Behlül Özkan ve Tolga Gürakar’ın derlediği “Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni” 2020 yılının sonunda raflarda yerini aldı. Tekin Yayınevi etiketiyle çıkan kitapta 10 sosyal bilimci ordu, sermaye ve ABD üçgeninde siyasal İslamcılığın gelişmini inceliyorlar. Dış politika analizinde egemen Soğuk Savaş anlatısına ve Türkiye’nin merkez-çevre eksenli sosyolojik tahliline eleştirel bir yaklaşım ortaya koyan bu çalışma, Türkiye’nin bugünkü siyasi rejimini anlamak için de yol gösterici nitelikte.
Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni‘nin yazarlarıyla gerçekleştirdiğimiz kısa röportajların altıncısında konuğumuz “Bir Soğuk Savaş İdeolojisi: Ülkücülük” başlıklı makalenin yazarı Fatih Yaşlı.
Gergedan Dergi: Çalışmanızda üzerinde durduğunuz, Türkiye siyasi tarihinin bazı dönüm noktaları var. Bunlardan biri 1978 yılı. 1978’de ne oldu? O yıl yaşananlar Türkiye siyasetinde nasıl bir iz bıraktı?
Fatih Yaşlı: 1978 yılının 1 Ocak günü, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk hükümeti kurma görevini CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’e verdi. Bir gün önce ise Meclis’te yapılan gensoru oylamasında Milliyetçi Cephe hükümeti güvensizlik oyu ile düşürülmüştü. Ecevit, “Güneş Motel hadisesi” olarak da bilinen milletvekili transferleriyle ve bu transferlere verilen bakanlıklarla son derece kırılgan bir hükümet kurdu. Ancak Milliyetçi Cephe’nin devrilmesi ve “ortanın solundaki” CHP’nin iktidara gelmesi, antikomünizmin belirleyici olduğu bir konjonktürde hem düzen güçleri hem Ülkücü Hareket tarafından son derece tehlikeli bulundu. Ecevit kendi misyonunu “aşırı solla mücadele” olarak belirlese de antikomünist siyaset başından beri CHP’nin iktidarda bulunduğu bir Türkiye’nin sosyalist sola avantaj yaratacağını ve dolayısıyla bu hükümetin devrilmesi gerektiğini düşünüyordu.
İşte siyasal şiddetin derinleştirilmesi ve hem kamuoyunun gözünün önünde olan tanınmış figürlere yönelik suikastlara hem de kitle katliamlarına dayalı bir terör stratejisi böyle bir konjonktürde söz konusu oldu. Ülkücü Hareket’in hedefi Ecevit hükümetine sıkıyönetim ilan ettirmek ve böylece siyasal hareket alanını daraltmak, askerin siyasete müdahalesini hızlandırmak, Ecevit hükümetini devirmek ve son aşamada da faşist bir darbe aracılığıyla iktidarı almaktı.
Antikomünist siyaset başından beri CHP’nin iktidarda bulunduğu bir Türkiye’nin sosyalist sola avantaj yaratacağını ve dolayısıyla bu hükümetin devrilmesi gerektiğini düşünüyordu.
Bunun için işlenen cinayetleri ve yapılan katliamları biliyoruz. 16 Mart katliamı ile başlayan süreç, savcı Doğan Öz’ün öldürülmesi ve Server Tanilli’nin vurulmasıyla devam etti. Ardından Malatya’da, sağcı belediye başkanı Hamid Fendoğlu’na yönelik suikast üzerinden bir provokasyon ve kitle katliamı denemesi yapıldı. Bedreddin Cömert cinayeti, Balgat katliamı, Sivas’ta denenen provokasyon, Bahçelievler katliamı ve tüm bunların zirve noktası olarak Maraş katliamı bu stratejinin somutlaştığı hadiselerdi.
Maraş katliamının ardından Ecevit hükümeti sahiden de sıkıyönetim ilan etmek zorunda kaldı. 26 Aralık 1978’de ilan edilen sıkıyönetime rağmen faşist terör 1979 yılında da ve üstelik bu sefer doğrudan CHP yöneticilerini de hedefe koyarak devam etti. Ecevit hükümeti ise bir yandan IMF ve ABD’yle yaptığı pazarlıklar, bir yandan da faşist teröre karşı etkisiz kalması nedeniyle halk kitlelerinden aldığı desteği kaybetti ve 1979 yılının sonlarına doğru istifa etmek zorunda kaldı.
MHP sürecin sonunda iktidarı alamadıysa da 12 Eylül’e giden yolun taşları böyle döşendi. Tam da bu nedenle yargılamalar esnasında MHP’lilerin “fikirlerimiz iktidarda, biz cezaevindeyiz” demesi son derece doğru bir değerlendirmeydi.
Gergedan Dergi: 1990’lı yıllar sona ererken sosyal demokrasi ile ülkücü hareket arasındaki buzlar eriyor. DSP-MHP-ANAP koalisyonu ile başlayan ortaklık, AKP döneminde ortak cumhurbaşkanı adayı çıkarmaya ve bugün Millet İttifakı’na evriliyor. Oysa her ne kadar sosyalist sola mesafeli dursa da kendisini “ortanın solu”, “sosyal demokrat”, “merkez sol” olarak tanımlayan CHP çizgisi de ülkücü siyasal şiddetten nasibini almıştı. Güncel siyasi koşullar bu hafızanın üzerini örtmeyi mi gerektiriyor?
