşman, tarikatları dost gören yeni emekçi ve oy veren profili de cabası.
Bunların hepsi dönem iktidarlarıyla adım adım “tepeden indi”. Köy Enstitülerinin kapatılmasında CHP’nin rolünü unutamayız, gene CHP’nin 1949 yılında din derslerini kabul etmesini de. 50’li yıllarda Said-i Nursi’nin, ardından, Süleymancıların, Fethullah Gülen’in bizzat iktidarlarca desteklenmesini, 12 Eylül’le gelen İslam’ın altın çağını, laik aydınlarımızın bir bir ortadan kaldırılmasını, ordunun İslamizasyon’daki payını kitapta ayrıntılarıyla yazdık. Geriye kimin çıkarına sorusunu yanıtlamak kalıyor.
Gergedan Dergi: Kitapta yer alan makalenizde Uğur Mumcu’dan yaptığınız bir alıntı, Özal dönemindeki devlet destekli ayrıcalıklı şirketlere dikkat çekiyor. Yine Uğur Mumcu’nun Rabıta dosyası Türkiye’deki İslamcılığın Körfez monarşileriyle ilişkisini açığa çıkarıyordu.
Bugün de çok benzer bir tablo var. Devletin kanatları altında serpilen sermaye grupları, her döviz krizinde iktidarın imdadına yetişen Katar sermayesi, bu ilişkiyi sürdürülebilir kılan Türk Silahlı Kuvvetleri… Türkiye’nin yönetilme biçiminin bu olduğunu söyleyebilir miyiz artık?
Deniz Hakyemez: Türkiye’nin tüm kurumları, bankalarından üniversitelerine her köşesi gaddarca talan edilirken Erbakan anmada yarışan bir muhalefetimiz olduğu sürece evet. Ama Türkiye’yi buna layık da mahkum da görmüyorum.