Fatih Yaşlı: Bana göre AKP’nin en büyük başarısı sağın alternatifinin yine sağ olduğu, muhalefetin de sağın diliyle konuştuğu, Türkiye toplumunun özü itibariyle sağcı bir karakter taşıdığı yönündeki ezberin genel bir kanaat haline geldiği bir ülke yaratabilmiş olmasıdır.
Bugün iktidarda Milli Görüş’ün içinden çıkan AKP ve Ülkücü Hareket’in tarihsel-geleneksel partisi MHP varken, karşısında AKP’nin içinden çıktığı Milli Görüş’ün tarihsel-geleneksel partisi Saadet, MHP’nin içinden çıkan İYİP ve AKP’nin içinden çıkan DEVA ve Gelecek Partisi var. Bir de giderek ANAP’laşan, merkez sağ bir parti hüviyetine bürünen CHP’yi görüyoruz.
Dolayısıyla günümüz Türkiye’sinde siyaset sağ partiler arasındaki bir mücadeleye, sağın oyunu kimin alacağına dair bir yarışa dönüşmüş durumda. Bu ise özellikle CHP açısından tabanın hafızasızlaştırılmasını, geçmişin tahrif edilmesini gerektiriyor. CHP lideri CHP’nin bütün bir tarihsel geleneğini bir kenara atarak laikliğin tehlike altında olmadığını kolaylıkla söyleyebiliyor örneğin bu nedenle. Ya da Özal, Türkeş, Ozan Arif gibi politik pozisyonları sadece sosyalist sola değil CHP’ye de karşı konumlanma üzerinden belirlenmiş olan figürleri kolaylıkla anabiliyor. Bu nedenle İstanbul’da ANAP kökenli ve Ankara’da ülkücü bir ismi aday gösterebiliyor. İYİP ve Saadet’le aralarından su sızmıyor. 12 Eylül öncesinden Sivas katliamına uzanan bir genişlikte Türk sağının bütün bir karanlık tarihi bu süreçte bizzat CHP eliyle temize çekiliyor.
12 Eylül öncesinden Sivas katliamına uzanan bir genişlikte Türk sağının bütün bir karanlık tarihi bu süreçte bizzat CHP eliyle temize çekiliyor.
Elbette ki günümüz Türkiye siyaseti açısından ittifaklar, yan yana gelişler anlaşılabilir. Ancak ittifak ve yan yana gelişler ilkelerin reddi ve hafızasızlaştırmayı gerektirmez. İYİP’in ülkücülükten Saadet’in İslamcılıktan vazgeçmediği bir durumda CHP neden cumhuriyetçilikten, aydınlanmadan, laiklikten vazgeçmektedir? Sorulması gereken soru budur.
Çünkü solcu, ilerici, demokrat seçmenin her durumda CHP’ye mecbur olduğu, “tıpış tıpış” sandığa gidip CHP’ye oy vereceği düşünülmekte, dolayısıyla “gönlü kazanılması” gereken sağ seçmen olmaktadır. Belediye havuzunda kadınlı erkekli yüzme meselesinden belediye tesisinde içki içilmemesine kadar “hassasiyeti” gözetilmesi gereken kesim sağ seçmendir örneğin. Ya da örneğin Türkiye İslamcılığının en büyük hayallerinden biri olan Ayasofya’nın yeniden cami haline getirilmesine ses çıkarılmamalıdır veya tarikatlar, cemaatler, dinci gericilik konusunda sessiz kalınmalıdır.
CHP kendi ilkelerinden ve tarihsel mirasından vazgeçtiği gibi sağ seçmeni dönüştürmeyi, değiştirmeyi önüne koymamakta, onları olduğu gibi kabul ederek oy alabileceğini düşünmektedir. Dolayısıyla mesele tek başına ittifaklar ya da yan yana gelişler değil, bunların içinin nasıl doldurulduğudur.
Solda olmak kolay çözümlerin, kolay kurtuluşların mümkün olmadığını bilmek demektir.
Tüm bunlar ise netice itibariyle Türkiye’de her rengiyle sağcılığı güçlendirmekte, AKP’yi yaratan iklimin irili ufaklı AKP’lerle mevcudiyetini devam ettirmesini sağlamaktadır. Buradan ister cumhuriyetçi sol, ister sosyal demokrasi ister de sosyalist sol adına olsun herhangi bir kazanım çıkmaz.
Sol siyaset sahnesinde etkili bir özne olarak yer almak istiyorsa bu hafızasızlaştırma sürecine karşı çıkmalı, ilkelerinden taviz vermemeli, toplumu dönüştürmeye çalışmalıdır. Bunun kolay olmadığı elbette bellidir ama zaten solda olmak kolay çözümlerin, kolay kurtuluşların mümkün olmadığını bilmek demektir.